Bilgisayarımı açtığımda elektronik postama gelen bir mesaj dikkatimi çekti. Mesajda Westminster Manastırı’nın bodrumunda bir Anglikan piskoposunun mezarı üstünde yazılı şu sözlere yer verilmişti: ''Genç ve hür iken, düşlerim sonsuzken, dünyayı değiştirmek isterdim. Yaşlanıp akıllanınca, dünyanın değişmeyeceğini anladım. Ben de düşlerimi biraz kısıtlayarak sadece memleketimi değiştirmeye karar verdim.
Ama o da değişeceğe benzemiyordu. İyice yaşlandığımda, artık son bir gayretle, sadece ailemi ve kendime en yakın olanları değiştirmeyi denedim; ama maalesef bunu da kabul ettiremedim. Şimdi ölüm döşeğinde yatarken birden farkettim ki, önce yalnız kendimi değiştirseydim,onlara örnek olarak ailemi de değiştirebilirdim. Onlardan alacağım cesaret ve ilhamla, memleketimi daha ileri götürebilirdim. Kimbilir belki de dünyayı bile değiştirebilirdim.''
Büyük hedefler her zaman insanlara dinamizm, ruh ve heyecan vermiştir. Ama bu büyük ülküye ulaşacak yolları, iyi belirlemek merdivenleri nereden çıkmaya başlayacağını iyi tayin etmek lazımdır. Bugün ülkemize ve yüce milletimize karşı uygulanan, “örtülü savaşı” mutlaka ve mutlaka kazanmak zorundayız. Morali bozuk, dinamizmini kaybetmiş, ülkülerini unutmuş bir toplumla bu savaş kazanılamaz. Milletimizin her ferdi, üzerine düşeni yerine getirmelidir. “Benim çabamla ne olur ki” dememelidir. Unutulmamalıdır ki, bazen koca bir ormanı küçücük bir kibrit yakmaktadır. Mühim olan zamanı zemini ve stratejiyi iyi belirlemektir. Çok beğendiğim bir söz vardır, “ Küçük işler yapmasını bilmeyenler büyük davaları omuzlayamaz!” Bugün herkes büyük davaları omuzlamaya soyunmuş, ama birçok önemli işi küçük diye geçiştirmişiz. Geçiştirdiğimiz bu işlerin zamanla ulaşabileceğimiz büyük hedeflerimizin kilometre taşları olduğunu da dikkate almamışız. Bugün ülkemizin önünde yığınla sorun birikmişse hep küçük gördüğümüz, önemsemediğimiz, bir yerinden tutmadığımız işler yüzündendir. “Bir tek benim oyumla bir şey mi olur, bir tek benim tavrım neye etkili olacak ki, bir tek ben mi varım bu ülkede, bu ülkeyi ben mi kurtaracağım?”, sözleri yılgınlığın, bitkinliğin, yenilmişliğin ifadeleridir. Yılmak, yıkılmak, yok. Biz, “Dizlilere diz çöktüren, başlılara baş eğdiren bir milletin çocuklarıyız”. Gün gelir birimiz bir cihana bedel oluruz. Bu yüksek ruh ve heyecanla, ülkemiz üzerine serpilmeye çalışılan ölü toprağını süpürüp atmalıyız. Emperyalist ülkelerin psikolojik harp metodu olarak uygulamaya çalıştığı, yılgınlık, bitkinlik ve bezginliği derhal terk etmeliyiz. Milli davalarımızı o zaman sonuna kadar savunabiliriz. İşte o zaman hem dışardan hem içerden sürdürülen, bu adaletsiz, bu haksız ve insafsız savaşı kazanırız.
Bu savaşın en önemli parçalarından birini Kıbrıs oluşturmaktadır. Akdeniz’i dolayısıyla buradaki petrol yollarını kontrol altında tutmak isteyen güçler Türkiye’ye Kıbrıs konusunda geri adım attırmaya çalışmaktadırlar. Türk milletine geri adım attıramayacağını anlayan güçler, içimizdeki gafil diyemeyeceğim, hainleri de harekete geçirerek bu konuyu daima gündemde tutmaktadırlar. AB sevdasına Kıbrıs’tan taviz verilmesini, Denktaş’ın yalnız bırakılmasını isteyenler, bölücübaşının idamının kaldırılmasını, anadilde eğitim adı altında mahalli ağız ve dillerde eğitimi bile savunur hale geldiler. “AB trenini kaçırırsak ülkenin geleceği karanlık” gibi yorumlarla Türk devletinin taviz üstüne taviz vermesini savunan siyasileri, her şeyi paraya endeksleyen zenginler kulubü de ilanlarıyla ve diğer çalışmalarıyla desteklemektedir. Bu siyasilerin ve yandaşlarının tekelinde bulunan medyamız da maalesef halkımızı yanlış yönlendirmektedir. Hatta bu sinsi propagandalar çerçevesinde, Kıbrıs görüşmeleri sürerken KKTC Cumhurbaşkanı sayın Denktaş’a yönelik saldırılar da yine bu tekelci basın organlarından gelmektedir.
İstiklal Marşımız’ın şairi Mehmet Akif Ersoy, “Tefrika girmeden bir millete düşman giremez/ Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez” demişti. Evet, Türk milletinin Kıbrıs konusunda toplu vuran yüreklerini parçalamaya yönelik bu hain saldırılara karşı her Türk’e görev düşüyor. Kıbrıs’tan taviz, asıl Türk milletinin ve devletinin geleceğini karartır. Türk devletinin AB’den başka birçok alternatifleri vardır. Bu alternatifler de her yönüyle incelenmeye ve uygulanmaya başlanmıştır. Yalnız şunu da hatırlatmakta fayda var, Türk milleti güçlü liderlerle yönetilmeye alışmış bir millettir. Türkiye gibi hareketli bir coğrafyada, silik politikalarla devlet yönetilemez. Cumhurbaşkanımızın varlığıyla yokluğu belli değildir. Gündeme ancak, kırmızı ışıkta durmasıyla veya pazardan yaptığı alışverişlerle gelmektedir. Çok önemli toplantılara ise ancak görüntülerini ve sesli mesajını göndermektedir. Başbakanımız haftalardır hasta, yatağından çıkamaz haldedir. Başbakan yardımcılarımızdan birisi ne olursa olsun, AB’ye her türlü tavizi verelim görüşünde. Muhalefet ise hepten ortada yok. Allah’tan 5 bin yıllık devlet geleneği olan bir milletiz de, gemiyi karaya oturtmadan yürüten bir mekanizma var. Ama bu daha ne kadar böyle gider? Yeni atılımlar, bekleyen Türk milleti devletinin tepesinde de kendini yansıtacak önderler görmek istiyor.
Türk milletine karşı kurulan tuzakları bozacak, parçalayacak, büyük ülkülere ulaştıracak bir önder..