Sosyal alandaki hızlı gelişmeler ve teknolojide katlanarak artan ilerlemeler dünyada yeni arayışlara yo açarken, ülkemizde kısır çekişmelerle çok vakit kaybedilmiştir.
Bu keşmekeş içinde hâla düşünme yeteneklerini koruyabilen vatandaşların “Nereye gidiyoruz?” ya da “Ülkenin sahibi yok mu?” sorularını sık sık sormaları, işin ciddiyetini göstermektedir.
Aynı endişeyi yakın bir geçmişte dile getiren kişilerin yetki ve mevki sahipleri olduklarında meseleyi hafife alan bir tavırla, bu soruları vehimden ibaretmiş gibi göstermek istemeleri “içtenlik” kavramıyla bağdaştırılamaz.
Birçok yönden geniş bir potansiyele sahip olduğu bilinen bir ülkenin milli hasılası kadar borç batağına düşmesine sebep olan yöneticilerin, demagojiye sapmadan kendilerini savunmaları mümkün değildir.
Bir toplumun millet olarak nitelenmesi için gerekli olan özellikler, baştakilerin bilgisizliği ya da umursamazlığı yüzünden kaybolup giderse, orada uzlaşmanın sağlanması güçleşir, hatta imkansız hale gelir.
İnsanların yüzü gülmüyorsa, kişiler ya da gruplar arasında örtülü bir husumet varsa, o toplumu millet olarak bir arada tutmak zorlaşır.
Gerçekten birlik ve beraberlik isteniyorsa, millet ile devlet barışık olmalıdır. Bunun da çaresi, devlete ağırlık kazandıracak yöneticilerin iktidara gelebilmeleridir. Yönetici, milletini sevmek zorundadır. Halkın ekmeğine göz dikmiş olan vurguncu takımına hoşgörü göstermek hakkına sahip değildir.
Anayasaların ruhu, milletle devletin anlaşması, uzlaşması değil midir? Anayasa bu ruhu taşıyan ve yaşatan bir mukavele (sözleşme) değil midir? Anayasalar devleti ayakta tutmak, dolayısıyla milleti ayakta tutmak için yapılmıyor mu?
Niye, rejimleri oturmuş, ekonomileri güçlü -ve asıl önemlisi- gelir dağılımı âdil olan ülkelerde, sık sık anayasının ihlal edilmesinden korkulmuyor? Neden böyle ülkelerin bazı vatandaşları, anayasa düşmanı ya da rejim karşıtı olarak ilan edilmiyor? Buna karşılık niçin bazı ülkelerde bu konuda devamlı bir tedirginlik ve korku yaşanıyor?
Yetmiş yıl kadar önce, onbeş milyonluk bir nüfusla ve çok küçük bir milli gelir ile her alanda sözü geçen, dünyada saygın bir yeri olan bu ülkenin şimdi komşularının haksız ve saygısız davranışlarına muhatap olması, vatansever yurttaşları yürekten yaralamaktadır. Bu, komşu denilen devletlere arada sırada -ve onların karşıtlarına da mesaj vermek maksadıyla- çıkışmak, belki bu yoldan şahsına puan toplamak isteyenler için önemli olabilir. Ancak bu beyanatların Türkiye için başka bir yararı olduğu söylenemez.
Hatalarını gözden saklayabileceğini sanarak -yasak savmak kabilinden- verdiği demeçlerle devletini defalarca özür dilemek zorunda bırakmak da böyledir. Hem de zulüm yapanlara “Haksızsın!” demiş olsan bile... İşte bağımsız dış politikanın erdemi böyle hallerde iyice anlaşılır.
Yabancı devletlerin ve onların istihbarat kuruluşlarının doğrudan ya da dolaylı olarak ülkemize destek verir gibi görünmeleri, bu işin sakıncalarını düşünemeyen kişilerin hoşuna gidebilir. Ancak bunun karşılığında kısa ve uzun vâdeli hedeflerinin ne olduğu ne götürüp ne getireceği çok iyi değerlendirilmelidir. Aslında çoğu zaman önemli bir fayda sağlamayan hattâ bir takım sinsi planlara dayandığı için bazan problem çıkaran bu gibi alış verişlerin basit iç politika hesaplarında kullanılması en azından utanç vericidir. Çünkü gelişmemiş ülkelerde kendi halkını yönlendirmek için yapılan böyle uygulamalar, hiçbir zaman milletin hayrına olmamıştır. Bu tertiplerin çok az kimse tarafından bilinebilmesi, çoğunluğun bu işlerin farkında olmaması yüzünden, kötü niyetliler rahatça at oynatabilmiştir. Ancak oyunu seyredenler gibi, sahneye koyanların da sonu hüsrandır. Onun için, her türlü oyundan bir an evvel vazgeçip toplum içinde uzlaşma sağlamanın yolları aranmalıdır.
Belli çevrelerin adamları olduğu açıkça görülen zavallıların medyada yürüttükleri haksız ve çirkin kampanyaların ülkeye zarardan başka ne katkısı olabilir? Ayrıca bu kişilerin kendilerine yetmeyen akıllarıyla patronlarına hangi şartlar altında ne kadar süreyle faydası olur? Bunlar her gün ülkedeki fikir ve siyaset ortamını gerginleştirecek uydurma haberlerden, yorumlardan vazgeçmedikçe huzur ve sükûn sağlanması mümkün değildir. Böyle yanlış davranışlar vatandaşları birbirine düşürmektedir.
Tekrar edelim, toplumu millet yapan ögeleri yok saymak bütün sıkıntıların temelini teşkil eden önemli bir rahatsızlıktır. Kişiler birbirini sevmiyorsa hattâ birbirine husumet duyacak hale getirilmişse, mutlaka bu hastalığın kökenini araştırmak gerekir.
Doğruluğun ve gerçeği aramanın kimseye zararı yoktur. Cehaletle savaşmak cesaret ve samimiyet ister. “Halkın büyük çoğunluğu gerçekleri öğrenmesin” zihniyeti toplumu çökertir. Bu düşünce tarzı gaflettir.
Toplumsal uzlaşma için ilk şart bilgili, dürüst, saplantılardan kurtulmuş, açık zihinli ve -en önemlisi- vehim ve korkulardan sıyrılabilmiş kişileri iş başına getirebilecek bir sistemin kurulmasıdır. Bunun tek yolu ise halkın bilinçli olmasıdır.