Pencerenin önünde oturan adamın bakışları hüzünlüydü. Gözleri uzaklarda bir noktaya odaklanmıştı. Bu mesafe içinde bulunan cisimleri görmüyordu sanki. Belki de görmek istemiyordu. Buraya geleli çok olmamıştı. Ancak, bir ömür boyunca böyle yerlerde yaşamış gibiydi. Hayatından bezmiş değildi ama etrafındaki insanlardan bıkmıştı doğrusu.
Yıllar önce gördüğü korkulu bir rüyanın sıkıntısını üzerinden atamıyordu. Aralarında yargı mensupları ve akademisyenler de bulunan koca koca adamlar ceket düğmelerini iliklemiş, esas duruşta birtakım marşlar söylemekteydiler. “Aman nolur yapmayın!” demek istedi; olmadı bir türlü. Boğuluyordu sanki, nefes almakta güçlük çekiyordu. “Ah bir uyansam, bunun rüya olduğunu bir anlasam” diyordu. Başaramadı.
Adalete güvensizliğin, devletin çöküşüne yol açacağını biliyordu. “Adalet mülkün temeliydi.” Küfr ile devlet olur ama zulm ile (yani adaletsiz) olmazdı.” Halkın yapay gündemlerle cephelere ayrılmasının sosyal çalkantılara yol açacağını anlatmaya çalıştı; boşuna... Birileri, “sen bu işten anlamazsın, sen sığ yerlerde yüzüyorsun, biz ise derinden gidiyoruz” dediler.
Bir gün, gözünün önünde uzayıp giden karanlık bir deniz gördü. Bordasında süslü harflerle “ekonomi” yazan bir de gemi vardı. İçi boştu, boşaltılmıştı. “Bunun kaptanı kim, tayfaları nerede? Yoksa uzaktan mı kumanda ediliyor?” diye soracak oldu. Karşısında biri sırıtan, öbürü dik dik bakan iki kişiden dik bakışlısı, “ne yapacaksın, niye soruyorsun; işin yok mu senin?” diye çıkıştı. “Etmeyin ağalar, bunu böyle başıboş bırakmayın! Ehil, namuslu kişilerin yönetiminde şöyle bir rotaya koyun da hepimizin yüreği ferah olsun” dediyse de, o sırıtan birincisi herkesi küçümseyen bir eda ile, “Biz onu çıpaya bağladık, senin aklın ermez” diye kestirip attı. Meğerse bu adam, her şeyi bilen medyatik bir ekonomist imiş.
Dayanamadı, yine konuştu: “Bakın bu denizlerde çok fırtına olur. Bora denilen bir rüzgâr vardır. Bir patladı mı söker çıpanızı, tarar götürür. Gelin adam gibi üretime yönelelim. Herkes fedakârlık yapsın. Delikleri tıkayıp kaçakları önleyelim” dediyse de nafile... O, ikinci hışımla, “Arkadaş bu ülkenin iş hayatı bizden sorulur; medya da bizim kontrolümüzdedir. Boşuna nefesini tüketme! Bizim dediğimiz olagelmiştir hep. İstediğimizi istediğimiz gibi konuşturur, istediğimizi de uyuturuz. Çekil bakalım şimdi yolumdan!” diye ünledi. Şaka yapmıyordu, adamın yüzü iyice kararmıştı. Bu “global” çehrede şu cefakâr halkın çilesini, vatandaşın sıkıntısını yansıtan tek bir çizgi yoktu.
Buradan, bunların olduğu yerden bir an önce uzaklaşmalıydı. Düşünmeye başladı. Ülkenin vefalı, çalışkan, vatansever iş adamları niye ortalıkta görünmüyor? Neden sipere yatmışlar acaba? "Fincancı katırlarını ürkütmeyelim” diye bu kabir çukurundan başlarını çıkarıp bakmayacaklar mı?
Aynı ocaktan yetiştikleri bir üniversite hocasına bir gün şöyle demişti: “Ya hu! Bu ne biçim liberal ekonomidir? Biz İkinci Dünya savaşından sonra Batı ülkelerinde, liberal ekonomi sisteminin bir fazilet düzeni olduğunu, her şeyin rekabete açık bulunduğunu ama haksız rekabetin önlendiğini görmüş ve özenmiştik. Ya şu bizdeki vurgun, soygun düzeninin neresini alkışlıyorsunuz?” Aldığı cevap gerçekten düşündürücü idi: “Haklısın ama bizlere gerçeği söyletmiyorlar. Varsa yoksa globalizm ve yeni dünya düzeni. Hayali ihracatın bile faydalarını (!) anlatmak zorunda kalıyoruz.”
Yine önemli bir medya gurubunda iyi yer tutan gazeteci arkadaşının da bu konuda aynı görüşte olduğunu hayretle gördü.
Aklı günden güne karışıyordu.
Gönül erleri, yürekli gençlerin hayatları pahasına destek verip güçlendirdiği bir parti seçimlerde öne çıkınca, onların ilere gelenlerine şöyle demişti:
“İyi düşünün! Kişilik sahibi olduğunuzu gösterin. Sakın ola ki Türk milletiyle yıldızı barışmayan şu güdümlü medyanın etkisi altında kalmayın.” Dinlemediler. “Bizim akla ihtiyacımız yok” havasıyla, gülüp geçtiler. O medyanın istediğini yaptıkları sürece övülüp göklere çıkarıldılar. Birileri, “Aman bunlar pek uslu ve uyumlu kişilermiş de biz bilememişiz” demeye başladılar. Böylece, iktisadi bağımsızlığı yok eden kararların bile milliyetçiliğe ne kadar uygun olduğunu kabul ettirmeye çalıştılar.
Düşündükçe içi eziliyordu, ağlamaklı oluyordu.
Yine bir gün çok değer verdiği bir kurum adına yapılan bir konuşma onu çok üzmüştü. Uluslararası bir ihalenin siyasi, iktisadi, kültürel ve sosyal açıdan sakıncaları üzerinde vatansever ilim adamlarıyla konuşuyorlardı. Bir de baktılar ki bu gerçekleri tartışanlar –en hafif deyimle- azarlanıyor. O kadar haksız ve ön yargılı suçlamalarla karşılaştılar ki gülüp geçsen bir türlü, karşı çıksan bir türlü...
Aynı ağırlıkta cevapları davet eden sözlerin üzerinde durmayıp, duymazlıktan gelmek en doğrusuydu. Çünkü bu kutsal kurumlar zaten böyle kişisel demeçlerle yeterince yıpratılmaktaydı. Buna yol açmaktansa böyle yersiz ithamların ağırlığını yüreklerinde taşımak daha doğru olurdu.
Zaten hayatı boyunca sabır ve fedakârlık hep kendilerinden beklenmişti.
...
Sonunda kendisini bu pencerenin önünde uzakları seyrederken buldu. Öylece dalıp gitmiş, herkes gibi o da hiç bir şey düşünmemenin rahatlığına kendisini bırakmıştı.
Ama birden garip bir şey dikkatini çekti. Aşağıdaki birisi yüzünde aptalca bir ifade ile sırıtarak kendisine bakıyordu. “Ne var” gibilerden o da ona bakınca adam,
-İçeride kaç kişisiniz? demez mi.
Sanki dünya başına yıkıldı. İşte o zaman layık olduğu cevabı hemen verdi:
-Ya siz! Siz dışarıda kaç kişisiniz?