Doğu Akdeniz haritasına baktığınız zaman, Türkiye’nin İskenderun körfezine doğru namlu gibi ya da işaret parmağı biçiminde uzanan kısmıyla, Kıbrıs Adasını görürsünüz. Bu ada şimdilerde, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı tam bir politik silah olarak kullanılmaktadır.
A.B. Türkiye ile yapmış olduğu ‘Gümrük Birliği Protokolünü 13 Aralık 1995’te imzaladıktan sonra Kıbrıs konusunu sert bir zemine çekmiştir. 1997 Haziranından sonra da Kıbrıs konusunda çıtayı iyice yükselterek, A. B. D. ile olan çelişkisinden dolayı, ön sıraya geçirilmiş ve bu bölgede Türkiye’ye karşı yeni bir yapılanma içersine girdirilmiştir.
Günümüzde insanların yaşadığı toprakların ve topraklar üzerine kurulmuş ya da kurdurulmuş olan devletlerin, devlet olabilmeleri için, bir de maliyet hesabı olduğunu hiç düşündünüz mü? Bu çeşit maliyetlerin bedeli bizim topraklarımızda, Türk insanının kanıyla yazılmıştır ve yine Türk insanın canıyla ödenmiştir. Ne kadar ağır bir bedel ve maliyet değil mi?
Evet Türk Milleti, Kıbrıs için can ve kan ortaya koymuş, bu işin bedel ve maliyetini 6 Ağustos 1571 gününde Venediklilere ödemiştir. Bundan dolayıdır ki, Yunanlılarla ve Yunanistan Devletiyle bu hususun müzakeresinin yönü, tarihsel yapı açısından söz konusu olamaz.
Doğu Akdeniz’in denetlenmesi için en uygun yerde bulunan bu kara parçası, Kraliçe Viktorya döneminin azgın sömürgeci anlayışını temel alanlarının cirit attığı, bir meclise sahip olan İngiliz İmparatorluğu yöneticilerinin dikkatini çekmiştir. Kıbrıs, bu sömürgecilerin akıllarında, Mısır’ı, Süveyş Kanalı’nı ve Hint yolunu kontrol etme anlayışında, ele geçirilmesi gereken çok önemli bir nokta pozisyonunda, sürekli olarak belirmeye başlamıştır.
İngilizler için bu fırsat, Çarlık Rusya Ordusunun Rumeli’den Yeşilköy’e doğru, önüne geleni yok etme anlayışındaki yaklaşımından ileri gelmiştir. Bu durum, İstanbul’un Rusların eline geçeceği korkusunu beraberinde getirmiştir. Bu korkuyu duyanların başında İngiltere, Fransa ve de birliğine yeni kavuşan Almanya vardır. Bu ülkelerin korkularındaki gerçek ve bu gerçekteki, gerekçe neydi?
Onlar için, ‘Hasta Adam’ adını verdikleri bir devletin varlığı, ‘Ayı’ adını taktıkları Çarlık Rusya’sı ile elbette bir olamazdı. Aslında ’Hasta Adam’ Batılı emperyalistler için, Ruslara yüz kere, bin kere değişilmeyecek bir yönetimdi. Eğer Ruslar İstanbul ve Anadolu’yu ele geçirilirlerse, onları buradan atmanın zorluğu, Osmanlıların ellerinden bu bölgeleri yavaş yavaş almanın kolaylığı yanında, düşünülüp tartışılan bir nokta olmuştur ki, Osmanlının yenilgisinden kaynaklanan bedelleri, kendi çıkarlarını temel alacak şekilde ve bu arada Çarlık Rusya’sını da tatmin etmek uğruna, Berlin Kongresi’nde toplattılar.
PADİŞAHIN KIBRIS’I, İNGİLİZLER’E KİRALAMASI
Osmanlı’nın kaderini ölçüp/biçmek için 1878’deki Berlin’de yapılan/yaptırılan bu faaliyete, Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit ve yönetimi sadece seyirci kalabilmiştir. Onlar aynı zamanda Rusların Yeşilköy’de dikmiş oldukları zafer anıtına da hiçbir zaman dokunamayacaklardır. Bu anıt, ancak 1914 yılında İttihatçılar tarafından tarihe mal olsun diye, filme alınacak bir biçimde, bombayla yıktırılıp ortadan kaldırılacaktır.
İşte bu açılımın evvelinde, daha Rus orduları İstanbul’a gelmeden önce Sultan II. Abdülhamit, İngiliz yönetiminden ve yönetimin başındaki Kraliçe Viktorya’dan yardım istiyordu. İngilizler, Ruslara karşı Osmanlılara, bölge stratejileri açısından, elbette uzun vadeli çıkarları için, kısa vadede yardım yapacaklardı ve de yapmak zorundaydılar. II Abdülhamit’in talebi ve bu talebi besleyen Rus işgali, padişaha karşı kozlarını iyice arttırmıştı. Hatta kasıtlı olarak Sultan II. Abdülhamit’in, İstanbul’un düşmesi ihtimali korkusu içersinde yaşayarak/yaşatılarak, burnunun iyice sürtülmesinin ve gururunun kırılmasının pozisyonunu da beklemişlerdi.
İngilizler Padişaha, Ruslar’a karşı yardım edebilmeleri için istekler sıraladılar. Bu isteklerin ve bu isteklerdeki tavizlerin en önemlilerinden birisi Kıbrıs adasıydı. II. Abdülhamit denize düşmüştü ve de yılana sarılıyordu. Eğer Ruslar durdurulamazsa hem iktidarı, belki de soyunun emrinde yüzlerce yıldır yaşayan devlette, elden gidebilirdi. Neticede Kıbrıs’ın İngilizler lehine oluşturulan yeni durumunu kabul etti. Bu kabul durumuyla bildiğimiz ve halen yaşadığımız “Kıbrıs Sorunu”nun temeli atılmıştı. Kıbrıs, 4 Haziran 1878 döneminde İngilizler’e kiralık olarak teslim edilirken, benzer talepler ışığında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na da Bosna veriliyordu. Bir ölçüde “Bosna Sorunu”nun temeli de bu şekilde atılıyordu. İngilizlerin Adaya sahip olma maliyeti, kan ve can bedeli anlamında maliyetsizlikti. Gerçi Adamız bedavaya gitmemişti. Yıllık kirası 92 bin altındı.
İNGİLİZLER VE İSLAM
Dünyada İngilizler kadar, yayılma stratejilerinin hakimiyet boyutunda, taktik açısından İslam dinini kendileri için başarıyla kullanan kaç devlet vardır?Belki bu çizgiyi kullanmadaki başarı boyutunu, ünlü “Yeşil Kuşak Teorisi”nin uygulamadaki açık ve kapalı yapısıyla, bir ölçüde A. B. D. sağlamıştır. Bu durumda normaldir. Çünkü A. B. D. her anlamda ve alanda, 1945 ten sonra İngitere’yi yedeklemiştir. Aralarındaki ilişki usta-çırak, ağabey-kardeş şeklindedir. Kaldı ki takiyecilik genlerinde vardır.
Türklerin hakimiyet noktalarına gelindiği zaman, İngilizlerin malum İslam politikaları, Milli kimliği silici noktaya gelmektedir. Bu konuda Kıbrıs’la ilgili olan bir yazarımız şöyle demektedir:
“İngiltere Hükümeti, başlangıçdan itibaren Kıbrıs Türklerine, milliyetlerini unutturarak onları dejenere bir topluluk haline getirmek için her çareye başvurmuştur. (. . . )Kıbrıs Türk Cemaatine, milli benliğini unutturma yönünde girişilen çabaların başında Kıbrıs Türklerini “Türk” olarak değil “İslam” cemaati olarak (Dikkat buyurun Todor Jivkof Bulgaristan’ı ile günümüz Yunanistan’ı Türkler konusunda aynı yolun uygulayıcısı olarak görülmektedirler. ) empoze etmek ve dünyaya bu şekilde tanıtmaya çalışmak gelmiştir. Bunu yaparken, Alicenap (!) İngiliz Hükümetinin İslamiyetin hamisi (!) gibi görünmekten çekinmediği durumlar çoktur. Yüksek Öğretim müessesesi bulunmayan Kıbrıs’ta, Türklerin yegane Orta Öğretim müessesesi olan Lise bütün mücadelelere rağmen Türk Lisesi değil “Kıbrıs İslam Lisesi” olarak muamele görmüştür. “
Aynı konuda Rauf Denktaş da yaşadıklarını şöyle anlatmaktadır. “Bu yıllarda (1932-1934 yılları) öğretmenlerimizden milli bir şiir, milli bir hikaye işittiğimizi hatırlamıyorum. Meğer memlekette müthiş bir baskı varmış. “Türküm” demek yasak edilmiş. “İslam’ız” demeliymişiz. Türklük yokmuş. Türk Bayrağı yasak, hatta kırmızı beyaz sembol bile yasak. Okullardan ilk okul okuma kitapları alınmış. İçinde milli renk, milli resim bulunmasın diye. . . ”
İslam bizim dinimiz. Fakat dinimizin özü, milli kimliğimizi silme adına hareket etmeyi bizden istemiyor. Üstelik milli kimliğimizi, dini kimliğimizle düşman gibi göstermenin amacı nedir?Bunları İngilizler eliyle yapmanın hedefi nedir?
Ne yazı ki ülkemizde dahi Ne Mutlu Türküm Diyene sözcüklerinden rahatsız olanlar yok mudur?Bu gibi kimselerin, İslam dinini kullanarak bunu yapmaları işin en hazin olan yanıdır. Şurası iyice bilinmelidir ki Türk insanı için İslam dini, hem ruhunun çıkış yolu, hem yaşantısının baş tacı ve her zamanda yol göstericisidir ve öylede kalacaktır. Fakat Arapçılık ve Farsçılık maskesini gizleyip te hareket edenlerin şerrinden Allah Türk Milletini korusun!
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, İngilizlerin Kıbrıs politikasında en büyük rakip olarak Kemalizm ve Türklük kavramını gördükleri anlaşılmaktadır. Nitekim yazar Teoman Fehim şöyle der: “Sömürge idaresi, Atatürk ilkelerinin uygulanmasına karşı en büyük engeli teşkil etmiştir. ”
Aynı konuda Denktaş’ta şunları yazmıştır: ”Halk arasında ne konuşulduğunu hükümete vasıtalı veya doğrudan duyuran casuslar vardı. Kemalist, İngiliz aleyhtarı addedilen “şüpheli”ler geceli gündüzlü takip edilirdi. Babam da bu “şüpheliler” listesinin başında gelirdi.(...) Suçu Atatürk’ün reformlarına uymak, milliyetçi liderlerin yanında onlarla işbirliği yapmak, çocuklarını Türkiye’de okutmak ve İngiliz idaresinde Türklere yapılan haksızlıkları korkusuzca dile getirmekti. ”
İNGİLİZLER VE KIBRIS
İngilizler, Kıbrıs’ı 4 Haziran 1878 kirayla aldıktan sonra, 5 Kasım1914 de tamamen iltihak ettiler. İngilizler adayı uzun yıllar doğrudan ellerinde bulundurdular. Bu ada onlar için Doğu Akdeniz’deki sömürgelerinin kontrol noktasıydı. Osmanlı Devleti’nden alınan Mısır. Arap yarımadası ile Filistin ve Irak bölgelerine ulaştıkları noktalardan birisi de bu adaydı. Bilhassa Süveyş Kanalı’nın kontrolü içinde bu adadan daha güzel yer yoktu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumundaki Lozan’da da Kıbrıs adası lehine talep yapılamadı. Bilakis İngiliz hakimiyeti kabul edildi. Ada’nın konumu İngiliz emperyalizminin konumuna göre gelişme gösteriyordu. İngiliz emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgeleri üzerinde, büyük bir hakimiyet bunalımına girince, A. B. D. emperyalizmi ile müttefik olma sürecini sadece savaşlarda (I. ve II. Dünya Savaşlarında olduğu gibi) değil barışta da yapma kararı alarak, yeni bir anlayışa geçti. Bu durumunda mimarı Vinston Çörçil’di. Çörçil’e bu kararı aldırmasında Sovyetlerin etkisi olmuştur. Demirperdenin oluşumundaki ürkütücü türden yayılmacı gelişmeler, bunun ana nedenleri arasında sayılabilir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Hint yarımadasındaki uyanış, Yahudilerin Filistin’deki devlet girişimleri İngilizlerin A. B. D. ’nin koltuk altına yerleşmesinde ne kadar haklı olduklarını göstermiştir. A. B. D. ve İngiltere, Anglo-Sakson kardeşler olarak sömürgecilikte yumuşak süreçler oluşturabilmek ve Sovyet yayılmacılığını durdurabilmek için Batı’dan doğuya doğru bir sürü paktlar oluşturmuşlar ya da oluşturtmuşlardır. NATO, CENTO, RCD vs. . .
Mısır’da Kıral Faruk(1951), Irak’ta Kıral Faysal devrildi(1957). !956 da Süveyş ‘te bunalım yaşandı. 1953’te Şah Rıza İran’dan İtalya’ya kaçtıysa da, CİA’nın müdahalesiyle Şah’ı deviren Başbakan Musaddık öldürüldü ve Şah tahtına iade edildi. Bütün bu gelişmeler Anglo-Saksonların çöplüğünde öten horozların olduğunu gösteriyordu.
İngilizlerin eski açık sömürü alanı olan Afrika’da da, kıpırdanmalar yoğunlaşmaya başladı. Rüzgar Sovyetler lehine esiyordu. Hatta A. B. D. ’nin burnunun dibindeki Küba bile Kastro ve adamları yüzünden yörüngeden çıkıp, Sovyet yörüngesine takılmıştı. İngilizlerin sömürgeleri için geliştireceği İngiliz Domünyonları anlayışı, komüncü anlayışın esiri olmaya mahkum gibiydi. Kısaca, o yıllarda Komücüler, domüncüleri ham ediyorlardı.
BAĞIMSIZ, BAĞLANTILI KIBRIS CUMHURİYETİ
Evet bu cumhuriyet bağımsızdı. Birleşmiş Milletlere dahildi. Fakat bu cumhuriyet İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’a bağlantılıydı. Neden İngilizler, geçmişte kirayla girerek el koyup, fiilen hakim oldukları bölgeden Agratur ve Dikelya üslerine sığınarak çekiliyorlardı. Çünkü yeni sömürgecilik politikaları bunu gerektiriyordu. Yoksa işler berbat olabilirdi. Bilhassa Rumlar içersinde komünistlerin oranı bayağı yükselmeye başlamıştı. Gelecekteki süreçte AKEL Partisi bunu somut oy yüzdesi ile de ispat edecektir.
1945 sonrasındaki savaş sonrası dünya düzeninde Anglo-Saksonların hakimiyet teorisindeki sıralama değişikliğinde A. B. D. ’nin öne geçerek İngiltere’yi koltuk altına alması, hem İngiliz sömürgelerinde, hem de dünyanın diğer sömürgeci ülkelerinin talan ettikleri topraklardaki, kurtuluş adına açmak isteyen çiçeklerin taç yapraklarına ya Sovyet çorabı örülmüş ya da yeni sömürgecilikteki sahte bağımsızlık maskeleri taktırılmıştır.
Dolayısıyla bu ülkelerin dünya üzerindeki etkileri çok sınırlı kalmıştır. Bu anlayışları olduğu sürece de aynen öyle kalmaya da mahkum gibidirler. Çünkü onların hakimiyetini belirleyen güç öyle istemektedir. O ülkelerin liderleri, yönetim kadroları, sadece göbekten değil her yerlerinden, peşkeş çekildikleri emperyalizm anlayışın bağlıydılar. Ya Sovyetler ya da A. B. D. . .
Tarih 20 Temmuz 1974 Türk ordusu Hatay’dan sonra ilk defa Türkiye Cumhuriyeti topraklarının dışına çıkıyordu. Gerçi Hatay’daki durum, olmuş armutları toplamaya benziyordu. Hatay’ında politik sert zeminini, Atatürk tarafından sağlığı pahasına düzeltmişti. Ordu O’nun ölümünden sonra bölgeyi sadece ve sadece devir alıyordu.
Kıbrıs biraz farklıydı. Kan kokuyordu. Üstelik deniz aşırıydı. Bundan öncede 1964 ve 1967 ‘de sorunlar yaşamış, dönemin Başbakanları İsmet İnönü ve Süleyman Demirel, A. B. D. baskısı ile askeri imkanların yetersizliğini (Çıkarma gemileri gibi. . . ) de bahane ederek, sorunu geçiştirmişlerdi.
Ne olmuştu da,1974 te ki noktaya gelinmişti? Aslında bağlantılı Kıbrıs, bir yapıştırma devletti. (Türkleri, Rumlar içersinde eritmeye çalışarak) 16 Ağustos 1960 yılında sezaryanla dünyaya, zoraki bir şekilde getirilmişti. Bu devlette Türkler, !974’e gelene kadar, 1963/1964 ve 1967 sorunlarını yaşamışlardı. Şimdiki sorun görüntü açısından Rumların içindeymiş gibi görünse de uluslararası emperyalizmin sorunuydu. Yani 1974’ün sıcak yazında, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kara cüppeli, Papaz lideri Makaryos, Yunanistan’ın Cunta Yönetimince desteklenen Nikos Samson adlı bir fanatik tarafından, darbeyle yerinden ediliyor, Papaz soluğu Avrupa’da alıyordu.
Neden bu duruma gelinmişti? A. B. D. açısından bakıldığında, gelişme çok olumluydu. Çünkü Nikos Samson tam CİA’lık bir adamdı. Faaliyetleri de A. B. D. ’nin çıkarıyla bütünleşiyordu. Makaryos bundan farklı mıydı? Evet, Papaz Sampson gibi açıktan anti-komünist tavır takınmıyordu. O bir çeşit ikili oyunlarla, hem Avrupa’yı, hem Sovyetleri, hem Üçüncü Dünya ülkelerini, üstelik bir ölçüde Türkiye’yi ve hatta AKEL’i de idare eden ‘Yedi Kocalı Hürmüz’ gibiydi. Papaz’ın Samson kadar güven vermemesi, elbette A. B. D. açısından pek olumlu değildi
Yunanistan’daki Cunta açısından Makaryos da, Sampson da iyi insanlardı. Fakat Cunta iktidara geleli yedi yıl olmuştu. Yunan halkına pek bir şey kazandıramamışlardı. Samson’un bu darbesi, kendilerinin geleceği adına, hem Megalo İdea düşüncesini hızlandırabilir, hem de Yunan halkı üzerindeki etkilerini artabilirdi. Dolayısıyla Yunan yönetimi adına, darbe olumluydu.
Avrupa’da Almanya ve Fransa için, aşağı tükürülse sakal, yukarı tükürülse bıyık misaliydi. Çünkü AKEL’in büyümesi onlar adına da olumsuzdu. Fakat A. B. D. yanlısı Samson da iyi bir örnek değildi. Onlara göre en iyisi yine Papaz Makaryos’tu. Papaz’ın göreve geri gelmesi açısından, adeta Türkiye’nin harekatına göz kırpıyorlardı.
İngiltere ise, hem A. B. D. ile birlik olmanın, hem de Avrupa’ya yamanmanın sürecinin utangaçlığında, ‘Ne Şiş Yansın Ne Kebap’ misali, hareket ediyordu. . Bu nedenle adeta ikili oynuyor. AET’ye A. B. D. itmesiyle dahil olmanın ışığında, ne Avrupa’ya, ne A. B. D. ’ye ne de Türkiye’ye ve hatta Sampson’a karşıda bir şey yapamıyordu.
Sovyetler ve yandaşları ise, tamamen anti-Sampson’cuydular. Çünkü Kıbrıs üzerindeki oyunlarının merkezi olan AKEL isimli Parti, devre dışı bıraktırılmıştı. Ne pahasına olursa olsun, oradaki yeni oluşum ortadan kaldırılmalı, Nikos Samson yok edilmeliydi. Bu nedenle Sovyetler, harekatın başlangıcından itibaren, Türkiye’yi destekliyor ve teşvikte ediyordu.Kaderin çıkar cilvesine bakın, A. B. D. ’nin müttefiğini Ruslar ve yanlıları destekliyordu.
Türkiye, Kıbrıs’a harekat için, yasalardan kaynaklanan yasal hakkını, askeri zeminde kullanmak istiyordu. Sözde dost ve müttefik A. B. D. (Kuyruğuna basılan kedi nasıl zıplarsa) bu hakkı tanımıyor. Türkiye’yi cezalandırmakla tehdit ediyordu. Yunan Cuntası ise, yapılacak olan her hangi bir Türk Harekatını, Savaş açma sebebi sayıyordu. Nikos Samson yönetimi de, yapılacak bir harekata, anında cevap vereceği tehditlerini savuruyordu
Sonuçta Türk Ordusu, A. B. D. baskısını dikkate almadan, Kıbrıs’a aslanlar gibi çıktı. Türkiye’nin jet yakıtı ihtiyacının bir kısmını kökten anti Anglo-Saksoncu Kaddafi’nin emrindeki Libya ile Sovyetlerin onayı çerçevesinde Jivkof’cu Bulgaristan karşılamaya çalışacaktı.
Türkiye işte bu koşullarla karşılaşmış ve Nikos Samson yönetimine karşı harekete geçmişti. Türkiye’nin Kıbrıs’taki Barış Harekatı’nın sonucunda, Nikos Samson yönetimden düşecek ve Papaz geri gelecekti. Fakat Kıbrıs olayları sırasında, yüzlerce Türk ya katledilecek ya da kaybolacaktı. Papaz’ın genel siyasetini bilen Kıbrıslılar ve Türkiye, Papaz ve Papaz’ın anlayışını ve izlerini süren/sürdüren ve onların boyunduruğu altındaki zoraki yapıştırma devlet anlayışına, red cevabını vereceklerdi.Kıbrıs Barış Harekatı, Türklüğün Batı karşısında yeniden şahlanışının Sakarya’dan sonraki, en son örneği idi.
A. B. D. İLE KIBRIS’TA DANS ETMENİN CEZASI VE SONRASI
Ceza emri yüksek yerden gelmişti. Uygulanacaktı. Kaçarı yoktu. Laf ağızdan bir kere çıkardı. Ve Türkiye’nin ceza biletini kesenler harekete geçtiler. Artık acı ve sert yaptırımlar geliyordu. Adeta Türkiye, böğrüne kadar inletilecekti. Ne demekti? Doğudan gelip de Batıyı dövmek. Ne demekti? Atilla döneminde Roma kapılarını aşındırmak; Kanuni (1529) ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa (1683) eliyle Viyana kapılarını arşınlamak Ve dinlemeden Kıbrıs’a çıkmak. İşte bunun hesabıydı, hesap.Hele bu Türkler, bir ayağa kalkarsa, bela olmaz mıydılar? Daha önceleri, Avrupa’ya bela olmadılar mı? Yine mi bunlar? Bunların sürünen halleri dahi, Çanakkale’de ve Sakarya’da ve Dumlupınar’ da ayağa kalkmadı mı? Ve dünyada bu Türklerden etkilenen mazlum milletler, olmadı mı? Artık iş zamana bırakılmamalı, kesilen biletin faturası ödetilmeliydi. Ve de öyle oldu. Ne oldu?
1974 ile birlikte Ermeni teröristler, Türkiye’nin Dış temsilciliklerine karşı yoğun bir saldırıya geçtiler. Oysa, A. B. D. ’nin Kaliforniya Eyaleti’ndeki 1973 yılındaki ilk saldırı, bunak ve hasta ruhlu, bir yaşlı Ermeni’nin eylemiydi. 1974 ve sonrası ise, bilinçli ve tek merkezli bir organizasyonun eseriydi. (Bu saldırıların organizatörleri olanlar, Asalacı Ermenileri 1984 yılında PKK oluşumuna yapıştırıp, Lübnan Bekaa Vadisinde birleşik şer cephelerinin tohumlarını atıp erkek ve dişi militanlarını yetiştireceklerdir. )
1975 ile birlikte Abdullah Öcalan ve şürekası, Marksist bir modelin görüntüsü altında, dünyadaki en şoven anlayışlı saldırı hareketlerinden birisinin, zeminini hazırlarken, UKO’cu (Ulusal Kurtuluş Ordusu) ya da Apocular adıyla palazlanmaya başlatıldılar. Bu harekette, çok ince bir nokta vardı. Hareketin sol görüntüsü arkasındaki destek unsuru, doğal olarak Sovyet Rusya ve Çin gibi ülkeleri hatırlatıyorsa da, aslında hareketin niteliği kapitalistler tarafından olumlu bulunuyor, ulusal ve anti emperyalist (Türkiye’ye karşı) bir temelde olduğu anlayışı da, onların kamuoyunca sürekli bir şekilde dünyaya pompalandırılıyor ve militanlarına da kucak açılıyordu. Görüldüğü gibi, Kıbrıs’ta diklenmenin bedeli olarak, dışarıdan Ermeni Sorunu ve Terörü, içeriden de Kürt Sorunu ve Terörü üretilmişti. İş bununla kalsa, yine iyi sayılabilirdi.
Daha neler oldu? Çok şey. . . 1974-1980 arası, iç savaş rüzgarları estirildi. Günde onlarca kişinin ölümüne yol açan olaylar yaşandı. Bu olaylarda, Türkiye tarihinin en acı günleri yaşatıldı. Sanki, dönem otoritesizlik anlamında, bir çeşit Fetret Devriydi. Binlerce insan ve aileleri, bu olaylardan çeşitli boyutlarda etkilendiler. Her ne hikmetse, olaylar 24 Ocak 1980 sonrası iyice alevlendirildi ve 12 Eylül 1980 sonrası, minimuma doğru inmeye başladı.
Türkiye, 1974-1980 arası döviz bunalımında, (Demirel’in tabiriyle 70 sente muhtaçtık) en üst noktaya çıkartılmıştı. Türkiye, adeta ekonomik ambargo’nun da pençesine de, düşürülmeye çalışılıyordu. Yokluklar diz boyunu çoktan aşmıştı. Karaborsa almış başını gidiyordu. Yağ, sigara, tüpgaz kuyrukları almış başını gitmişti. Büyük işadamları ve dernekleri, hükümete (Ecevit’e) kafa tutuyordu. Devirmek için gazetelere çarşaf çarşaf ilan veriyorlardı.
Hepsinden öte A. B. D. , Sovyetler Birliği ile en uzun sınıra (Diğer sınırı olan ülke Norveç’ti. ) sahip bulunan, bir Nato ülkesi olan Türkiye’ye ambargo koyuyordu. Bu ne biçim müttefiklikti. Görüntünün anlaşılır tarafı yoktu. Sanki pire uğruna, yorgan yakılıyordu. Oysa derinlemesine bakıldığında, her şey açık ve netti. Tüm bunların sebebi, Kıbrıs ve oraya Türk askerinin emperyalizmin ağa-babasından izinsiz çıkmış olması idi. Türklerin ayağa kalkışı, ne pahasına olursa olsun önlenmeliydi. Bu terörle olabilir, bu iç savaş zorlamasıyla olabilir, bu ekonomik bozulma ve çöküşle olabilirdi. 1974-1980 arası bu tablo yaşandı ve yaşatıldı.
Sonraki dönemde Türkiye, tam A. B. D. ’nin istediği kıvama doğru, kısık ateşte getirildi. Ülkenin, Anglo-Sakson kültürüne eğitimde ve gündelik basit yaşantıda dahi, teslim edilme süreci hızlandırıldı. Yabancı Dil Eğitimi yaygınlaştırıldı. Ekonomide var olan kaynaklar, geleceğimizin de ipotek edilmesi adına, serbest piyasa palavrası altında, talan edilmeye başlandı. Borç-Faiz-devalüasyon-enflasyon oyunu iyice geliştirildi. Dolar neredeyse resmi para gibi, her yerde geçer akçe haline getirildi. Dolarla yatar, dolarla kalkar olduk. Falanca olay olsa, dolar fırlar, filanca yönetici hapşırsa dolar yine fırlar hale geldik. Nisan 1994 ve Şubat 2001 krizleri, çağ atlatıldığı söylenen Türkiye’nin, büyük bir palavra sürecinden geçmiş/geçirilmiş olduğunu gösterdi. Bu kaçınılmaz son olarak patladı. Yine borç işine girildi. Demokrasi adına da laubalilik, çıkarcılık esas alındı. Bir gecede dolarlarına taze gelirler katanlar mutluluktan uçarken, böylesi durumlarda her zaman olduğu gibi, millete kan ağlamak düşüyordu.
Yalnız bu arada, 1980’lerin sonlarına doğru şansta yüzümüze güldü. Çünkü koskoca S. S. C. B. çatır çatır çöktü. Piyasalar biraz rahatladı. Artık Türkiye A. B. D. için Türk ülkelerine sadece bir sıçrama taşı olacaktı ki, aradan A. B. diye bir şey çıktı. A. B. ’ın yükselişi ve Özal’ın A. B. D. ’nin isteğine yakın türde, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik politikalar üretmesi üzerine, A. B. D. ile A. B. arasında bölgemizde, Türkiye’ye yönelik kaçınılmaz mücadele ve çelişkiler çıkarmaya da başladı.
Bu sırada A. B. D. ’nin, Türkiye üzerindeki yoğun-baskısı(1974-1980), kısmi baskıya dönecekti. Bundan sonrada, Türkiye daha sıkı bir siyasi ve askeri yapılanma anlayışı itibariyle, A. B. D. ile birlikte hareket etmeye başlayacaktı. Fakat A. B. D. ’nin yoğun baskısı yerine, A. B. ’nin yoğun baskısı, bu boşluğu Türkiye üzerinde doldurmaya başlayacaktı.
Kıbrıs Sorunu, 1980 den günümüze kadar bir ölçüde dondurulmuş şekilde gelmiştir. 1974-1980 yılları arasında Türkiye’nin dünya kamuoyunda yalnızlığı ile geçen zamanda, Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD kuruluşu 13 Şubat 1975) deneyimi yaşanmışsa da (1975-1983), soğuk savaşın yoğun mücadelesinde, sözde dostlarında olumsuz tavırları, bu devleti etkin kılmamıştır. A. B. D. ’nin Türkiye üzerindeki yoğun baskısı, kısmi baskıya dönünce, ülke içersindeki terör bitmiş, ekonomik sorunun TÜSİAD yönü ve kuyruklardaki görüntüler silinmiş, bölücü terör uyutulmuş (1984’e kadar) ASALA kaynaklı dış terör 1984 de sıfırlanmış ya da başka bir deyişle PKK’ya ihraç edilmiştir.
. A. B. D. ’nin istediği rotaya ekonomide, politikada girmiş olan Türkiye, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında, Nato’nun askeri kanadından çıkan Yunanistan’ı, A. B. D. li General Rocırs’ın talebi doğrultusunda, Evren’in onay vermesiyle, gerisin geriye tekrar aldırtıyordu. Bu arada, Türkiye, Kıbrıs’ta kendini ve kamuoyunu rahatlatmak için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)deneyimine girişiyordu, Haziran1983.
AB NE İSTİYOR?
Türkiye, Kıbrıs’la ilgili olarak dünya kamuoyunun baskısını 28 yıldır yaşamaktadır. Bu baskıya karşı, KTFD ile KKTC deneyimlerinden öte bir şey yapamamıştır. Bunda kalıcı ve hedefe dönük bir devletin üst kurumlarında, organize bir yapılanma olmadığı için ve var olan organizasyonlar da bulunan belirli kademelerdeki göbekten bağlı unsurların etkin olması nedeniyle, çözümleme modeli de bir türlü üretilememiştir. Bu kargaşalarda günler ve aylar geçirilmiş veya geçirtilmiş, konularla ilgili işler ya en sona bırakılmış ya da
her şey sarpa sardırılmış veya konuya ve olaya hazırlıksız yakalanılmıştır. Yani kısaca bir ikinci Hatay ortaya çıkarılamamıştır. A. B. bizden Kıbrıs’la ilgili ne istiyor? Kıbrıs şu anda, neden gündeme en üst noktadan taşınmaktadır. Kanımca dirençli ve kökten Anglo-Saksoncu olan (1946’dan bu yana) Türkiye’ye bu direncinin bedeli, A. B. tarafından ağır bir şekilde ödetilmeye çalışılıyor. Bu bedellerin başında da şu an için Kıbrıs ilk sıraya konmuştur. Bilindiği gibi Güney Kıbrıs’ın, şu anki sözde dostumuz Yunanistan’ın baskısıyla, A. B. ’ne alınması söz konusudur. Onlara hayırlı olsun!
Bu duruma göre Türkiye’nin 1974 yılında kan ve can pahasına ele geçirmiş olduğu tarihi fırsat, tamamen sıfırlanmalı Türkiye A. B. ’ne alınma masalları altında, tam anlamıyla hadım edilmelidir. Yok eğer Türkiye konuyla ilgili istekleri red ederse, A. B. ’nin komşusu olarak (Yunanistan ve Güney Kıbrıs yüzünden) kurulması hedeflenen Avrupa ordusunun baskısı altına alınacaktır. Kısaca A. B. bizim zorlanmamızı, Kıbrıs’ı kendilerine teslim etmemizi istiyor. İnsanları da gündelik hayatın çıkarlarıyla uyuşturmaya çalışıyor. Yunanistan, A. B. ’nin bu istekleri karşısında bir kurşun dahi atmadan, Kuzey Kıbrıs’ın Güneye bağlanma çalışmalarının heyecanıyla mutluluktan uçuyor.
Tüm bu aşamalarda A. B. D. ne yapıyor? A. B. D. geri çekilmiş kıs kıs gülüyor. Eğer KKTC, Kıbrıslı Rumların içersinde eritilirse mutlu olacaktır. Çünkü 1974 yılında, kendisine rağmen Türkiye’nin yapmış olduğu son çıkışı, bu hengamede kaynatılıp gidecektir. Kaldı ki bu gidişi hızlandırmak için son yirmisekiz yılda neler yaptığı da malumdur. Türkiye’nin şimdiki yöneticilerinin, Kıbrıs konusunda atacakları, her hangi bir yanlış adım, stratejik anlamda en büyük taktik yanlışlığına düşürülecek, Türk Dünyası’nın geleceğine dönük hedefleri de büyük ölçüde yok ettirmiş olacaktır.
Kısaca A. B. D. , Türkiye’nin Kıbrıs konusunda yukarıdaki açıdan, taviz vermesini istemektedir. Bölgede (Latin ve Cermen kökenliler yoktur. ) A. B. nin genişlemesi A. B. D. nin A. B. içersindeki dengeler adına Türkler de olsa , sadece Rumlar da olsa hayırlıdır. Bölgedeki ayrılmaz dostu İsrail ile 6. filosu ve Kıbrıs’taki İngilizlerin Dikelya ve Agratur üsleri A. B. D. ’yi çok rahatlatmaktadır. Yeter ki Türkiye elinin altından bir yerlere kaçmasın.
TÜRKİYE KIBRIS’LA İLGİLİ NE YAPMALI?
Dayatmalara ve korkutmalara rağmen, Türkiye’nin direnç göstermesi karşısında, Kıbrıs’ta sadece Güney Kıbrıs’ı A. B. bünyesine alırsa, Türkiye’nin önünde birkaç seçenek kalır. Buna göre: Kuzey Kıbrıs’la birleşip, Türk dünyası ile ilgili açılımlar üretebilir ya da Kuzey Kıbrıs’ın bağımsızlığı sürecinde ısrarlı olarak, ideal hedefe iki ayrı devletle birlikte gitmek isteyebilir.
Her iki hedefin uygun bir zemine oturtulabilmesi için, farklı dengelerin ülke içinde ve dışında iyi analiz edilip, harekete geçilmesi sağlıklı olur. Yukarıdaki her iki modelinde son tahlilinde, A. B. ’nin gerek Edirne’den öte gerekse Kıbrıs’ta komşumuz olduğunu/olacağını unutmayalım. . .
Aslında A. B. ’nin bize karşı olan politikasındaki mihenk taşının A. B. D. olduğunu da akıldan çıkarmayalım. Eğer A. B. ’nin politikasına karşı, kendi politikalarımızı gerçekçi dengelere oturtmanın yolu da, alternatif güç dengeleri üzerinde oynamakla olur.
Kıbrıs Türkiye’nin çözülme ya da ölüm noktası değil, çıkış veya yükselme noktası olmalıdır. Dengelerdeki alternatif arayışları geliştirilip, yükseltilmeli, sözde yüreğimizin dostu, özde menfaatlerimizin düşmanları olan A. B. ve A. B. D. ’nin Tarihi Şark politikalarına karşı yenik düşmemeliyiz.
Şu an için A. B. ’nin olumsuz bir Kıbrıs politikasına karşı A. B. D. ’nin bölgesel çıkarlarını tahrik ederek, birbirlerine düşürme modeli, yani onların geri bıraktıkları ülkelerde sürekli uyguladıkları, iti ite kırdırma modeli çerçevesinde hareket etmeliyiz. Onların çıkarlarındaki sömürü çelişkilerini artırmaya çalışıp, sürekli birbirleri aleyhine zemin oluşturup, politikalar üretmeliyiz ya da üretenlere destek olmalıyız. Bunun içinde Fogg gibileri sürekli analiz etmeliyiz. Bunları yapabilecek bir tarihsel geçmişimiz, büyük bir millete dayanan kimliğimiz, yakın coğrafyamızda gelişen olaylara karşı istenilen yardımcı güç olma düşüncesi, nüfusumuz ve bu nüfusumuzun gençliği vardır. Fakat ülkemizin içine saldıkları ajanların yoğun bir şekilde ulus-devleti yıkma gayretleri, ortamı sulandırma çabaları hep vardır ve de var olacaktır. Bu güçleri de dikkatle takip etmeliyiz.
AB. nin bu durumlar karşısında son derece rahatsız olacağı düşünülebilir. A. B. ’nin bu politikaları sürdüğü müddetçe rahatsızlığı kesinlikle bizim rahatımızdır. Fakat Türkiye bu konuda, A. B. ’nin bu tip girişimlerine karşı direnebilmek için A. B. D. ’den de faydalanmasını bilmelidir. Tersi durumda da A.B.’nden yararlanma politikaları geliştirmelidir. A. B. D. şu anda çok mutludur. Çünkü Türkiye ile A. B. ’nin mücadelesi onu sadece sevindirmektedir.
Oysa Türkiye A. B. D. ’nin bu konudaki malum yaklaşımını 11 Eylül’ün realitesiyle örtüştürerek, (A. B. D. ’nin bölge için her açıdan Türkiye’ye eli mahkum, üsler açısından. İsrail’in konumu açısindan, Arap Petrolleri açısından ve Yeni Türk ülkelerindeki kaynaklar açısından. ) bu durumdan azami ölçüde faydalanmayı bilmelidir.
Bu kadar çok Türkiye’ye eli mahkum bir ülkenin, mahkumiyetinin onda birini bile bu millete ödemeyip, onu ödetmesi gereken yöneticilerin sırtına çıkarak, bir de bu milletin 1946 dan beri sağ-sol demogojisi altında sözde kurtuluş modelleriyle uyuşturulması ne kadar hazin bir durum, değil mi? Ne adına A. B. D. ile ilişkileri sadece teslimiyet açısından ya da bazılarınca ‘üçün biri ‘ boyutundan bakılması yüzünden, işler hep bu şekilde geliştirilmiştir.
Zararın neresinden dönülürse kardır hesabı, tez zamanda konuyla ilgili stratejiler üretilip yıllardır sırtımızda, sömürülme boyutu açısından taşıdığımız A. B. D. ’yi ve ülkemizdeki asalak şürekasını üstümüzden silkeleyip atmalıyız. Bunun için her yolu da denemeliyiz. A. B. D. ’nin bölgede duruşunun bile, aleyhimize bir boyut olduğunu, ancak ve ancak çıkarsal ortak boyut paydasını algılayıp, ona göre bölgesel ortak tavırlar geliştirmeliyiz. Şu zamana kadar yaklaşık ellialtı yıldır bu mekanizma genelde Türk milletinin aleyhine işletilmiştir.
Bundan sonraki A. B. D. politikalarına Kafkasya’dan, Balkanlar’a; Orta Asya’dan, Orta Doğu’ya desteğimizin bir maliyeti olduğunu belirtmeliyiz. Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşturması gereken, Kıbrıs’a dönük politikanın da A. B. D. tarafından hazmedilmesinin de istemesini bilmeliyiz.
Bu düşüncelerin merkez noktası A. B. ’nin alacağı farklı bir tavra göre yeniden oluşturabilir. Aynı şekilde Türkiye’nin çizeceği yeni bir sıtratejik yapılanma Türkiye-A. B. ilişkilerini geliştirip, A. B. D. ’yi devredeki etkisi ve gücünü azaltabilir.
Dünyada sadece Türk Milleti olmadığı gerçeğinden gerçekçi bir biçimde hareket edersek, bizim milli menfaatler çerçevesinde hareket ettiğimiz kadar başkalarının da hareket ettiğini ve onların hareketlerinin bizimkinden daha başarılı olduğunu ve bunun sonucunda, günümüz dünyasının hakimiyet anlayışını belirlediklerini, elbette kabul ediyoruz. Ama bu durum nedeniyle, düşüncelerimizin ufki gelişimi açısından da, onlara teslim olmamamız gerçeğini de biliyoruz. Bu gerçekler ışığında milletimizin o olumsuz yaklaşımlara karşı mücadelesinin temel amaçlarından birisinin de, bu konuda olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu nedenle gerekenlerin yapılamasının geleceğimiz için en önemli bir çıkış noktası olacağını hedefliyoruz. Kısaca, onlarla hakimiyet alanında mücadele etmenin kaçınılmaz biricik şart olduğunun da bilinci içersindeyiz.
Onların ataları dünkü süreçte elimizden pek çok bölgeyi alıp, Yunanistan’ı, Bulgaristan’ı, Sırbistan’, Ermenistan’ı devletler bazında karşımıza duvar olarak örmediler mi? ‘Girit, bizim canımız feda olsun kanımız’ derken, Osmanlı devletini bağırta bağırta Girit Ada’sını elinden almadılar mı? Şimdi Kıbrıs, Giritleşecek mi ya da başka bir şey mi olacak? O elbette Türkiye’nin direncine bağlı.
Sormalıyız, A. B. yöneticilerine. Kıbrıs, diniyle, diliyle ırkıyla yani genelde her şeyi ile ayrı iki milletin yaşadığı bir ada değil mi? Bu iki topluluğun geçinemediği tarihi süreçte ispatlanmadı mı? Türklere yapılan katliamlar neyin nesiydi? Daha niye zorluyorsunuz. Neyi, neyle, ne şekilde yapıştıracaksınız. Yapıştırma devletler bir türlü tutmuyor, bu durumu, Yugoslavya örneğinde görmediniz mi?Eğer bu işi çok seviyorsanız, ırkı bir, dil bir, kökeni bir, geçmişleri bir olan Hırvat, Boşnak ve Sırpların sadece dinleri ayrı diye (bizde politikalarını din adına hareket ettirenler bir düşünsün) inlete inlete onları niye birbirinden ayırdınız. Elbette bunların nedenlerini biliyoruz. Fakat Kıbrıs’a A. B. D. ile çelişkiniz yüzünden asılmayınız.
Ne olursa olsun Kıbrıs bizim çıkış noktamızdır ve öyle de olmak zorundadır.