Evrak-ı perişan aslında dağınık, perakende, karmakarışık evrak anlamına gelen bir tabirdir. Fakat aynı zamanda meşhur edibimiz Namık Kemal'in ünlü eserine de ad olmuştur. Gerçekten, bu eser Devr-i istila, Teracim-i ahval-i Selahaddin, Teracim-i ahval-i Fatih, Teracim-i ahval-i Sultan Selim olarak neşredilmiş, daha sonra 1884’de hepsi bir arada yeniden yayımlanmıştır. Devr-i istila Osmanlı beyliğinin büyük bir devlet haline gelişini anlatır, diğerleri haçlılara karşı Kudüs’ü müdafaa eden Selahaddin-i Eyyubi ile iki Osmanlı sultanı Fatih ve Yavuz’un hayat hikayeleridir. 1973’te Raif Karadağ ve Ömer Faruk Harman tarafından İstanbul’da Latin harfleriyle tekrar basılmıştır. Evrak-ı perişan dolayısıyla Namık Kemal’e rahmet diledikten sonra gelelim bizim bu ifadeyi başlık olarak seçmemizin nedenlerine:
Eski yazımızla yazılan eserler bundan yirmi yıl evvel çok daha mebzul miktarda sahaflarda, meydan kitapçılarında veya eski kitaplar satan kimselerde bulunmaktaydı. Ancak gün geçtikçe bu kitaplar azalmaktadır. Öbür taraftan, kitap müzayedelerinin düzenlenmesi artık hayli zamandan beri bu kitaplara ulaşmayı hakiki okuyucu için güçleştirmektedir. Kitap bu müzayedelerle okunacak bir nesne olmaktan çıkmakta, bir yatırım aracına dönüşmektedir. Bu süreç içinde bize ancak müzayedelik veya sahaflık kıymeti olmayan ufak tefek kitaplar kalmaktadır. Bunlar da çok kere eksik ve yırtık haldedirler. İşte biz bazen tabiri caizse döküntü ve süprüntü halinde bulduğumuz bu perişan ve metruk evrakı alıp tasnif etmeye çalışırız.
Bu tasnif sonucunda ortaya neler çıkar? Kimi zaman bir kitabın kapağı (hatta bazen yalnız ön veya arka kapaktan biri), kimi zaman ilk yaprağı, kimi zaman da adı, müellifi ve yazılış tarihi belli olmayan belli bir kısmı çıkar. İşte biz bu döküntü tasnifinden kimi zaman tek bir yaprağı kimi zaman da bir anektodu, bir halk ilacını, duayı, beyiti bugüne taşımayı arzu ediyoruz. Böylece hem perişan evraka bir değer kazandırmayı, hem de geçmişle bugün arasında çerden çöpten oluşturulmuş olsa da bir kültür köprüsü kurmayı hedefliyoruz.
Bu ilk yazıda okuyacağınız hikaye, geçen asrın başında yaşamış bulunan ve aslen Gümüşhane iline bağlı Şiran’dan olan Sırmalı oğlu Evliya Efendinin evrakı arasında bulunan bir defterden alınmıştır. Evrakı bize getiren Evliya Efendinin torunu H. Bülent Güntekin’dir. Defterde bunun gibi daha birçok hikayecik var. Evliya Efendinin evrakından Arapça, Farsça ve Fransızca bildiği anlaşılıyor. Zira hem bu dillerle ilgili çalışma notları ve hem de ilk ikisinden yaptığı veya yapılan çeviriler var. Aşağıda sunulan hikaye özel bir gaye güdülerek yapılmış değildir, sadece okuyan gülümsesin istenilmiştir. Dikkat edilirse bu küçük metinde bugünün okumuşuna pek yabancı gelecek birçok kelime, kitap ve yazar adı vardır. Bu durum bizim eski kültürümüzden ne dehşetli derecede koptuğumuzu suratımıza tokat gibi çarpacaktır. İşte hikayemiz:
Hikâyet-i Tesbihiye
İbnü'l-Cevzî Kitâbü'l-Ezkıyâ nam eserinin âhirinde ve Ebu Nu'aym dahi Te'lif'inde Şa'bî'den nakl ile yazarlar ki: Ser-sıbâ' (yırtıcı hayvanların başı) olan arslan hasta oldukda sıbâ'-ı saire ve vuhûş (sair yırtıcı ve vahşi hayvanlar) ıyâde ve ziyaretine gelürler. Lakin tilki tehallüf eder (geride kalır). Tilkinin gelmediğini kurd fırsat düşürüp "cümlemizin üzerine ıyâdetinize gelmek lâzım iken tilki bu âna dek gelmedi" deyü nemmâmlık (koğuculuk) ettikde arslan darılıp "geldiği vakitde beni ihtâr et" deyü kurda tenbih eder. Vakta ki tilki gelip ve kurd ihtâr ettikde arslan tilkiye künyesiyle "Yâ Eba'l-Fevâris! Sen nerede kaldın?" deyü infi'âlâne hitâb etdiği gibi, sa’y-i gammâzı teferrüs edip (gammazlık işini sezip) "Zâtınıza devâ tedarikiyle meşgul bulunduğumdan gecikdim" dedi. Arslan "Neyi buldun?" dedikde “Ebu Ca'de'nin -yani kurdun- kurbünde yani ayakları sekirlerinde olan boyuncuk" dedikde filhâl (derhal) sâk-ı zi'be (kurdun bacağına) pençe salıp husyelerin kopardı. Kurd dahi hemân kanı revân olarak çıkdıkda tilki dahi sür'atle kurdu takib edip bir tarîka-i suhriye verâsından (alaylı bir yolda) "Ey kırmızı yemeni giyen yiğit! Küberâ (ulular) huzurunda bulunduğunda mecâlis emânât üzre olduğundan ağzından çıkana nazar edip boş boğazlık etme" deyü nidâ-yı pend ihtivâ etmişdir.
Demirî işbu hikâye-i masnû'anın (kurgu ürünü hikayenin) akîbinde zikr eder ki; “Ebu Nu’aym, [şöyle] demişdir: ‘Şa'bî hazretleri, işbu tasnî' etdiği (kurduğu) meselden ancak ükelâya ta'lîm (akıl sahiplerine ders) ve nâsa tenbih ve hıfz-ı lisân ve tehzîb-i ahlâk ve her vadide teeddübde pendi (nasihati) tekid etmişdir’”.
Meraklısına notlar:
Bağdat’ta doğup ölmüş (d. 1116- ö. 1200) Hanbeli fakihi, vaiz ve mütefennin Arap müellifi İbnü’l-Cevzî’nin eseri olan Kitabü’l-Ezkıya, (basması Kahire 1304-1306), aklın mahiyetini anlatmakla başlayıp her sınıftan zeki insanların zekasından bahsederek bunlara dair küçük fıkralar nakleder. ( İA, c. 5/2, s. 54).
Kaynaklar Ebu Nuaym, Fazl bin Dükeyn; Ebu Nuaym el-Cürcânî ve Ebu Nuaym el-İsfehânî adlı üç kimseden bahsederler. Ne var ki hiçbirine Te’lif adlı bir eser atfedilmez. (Ebu Nu’aym’lar için bkz. DİA, c. 10, s. 200-204).
eş-Şa’bî, (Ebu Amr bir Şerahil) Kufede doğup ölmüş (d. 641?- ö. 728?) hadisçi bir Arap bilgini. Haccac’ın devrinde yaşamış Horasan’a gidip Kuteybe bin Müslim’in katipliğinde bulunmuştur. Emevi halifesi Abdülmelik’in sarayına alınmış ve elçilik görevleri yapmıştır. Latifeci bir kimse olan eş-Şa’bî 500 kadar hadis aktarmış ve Emevi tarihiyle ilgili önemli bilgiler bırakmıştır. Öğrencileri arasında Ebu Hanife de vardı. Bkz. Büyük Larousse, (Milliyet), c. 21, s. 10979.
Demirî Mısırlıdır. Adından anlaşıldığına göre Türk asıllıdırr. Hadis ve fıkıh âlimidir. 1341’de doğmuş, 1405’de ölmüştür. Meşhur eseri Hayâtü’l-hayevan’dır. Bu eser bütün dünyada müellifine büyük şöhret kazandıran bir hayvanlar ansiklopedisidir. (Cevat İzgi, “Demîrî”, DİA, 9, 152-153).
Yeni Tarama Sözlüğü, (TDK Yayınları, Ankara 1983), s. 183’te “sekirden” için 1. uca kemiği, pöç. 2. sağrı, kaba et demektedir. Burada yer alan “sekir” kelimesinin de “sekirden” başka birşey olmadığı kanaatindeyim.
Mecâlis emânât üzre olmak deyimi Evliya Çelebi Seyahatnamesinde, fakat tekil halde geçiyor. Örnek olarak “Sultanım, meclis emanettir, Allahu a’lem Köprülü ile aranızda sehil bürudet (biraz soğukluk) var”. (Evliya Çelebi, Seyahatname, M. N. Özön neşri, İnkılap, İstanbul ts., v. 2, s. 570. Burada İslam inancında olan “vücut veya beden Allah’ın insana emanetidir, onu iyi kullanmak lazım, emanete hıyanet etmemek lazım” anlayışına bir gönderme vardır. Meclise hıyanet etmemek büyüklerin meclisinde edepli olmak gerektirir.
Hikayenin son paragrafında, daha iyi anlaşılsın diye, pek küçük bir değişiklik yaptık.
fethigedikli@ixir.com