I6 Ağustos 1999 sabah saat 6.05 yataktan kalktım. Yaz mevsimi olduğu için insan daha dinç, daha kolay ve daha istekli kalkabiliyor. Gün ışımış. Doğa her şeyi ile canlı. Üstelik sabah olduğu için tatlı bir serinlik var.
İşe gitmeden önce her günün sabahında yapmam gereken bütün rutin işlerimi tamamlama faaliyetine giriştim. Eşim de kalktı. Beni yolcu etmeden önce, malum kahvaltı konusunda yardımcı oldu. Çocuklarım halen derin uykularında. Unuttuğum her hangi bir şey var mı diye düşündüm. Olmadığına kanaat getirince yola çıktım...
Saat 7.10.Yalova meydanındayım. Bu meydanın yeniden yapılanması bir süredir devam ediyordu. Meydandaki yerin betonları yeni atılmış, iskeleden çıkışta sol tarafta bulunan birazcık döküntü özelliği gösteren dükkanlar, kısa bir süre önce yıktırılarak tarihten silinmiş; minibüs ve otobüslerin hareket güzergahı, iskeleden çıkışın epeyce soluna çekilip yeni bir dizayn verilmişti.
Meydanın bitimine doğru şehir tırafiğinin aktığı yolun tam merkezinde bir Atatürk heykeli vardı. Araçlar, şehrin içi ile Bursa, İzmit ve Çınarcık istikametlerine gidişlerini, bu güzergahtan dönerek kolayca belirliyebiliyorlardı. O sabah bunları hiç düşündüm mü? Hiç sanmıyorum. Fakat Atatürk anıtına genelde hep bakardım ve ne kadar kötü bir anıt yapmışlar diye düşünür dururdum. O anıtta tasvir edilen insan figürü, acaba benim sevdiğim, kafamda ve düşünce ufkumun ötesindeki umut dolu yolumu belirleyen, Atatürk müydü? Kanımca benim Atatürk’üm o değildi. Bu kadar itici ve rahatsız edici bir Atatürk heykeli yapmak zordu. Çünkü Atatürk güzel bir çehreye sahip ve çok yakışıklı bir insandı. Peki bu heykel nasıl yapılmıştı? Kim yaptırmıştı? Bedeli kimden tahsil edilmişti. Yapan ya da yaptıranın yanına ne kazançlar bırakmıştı? Bunları hiç bilmiyorum. Fakat ne olursa olsun Atatürk’ü sevdirmekten ziyade, düşmanlarını sevindirecek bir heykel görünümündeydi. Fakat meydanın yeniden yapılması sırasında, iskelenin çıkış yolu üzerinde yeni bir Atatürk kompozisyonu görünce, en az benim kadar meydandaki o itici heykelden rahatsız olan insanlar varmış diye düşünmüştüm.
Saat 7.20 Meydanın deniz yönünün bitiminde bulunan iskelelerden sol taraftaki deniz otobüslerinin küçüklerinin yanaşıp kalktığı bölümden, Kabataş yönüne giden deniz otobüsüne yolcularla intikal edip,İstanbul’a hareket ettik...
Saat 8 22 Kabataş’ta bulunan iskeleye yanaşan deniz otobüsünden indim ve şehir içi otobüsüne bindim işyerine doğru yöneldim...Günüm, her zamanki akışkanlığının benzerliğinde uçup geçti.(...)
Akşam, tekrar sabahki yolun tersi istikametinde hareket ettim. Akşamki güzergahımın çıkış noktası, Yenikapıdan kalkan deniz otobüsleriydi. 19.00 kalkış saatli deniz otobüsüne yetişmek için taksiye bindim. Yollar tıkalı olduğundan, ancak saat 19.02’de iskeleye vardığımda, Turgut Özal isimli deniz otobüsünün hareket etmiş olduğunu gördüm. Ondan sonraki deniz otobüsü saat 21.00 deydi. Benim o araca binmem demek, Yalova’da yaklaşık saat 22.00 de olmam demekti. Bu durumda tekrar erken kalkacağımdan yorgunluk kaçınılmaz olacaktı. Birkaç kere bu şekilde gidip gelmiştim. Fakat bu akşam nedendir bilinmez, Anne ve Babamın yanında kalmaya karar verdim. Sonra telefonla eşimi aradım, gelemeyeceğimi ve çocuklara dikkat etmesini söyledim.
O akşam saat 23.00 civarında yattım. Uyanıp kalkmam, o geceyi yaşayıp ta hayatta kalan çoğu insan gibi ürkütücü bir şekilde oldu. Depreme yakalandığım yer bir apartmanın girişini de sayarsak dördüncü katıydı. Bulunduğumuz yerin üstünde bir kat daha vardı. Artık günlerden 17 Ağustos, saat yaklaşık 3.02’ydi.
Her yer titriyordu. Bu titreme çok ama çok şiddetliydi. Sanki hasmını yakasından yakalamış bir adamın hınç dolu bakışları altında, rakibini bırakmamacasına silkelemesi gibi bir şeydi. Aman Allah’ım bu titreme bir türlü bitmiyordu. Oysa daha önce de birkaç kere bu şehirde depreme yakalanmıştım. Fakat onlar, en fazla beş on saniye sürmüştü. Bu başka türlü bir şeydi. Oldukça da ürkütücüydü...
İnsan böyle anlarda, zamanın ne kadar zor bir şekilde geçtiğini görüyor değil mi? En azından benim bulunduğum yerde şiddetli titremeye dönük, bir kırk ya da kırk beş saniye yaşandı. Bu yaşantı Osmanlı tabiriyle ‘Küçük Kıyamet’ yani deprem idi. ‘Büyük Kıyamet’ malum dünyanın yok olmasıyla ortaya çıkmayacak mı? İşte bu onun küçüğüydü. Osmanlı tarihinde de depremler ekseri, böyle adlandırılmıştı.
Depremle birlikte elektirikler kesilmişti. Düşünüyordum, bu kadar şiddetli bir deprem çok yakın bir yerde olmalıydı. Balkondan dışarıya baktığımda deprem paniği ile tek tük arabaların çoğalmaya başladığını ve bilhassa onların far ışıklarını da dikkate alarak çevreyi incelediğimde, karşı da ki binalarda hiçbir sorun yok gibiydi. Az ilerdeki Adli Tıp ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi yönünde de pek hareketlilik görülmüyordu. Gerçi saat daha 3.05 ti.
Tüm telefonlar kesilmişti. Ne şehir içi, ne de şehirlerarası, hiç biri işlemiyordu. Beni bir düşüncedir aldı. Bu depremin merkez üssü Tekirdağ tarafında mı ya da İzmit yönünde miydi?
Evde ufak ve pille çalışan bir televizyon vardı. Onu açtım. Bulduğum kanaları dolaştım. Hiçbir bilgi yok. TV kanallarında gece nedeniyle tekrar yayınlar sürdürülmekte. Pilli radyoyu da açtım, yine deprem merkezi ile ilgili her hangi bir bilgi yok. Deprem merkezinin İzmit istikameti yönünde olduğunu ancak ve ancak olaydan yaklaşık bir saat sonra, bir radyo kanalından öğrendim. Bu durum, beni iyice tedirgin etti. Eşim ve çocuklarım da bölgeye yakın sayılırlardı. Ben ki İstanbul’un Esekapı’sında bu depremi bu şiddete hissettimse, kim bilir onlar ve o bölgedeki insanlar neler hissettiler. Allah’ım sabah çabuk olsa...
Saat 8.00 iş yerindeyim. Tek düşüncem eşimin ve çocuklarımın bulunduğu yere nasıl ulaşabilirim. Radyolardan ve bilahare televizyonlardan, depremin korkunç tablosu hakkında veriler akmaya başlamıştı. Öyleyse İzmit yönü büyük ölçüde kara araçlarıyla tıkanmış olabilirdi. Bu durumda en iyi güzergah deniz istikameti olmalı ve bunun için Yalova ‘da ideal bir yerdi.
Fakat deniz otobüslerinin o an için çalışmadığını öğrendim. Şehir hatlarının Yalova seferini 9.20 de yaptığını söyleyenler vardı. Ona ulaşma imkanım da olmadı. Neyse 10.30 civarında bir deniz otobüsünün Kabataş’tan kalkacağı haberini aldım. Sonuçta oradan deniz otobüsüne bindim. Araç tam bir hengame içinde; her kafadan bir ses ve insanın ruhsal yönünün çıkarcı boyutunu, böyle hallerde görmek daha da kolay olmaktaymış. İnsanlar ve yine insanlar...Kimisinin Çınarcık’ta evi varmış; deprem ‘İzmit’i vurmuş, Çınarcık’a bir şey olmamış’... Falan, filan... Kimisi durumunu böyle kurtarıyor; kimisi endişeli ve düşünceli; aynen benim olduğum gibi...
Sonunda 11.20 Yalova’ya yaklaşıyoruz. Dağ silsilesi iyice netleşiyor. Fakat binaların durumu açısından baktığımız mesafeden bir şey anlaşılmıyor. Yaklaştıkça, evlerin şekilleri belirdikçe, bir şey olmamış gibi görünüyor ya da olmuş olan yerler baktığımız lumbuzdan seçilemiyordu.
Nihayet iskeleye yanaştık, iniyoruz ve saat yaklaşık 11.30 civarı...Yeni yapılan meydan ve ötesindeki araç tırafiği yoğun görülüyor. İskeleden meydana doğru ilerlerken işte depremin ilk işareti... Meydanın asfaltının bir boydan bir boya, denize paralel şekilde çatlamış olduğunu görüyorum. Allah’ım beş on adım gittim gitmedim, yine denize paralel şekilde bir boydan bir boya ikinci bir çatlama...
Depremin diğer bir izini yeni almış olduğum dairenin yolu üzerinde bulunan iki şerefeli ve oldukça yüksek minaresi olan bir camii de gördüm. O bölgedeki sokak aralarını henüz tam seçme sürecine girememiştim. Çünkü bölgeden birkaç kez geçerek bu minareden yön tayin etmek için faydalanmıştım. Yön bulmamdaki mihenk taşım hep o iki şerefeli minareydi. Fakat şimdi, yine o minareyi arıyordum, bir türlü bulamıyordum. Birkaç yanlış teşebbüsten sonra, dörtlü yol ağzının köşesinde bulunan ya da bulunması gereken minare kayıptı. En azından ben göremiyordum. Yaklaştıkça durumun vahametini anladım Camii en azından yerindeydi; fakat minarenin alem kısmı belki inanmayacaksınız ama, yaklaşık otuz metre ileri, sokağın tam ortasına düşmüş ve üst kısmıyla birlikte duruyordu. Allah’tan karşıdaki binanın üstüne düşmemişti. Minarenin alt kısmı ise hemen dibine park etmiş plan kamyonun üstüne düşmüştü. Ama nasıl bir düşüş biliyor musunuz? Görmeyince inanılması zor. Çünkü kamyonun baş kısmı üstüne düşen minarenin betonları, kamyonun kıç kısmını havaya kaldırmış, yani arka tekerlekler yaklaşık bir metre yükselmiş ve boşlukta duruyorlardı. Deprem gece olduğu için, iyi ki içinde insan yokmuş diye düşünmeden edemiyorsunuz.
. (...) Binlerce insanın etkilendiği bu depremden ailemin bulunduğu ev, sadece bir dolabın devrilmesi ve camlarının kırılması boyutunda etkilenmişti. Allah’a şükrettik. Depremde ölen binlerce kişiye rahmet diledik. Fakat Türk Milletinin yardımlaşma dinamizmini o bölgede bir kez daha görüp, yaşadık.
Evet deprem bizim üzerimizde sadece maddi zarar bırakmıştı. Canımızın sağlığı adına bu da geçer dedik. Maddi zarar evimizde devrilen dolaptan ziyade, depremden yaklaşık bir ay önce bütün nakdi birikimimizi yatırarak almış olduğum dubleks dairenin bulunduğu apartmanın ağır hasarlı kapsamına alınıp, devlet eliyle yıktırılmasıyla oluşmuştu. Gelen mala gelsin dedik. Üzüntümüz, salt maddi birikimimiz adına değil, depremden bir hafta önce bir kısım eşyalarımızı o daireye yerleştirmiş olmamız ve oradan hiçbir şekilde hiçbir zaman faydalanma imkanımızın kalmamış olmasındandı.
VERİLMEYEN TARİH BİLİNCİ
Sonra günlerce düşündüm, bizim tarih bilincimiz birey ve kurumlar olarak ne kadar gelişmişti? Okullarda tarihin sadece ezberci boyutu, ders-sınav sürecinde uygulanıp geçiyordu. En azından benim kuşağım böyle görmüştü. Okullarda bir de İnkılap Tarihi dersi vardı. O ders yasak savma mahiyetinde ve daha dar bir zaman boyutunu, yine aynı yöntemlerle uygulamıyor muydu? Zavallı Türk insanı ve öğrenci gençliği!..Atatürk ancak bu kadar kolay ve ucuz bir şekilde, sizden uzaklaştırılabilirdi. Bu konuda da her halde lak lak ve çıkar Atatürkçüleri başarılı oldular! Üniversitelerde bu ders vardı; fakat bir kısım öğrenci gençliğinin moda ideolojisinin temeli: Marks’a, Engels’e, Lenin’e, Mao’ya ve hatta hatta Enver Hoca’ya uzanmamış mıydı? Kastro ya da Ho Şi Minh kimdi? Kapitalistlerce de parlatılan Che Guvera neciydi? Ya diğerleri: Humeyniciler; Atatürk’ü deccal olarak niteleyenler, hangi İnkılap Tarihi dersini geçip, hangi Atatürk İlkelerini öğrenip ya da öğrenmeyip de bu yollara düşmüşlerdi.
Evet bize tarih bilinci vermemişlerdi. Belki de o bilinci verecek olan hocalar, o bilgi birikimine henüz ulaşmamışlardı. Ya da müfredatlar buna müsait değildi. Benim tarih sevgim, deprem konusundaki bilinçsizliğimi, elbette gizleyemezdi ve de gizleyemedi. Bunu ben yaşayarak öğrendim. Belki de sizlerde benim gibi öğrendiniz ya da öğrenemediniz. Oysa deprem fiziksel anlamda bir dünya faaliyeti ise, tarihsel anlamda da süreklilik ya da tekerrür eden bir olay değil midir? Yani ben tarih bilincimi deprem üzerine odaklamış olsaydım ya da odaklayan bir toplum ferdini yakalayabilseydim. Yalova’dan daire alırken, deprem riskine göre hareket edip, beşinci kattaki bir daireye paramı, bir ihtimal hayatımı hiç gömer miydim? Elbette hayır. Şimdi deprem konusunda çok bilinçliyim. Depremin tarihsel boyutunda, Türkiye’de tur bindirmeyeceğim adam azdır.
Depremler kıtaların hareketiyle orantılı olduğuna ve bu hareket de devam ettiğine göre, bu durumun ilgili bölgelerde tekerrürünün de kaçınılmazlığı, sürekli gündemde tutulup düşünülmelidir.
Anadolu yarımadası, Kafkasya ve İran arazisi, Arap Yarımadası’nın; Afganistan ise Hint yarımadasının güneyden gelen itme kuvvetine maruz olduğuna göre, kuzeydeki Avrupa ve Asya kıtasının da buna mukabil karşı hareket içersinde olması: Kuzey Anadolu, Kafkas ve İran dağları ile Himalayaları etkin kılmaktadır. Olayın Hint yarımadası tarafı, tarihsel süreç de harekete daha erken ve daha yoğun şekilde başlamış olduğundan ve Hint Yarımadası’nın en güney noktasının Himalayalara olan mesafesinin bir ölçüde yakın sayılabilecek mesafede olması, bu dağların ortalama yedi bin metreyi aşmalarına, Tibet gibi yaylaların dört bin metreye ulaşmasına yol açmıştır, diye düşünüyorum.
Bizim ilgi alanımızdaki Kuzey Anadolu dağları, ortalama üç bin metreyi aşmış ve Erzurum yaylasının 1900 metreye gelmiş bulunduğunu bildiğimizden, bizim fay hattımızın daha geç döneme tekabül ettiğini ve bu nedenle daha da genç bir bünyeye sahip olduğunu ve itmenin ana üslerinden olan Arap yarımadasının en güney ucunun, Kuzey Anadolu dağlarına olan mesafesinin Himalayalara oranla çok daha uzak olmasından dolayı, dağ ve yayla yükseltilerimizin de, çok daha yavaş oranda geliştiğini söyleyebiliriz.
Buradan vardığımız nokta, dünyanın konumu bu şekilde olduğu sürece, kıtalar da bu yerlerde bulunduğu müddetçe, Anadolu bu depremlerden kurtulamayacaktır. O zaman hayatınızı, yaşadığınız coğrafyanın deprem faaliyetine göre belirlemek zorundasınız. Aynı Japonların yaptığı gibi...Çünkü deprem size göre bir yaşam modeli üretmez; siz ona göre üretmek zorundasınız. İsteseniz de böyle istemeseniz de. Yoksa maddi ve manevi toplumsal acılardan kurtulmanız mümkün değildir.
HALKIN DEPREM İÇİN ÜRETTİĞİ MODEL
Depremin fiziksel olan yönünü gördüğümüz için, bu işin bir de tarihsel yönünün olduğu gerçeğini de bilmemizde fayda vardır. Depremler genelde fay hatları üzerindeki süreklilik arz eden bir yapılanmanın sonucundaki kırılmalarla oluştuğuna göre de, tahlili ve incelenmesi için ikinci önemli mihenk taşı da kaçınılmaz olarak tarihi süreçlerdir diyebiliriz. Konumuz Kuzey Anadolu fay hattı olduğuna göre, bu fay hattının tarih boyunca sürekli kırılmaya maruz kalmış olması, bölgemizdeki deprem tarihi bilincinin oluşması için önemli bir noktadır. Peki bu bilinç oluşmuş mudur? Buna tam anlamıyla evet demek belki mümkün değil ama, durumdan ders çıkarma yapılmıştır. O da nedir diye sorarsanız? İstanbul’un tahta evleridir derim. Bu nasıl oluşmuştur? Bilhassa 1509 yılında İstanbul’u vuran büyük deprem, şehir insanının beş ya da altı da birini telef etmiştir. Bu telefatın ev tekniğinden olduğu düşünülmüştür ki –haklıdırlar- bildiğimiz ahşap, yani tahta evlere geçilmiştir. Bu evlerin en önemli mahsuru yangınlardır. Fakat depremle yangın kıyaslandığında, ölüm oranları depremlerin lehine çok yüksektir. Çünkü yangında çok yer yanmakta ise de; bağrış ve çağırışlar arasında çoğu insanda kurtulmaktaydı. İstanbullular bu nedenden dolayı ahşaptan vazgeçmediler. Ne zamana kadar? Bilhassa Menderesle başlayan sokak yıkımları ve apartmanların yapımının hızlanması, Demirel dönemlerinde iyice yoğunlaşmış ve Özal döneminde ise İstanbul’daki tarihi ahşap evlerin sayısı, her sokak ve mahalle için birkaç tane ya var ya da yok şekline dönüşmüştür. Yani biz deprem riski için ev üretme yerine, ekseri Laz müteahhitlerin isteklerine ve alıcı bireylerin de dış görünüşe önem verme anlayışına göre evler yaptırdık ve satın aldık ve de halen de aldığımız bu evlerde yaşıyoruz.
Kuzey Anadolu fay hattını, halk olarak birkaç bilim adamı istisna olmak üzere, tanımıyorduk. Tanımadığımız nereden belliydi? Sürekli dere ve deniz yataklarına ve tarlalara koca koca şehirler kurmamızdan... Adapazarı, Gölcük ve Yalova neyin nesiydi? İsmi üzerinde kardeşim! “Adapazarı” diyorsun, “Gölcük” diyorsun, “Yalova” diyorsun. Yani dere, deniz ve ova yatağı olduğunu biliyorsun ve bile bile lades işine giriyorsun. Buna pes denir. Buna kolay para kazanan insanların tuzağı denir. Üstelik Adapazarı’nda 1968 de bir deprem yaşamışsın. O zaman suçlu ayağa kalk ve hesap ver!
Tarih bir anlamda insanların, yaşayarak oluşturdukları ve torunlarına çeşitli biçimde aktardıkları faaliyetler olduğuna göre, insanlar Karamürsel’de bin yıl önce de yaşarken Gölcük’ü,Yalova’yı (Termal içeride hariç) neden şehirleşme anlamında tercih etmemişlerdi? Belki de geçmişin deprem faaliyetinin bu bölgelerde daha yüksek olduğunu görmüşlerdi... Gerçekten çok önemli bir nokta. 1999 Gölcük depreminde, Yalova merkez ve sahilinde önemli bir yıkım felaketi oldu. Oysa Karamürsel, Yalova’dan Gölcük’e çok daha yakındı ve daha az hasar aldı. Neden? Çünkü daha sağlam zemindeydi. Geçmişteki insanlar bu durumu yaşayarak görmüşlerdi. Peki, Gölcük ve Yalova’da hiç yaşanamaz mı? Yaşanır elbet. Depreme göre binalar yapar ve zemine göre kat oranları verirsen bu riski en az zararla kapatırsın. Özal yönetimleri sırasında 1985’lerden sonra Yalova’nın ilgili ilgisiz pek çok yerine, beşer-altışar katlı imar izinlerinin su dağıtılır gibi dağıtıldığı malumdur. Dağıtanlar kimlerdir? Hacı Mehmet Ovası kimin eseridir? İşte bunlara hesap soran kimse de yok! Neden? Yalova’yı çok düşündüğü söylenen Sayın Yaşar Okuyan bu durumu okuyamaz mı? Okuyabilirse altından hangi Çapanoğulları çıkar?
VELİ GÖÇER BİR GÜNAH KEÇİSİ Mİ?
Depremin sembollerinin başında hiç şüphe yok ki Veli Göçer adlı, sözde müteahhit kılıklı birisi vardı. Suçlu sadece o muydu? Yani Adapazarı’nda, İzmit’te, Gölcük’te Veli Göçer var mıydı? Veli Göçer’in suçu, Özal döneminin yap-işlet anlayışının bir numunesi olmasından öte, Özal’la benzerliği, gazetelere verdiği bol reklam ilanı ve Malatya’dan gelmiş olması değil miydi? 1980 sonrasında kaygan bir zemin kurulmuştu. Göçer’de Özal’ın malum politikasına dönük harekete geçmişti. Aynı hemşehrisi Nurettin Güven gibi, aynı Karadenizli Hasbi Ağa gibi, Antepli Yafes gibi, Afyonlu Horzum gibi...
Aslında Göçer kamu vicdanında suçluydu. Çürük binalar yapmıştı. Ama bu binaların reklamlarını Türkiye’deki en büyük tirajlara sahip gazetelere dahi yaptırmamış mıydı? O gazetelerin amacı sadece para kazanmak mıydı? Öyleyse sonradan niye Veli Göçer’i topa tuttular? Çünkü ‘öküz ölünce ortaklık bozulurmuş’ derler. Ya binalar, bir müteahhit hık deyince hemen yapılabilir miydi? Yani bu çağda binaların bulunduğu arazilerinin imarını ilgili belediyeler, kendi mühendis ve mimarlarına dönük bir araştırma sonucunda oluşturmuyorlar mıydı? Temel üstü ruhsatını kim veriyordu? Hangi mühendisler onaylıyorlardı? Ya yapılacak olan binaların puroje ve pilanlarını Veli Göçer mi çiziyordu? Hiçbir mühendis ya da mimarın ilgisi ve ya bilgisi olmuyor muydu? Tüm o aşamalardan sonra binayı belediyelerin hangi mühendisleri kontrol ediyorlardı? Binanın bitimini müteakip kimler ilgileniyordu? Binaların iskanını kim onaylıyordu? Görüldüğü gibi binaların temelinden bitimine kadar mühendis ve mimarların ilgisi ve bilgisinin olması zorunludur. Bu şahısların da üniversitelerden mezun, diplomalı insanlar olması lazımdır. Bu sistemde belki, üç beş diploma sahibini parayla esir etmiş olabilirler. O zaman, ilgili belediyeler neredeydi? Halen de neredeler?
Bu arada Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) nerededir? Binlerce yıkılan ya da ağır hasarlı binaların temelinden son aşamasına kadar onay veren mühendisler hakkında ne işlem yapmışlardır? 12 Eylül öncesi boyunca, sürekli faşizm edebiyatı yapmaktan başka, asli işleriyle ne kadar uğraştıkları da gün gibi açık olan bu kuruluşun, hemen ayağa kalkıp geçmişiyle ilgili öz eleştiri vermesi lazım değil midir? Depremde ölenlerin yakınlarına özür borçları yok mudur?. Sadece üç kağıtçı müteahhitlerin göz önüne sürülmesine ve toplumun bu konudaki uyuşturulmasına ses çıkarmayarak, vebalden kurtulabilirler mi?. Düzce, Adapazarı, İzmit, Gölcük ve Yalova’da ölen insanların ruhlarının girdabında boğulmak istemiyorlarsa ve toplum vicdanın kendilerini tanımadığını düşünüyorlarsa, işte biz tanıyoruz ve kendilerinde de bir parça vicdan kalmışsa ayağa kalkıp, gerçeği yüreğinizde görün diyoruz Eğer onur, sorumluluk ve dürüstlük duyguları varsa, bunu da yapmak zorundadırlar. Burada ideolojinin kör gözlüğünü takmamış olup, geçmiş günlerini sabah, öğlen, akşam içilen şurup ya da hap gibi faşizm edebiyatı ile geçirmemiş olan mühendis ve mimarlarımızı doğaldır ki, tenzih deriz.
KUZEY ANADOLU FAY HATTI
Bu hattın hareketiyle ilgili tarih araştırması yaptığımızda, hattın doğu ucunun Van gölüne, batı ucunun da Saros Körfezine uzandığı anlaşılmaktadır. Öyleyse Gölcük 1999 depreminin doğudan itibaren gelişimini izleyelim: Muş 1903, Erzurum 1924, Erzincan 1939, Niksar, Ladik, Ilgaz, Tosya ve Gerede’de 1942-1943-1944 yılları sırasında arka arkaya gelen depremler oluşmuş ve Amerikalılar dünyanın en önemli fay hatlarından birisini, yani Kuzey Anadolu Fay Hattını tespit etmişlerdir. Hareket batıya, yani Adapazarı’na 1968 yılında ve Gölcük’e de 1999 da gelmiştir. Sonrası 2... lerde, olacak ama, aması var işte. İstanbul da mı, Tekirdağ da mı olacak yaşayanlar görecek.
Görüldüğü gibi bu deprem, yaklaşık yüz yıllık bir süreçte doğudan batıya ulaşılmıştır. O zaman şu soru akla geliyor. Hareket başlayıp sürerken yeni bir turun da başlaması lazım değil mi? Doğrudur. Bu fay hattı ile ilgili olarak yirminci yüzyıldaki ikinci tur: Muş/Varto’da 1966 da başlamış, Bingöl 1971, Erzurum 1983, Erzincan 1992 ve ?. Şimdilik bu bölgenin de sonrası meçhul...Görünen odur ki, yani batıya doğru ikinci dalgada hareket etmiş durumda...
Bir de tarihin geçmiş sürecine dönük bir sürü örnekler verilebilir. Fakat bizim yarınlara bakmamız lazımdır. Yani ne olursa olsun eninde sonunda deprem batıya ulaşmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Gölcük sonrası da vardır. Kulaklara küpe olsun...Burada Gölcük depremi sonrasında gelişen bazı olumsuz faaliyetlerin ekonomik yönünü de, yani para hırsı olan ve vicdanlarını cüzdanlarına odaklayan şahıs, görevli ve politikacıları, kamu vicdanına, o da yetmez ise Allah’a havale ediyorum. Bu depremde ölenlere Allah’tan rahmet, yaşayan mağdurlara acil şifalar ve gelecekte güzel günler görmeleri temennisinde bulunuyorum.