Kasım 2008

Ö T E S İ

 

25.04.2024 



Gönülden Gönüle bir köprüdür türküler


TRT ekranlarında karşımıza çıkan ‘Gönülden Gönüle’ bütün Türk diyarlarında çalınan ve söylenen Türk ezgilerini izleyiciyle buluşturarak geniş bir coğrafyaya yayılmış Türk halkları arasında adeta bir köprü oluyor. Programın yapımcısı ve sunucusu Bünyamin Aksungur’la hem programı hem de Türk müziği üzerine konuştuk.

Uzun yıllar TRT’de yapımcı ve yönetmen olarak çalışan Bünyamin Aksungur yapımcılığını yaptığı ve sunuculuğunu da değerli sanatçı Adile Karatepe ile paylaştığı programı ‘Gönülden Gönüle’ ile büyük beğeni topluyor. 1971’den beri Türk müziği üzerine yaptığı çalışmaları neticesinde farklı topraklarda çalınsa dahi Türk müziğinin oldukça fazla ortak noktası olduğunu gören Aksungur, bu ortak noktaların bizi birbirimize daha da yakınlaştıracağına inanıyor ve programında bu ortak noktaları keyifli bir şekilde dile getiriyor. — Gönülden Gönüle’nin yayın hayatına başlama serüveninden söz eder misiniz? TRT’de 1986’da İstanbul Radyosu’na girerek göreve başladım. İstanbul Radyosu’nda çalıştığım altı yıl boyunca ‘Türkler ve Müzik’ adlı bir program önerisinde bulundum. Çünkü yayın sahasında Türk Müziği’nin ortak paydalarını dile getiren benden başka kimse yoktu. İstanbul her şeyin merkezi olsa da TRT’nin merkezi Ankara’ydı, biz ise İstanbul’da çalışıyorduk ve bu da biraz sorun oluyordu. Yetkililerden sürekli ‘Önce materyalini hazırla, öyle görelim’ cevabını aldım. Oysa materyalim benim hazinem gibidir. Gönderdiğimde geri dönmemesinden yahut tahrip edilmesinden çekindim. Dolayısıyla bu altı yıl boyunca programı gerçekleştiremedik. 1992’de TRT İstanbul Televizyonu’na geçtim ve radyoda önerdiğim programı televizyon formatında önerdik. Dedik ki insan doğduğunda ismi kulağına ezanla yani müzikle söyleniyor, yani hayatımızın başlangıcında müzik var. Sonra anne ninni söylüyor, sonra gençlik, delikanlılık, hovardalık, askerlik, düğün, nasihat, kabahat vs. hepsinde müzik var. En nihayetinde hayatın kaçınılmaz gerçeği ölüm var ve insan öldükten sonra da ardından salâ okunuyor, yani hayatın sonunda da müzik var. Biz buna kısaca ‘ezandan salâya kadar’ dedik ve bu şekilde önerdik. Ama bu programı da kabul ettirmesi kolay olmadı. Ta ki Aslan Küçükyıldız TRT-İNT ve TRT-AVR’da yurtdışı yayınlarında müdürlük yapana kadar. Hem Aslan Bey bu konuya çok duyarlıydı, hem de müzik topluluklarımız olan TÜMOD ve TÜRKSES’ten bazı arkadaşlarımızın Kültür Bakanlığı’nın bünyesinde Türk Dünyası Müziği grupları oluşturmaları bazılarının kafalarını kumdan çıkarıp bu konuyu görmelerini sağladı. Böylece ‘Gönülden Gönüle’yi yayın hayatına sokmayı başardık. — Gönülden Gönüle’yi bu denli önemli yapan nedir? 1971’den beri Türk Müziği üzerine çalışmalar yapıyorum. Türk Dünyası için, üç kıtada ve onlarca ülkenin toprağı üzerinde aynı dili konuşan ve aynı müzik kültürünü taşıyan insanların olduğunu söyleyebiliriz. Bunların arasında pek çok ortak nokta mevcut ve ortak noktalar onlar ve Türkiye arasında muazzam bir köprü oluşturuyor. TRT’de arkadaşlarımız ‘Gönül Dağı’ adlı bir program çekiyorlar ve sadece tanıtmayı amaçlıyorlar. Bu da çok güzel bir hizmet, fakat bizim yapmak istediğimiz daha çok ortak paydaları dile getirmek. — Nedir bu ortak noktalar? Mesela Kazak Türkleri ‘bambura’ mı çalıyor, biz ‘tambur’ çalıyoruz. Biz tambur mu çalıyoruz, Uygur Türkleri ‘tembur’ çalıyor, Türkmenler ‘tandıra’ çalıyorlar. Yahut biz ‘sipsi’ mi çalıyoruz, Kazak Türkleri ‘sıbızkı’ çalıyorlar. Biz ‘türkü’ mü diyoruz, Irak Türklerinin, Suriye Türklerinin bir kısmı ve Balkanlardaki Türkler ‘türkü’ diyor; Tataristan, Başkurdistan ‘yır’ diyor, ‘cır’ diyor; Kazak Türkleri ‘jır’ diyor; Kırgız Türkleri ‘ır’ diyor, Hakas Türkleri ‘çığır’ diyor. Yani terminolojide ortak bir dil bulmuşuz, peki ya müzikte? Bu teknik bir konu olsa da dinlediğimiz zaman, Türkmenistan’daki nağmenin; Balkanlarda, Kırım’da ve Anadolu’da biraz daha farklı işlenmişini bulabiliriz. Kazak Türklerinin bir şarkısının ardından pek âlâ Dede Efendi’nin bir eserini bağlayabilirsiniz. Kazakistan nerede, Osmanlı’nın 18. yüzyılı nerede? Veya bir Veysel Karani bestesi bulursunuz, Tataristan’da 1910’larda derlenmiş, ama Anadolu’da yüzyıllardır söyleniyor. Yani her şeyimizle ortağız. Erzincan’ın “Seherde bir bağa girdim/ Ne bağ duydu, ne bağbancı” türküsünü Türkmenistan’da “Bağ seyline inip geldim/ Ne bağ duydu, ne bağban” şeklinde; Azerbaycan’da “Seher seher bağa vardım/ Ne bağ bildi, ne bağbancı” şeklinde duyarsınız. Şarkıların sözlerine ve melodilerine geldiğimizde o kadar çok ortak nokta var ki. Bunu konferanslarımda değişik örneklerle anlatıyorum, insanların da çok hoşuna gidiyor. Büyük bir milletin ve kültürün parçası oldukları için gurur duyuyorlar. Biz gerçekten çok büyük bir milletin evlâtlarıyız ve çok büyük bir mirasın üzerindeyiz ama ne yazık ki çoğumuz farkında değiliz. —Herkesin farklılıklarımızı ön plâna çıkardığı bu dönemde siz ve programınız ortak noktalarımızı bulup, gösteriyorsunuz. Programınızın kıymeti yeterince biliniyor mu? İzleyicilerden bir tek eleştiri almadık, aldıysak da bunlar teknik açıdan eleştirilerdi. Ama programın içeriği ve sunumu bakımından hep övgü aldık. Bir tane de bir şey söylensin ki eleştiri mahiyetinde, kendimizi düzeltelim, ama hayır! Avusturya’dan, Belçika’dan, Almanya’dan, Hollanda’dan, Amerika’dan dahi övgüler geliyor, insanlar bize “Ne yaptığınızın farkında mısınız?” diye soruyorlar, “Çok büyük işler yapıyorsunuz” diyorlar, mutlu oluyoruz. —Programınızı yayına nasıl hazırlıyorsunuz? Sabahları 6.30’a kadar uyuyamadığım oldu haftanın her günü. Çünkü Kırgız Türklerinin bir şarkısını, Uygur Türklerinin bir şarkısını arşivden çıkarıp, kasetten veya plaktan dinliyorum, sonra notalarını çıkarıyorum. Bunları da rasgele seçmiyorum, mesela, Uygurların ‘hasret’ türküsü var, ben de Kırgız Türklerinin, Balkanların ‘hasret’ türküsünü bulmalıyım diyorum ve arıyorum. Sonunda buluyorum da. Gerçekten arayan bulur. Ama arayan yok. Bu parçaların melodilerini buluyoruz, sonra sözlerini. Bunun için de söz gelişi kültürüne, ilmine güvendiğim Uygur veya Özbek Türkünü buluyorum, sözlerini yazdırıyorum, Türkiye Türkçesine aktartıyorum. Bu bir parça için yapılan iş, programda 12–13 parça yayınlıyoruz. Bir de bunları öğrenmemiz var. TRT sanatçıları çok iyi yetişmiş sanatçılar, notayı veriyorsunuz yarım saatte çalıyorlar. Ama bu müzikleri hiç tanımıyorlar. Sadece notayı çalmak değil tavrını vermek, duyguyu yansıtmak da çok önemli. Bir Uygur şarkısını bir Batılı da çalabilir, ama hiçbir zaman hakkını veremez. Çünkü bizi biz yapan unsurlar ayrıntıda gizlidir. — Türk müziğini öteki dünya müziklerinden ayıran özellikler nelerdir? Türk Müziği dünyanın en zengin müziklerinden biri. Gerek enstrüman bakımından, gerek makam bakımından. Kazakistan’daki müzik müzesinde 350-400 civarında Türk sazı var. Oysa Avrupa’da bu sayı 45-50 civarındadır. Sonra Türk Müziği’nde 400’ün üzerinde makam var ve her makam da farklı duygularımızı ifade ediyoruz. Mesela romantikseniz nihavent makamı, buselik makamı; üzüntülüyseniz hüzzam makamı, segâh makamı veya çok içten yaralanmışsanız hicaz makamı hislerinize tercüman olabilir. Herkes farklılıklarımızı dile getiriyor. Farklılıklarımız bizim rengimiz, ama biz bir bütünün farklılıklarıyız. Yani bir ağacın dalları ne kadar farklıysa o kadar farklıyız. Bizim kızdığımız, güldüğümüz şeyler hep aynıdır, ortaktır. Söz gelişi dünyanın neresine giderseniz gidin, müzikolog olmanıza gerek yok, Hint müziği mi, Çin müziği mi, İspanyol müziği mi olduğunu anlarsınız. Türk müziği de öyledir. Sözlerini anlamasanız da mesela Kırgız Türklerinin bir türküsü olsun, Uygur Türklerinin bir türküsü olsun, size tanıdık gelir. Çünkü dediğim gibi kodlamalar farklıdır. Öyle sesler vardır ki onlar sadece bir milletin müziğinde mevcuttur. Bu yüzden Konfüçyüs 2500 yıl önce şöyle demiştir: “Milletleri yok etmek istiyorsanız, savaştan daha geçerli bir yol söyleyeyim. Savaş bir milleti devleti yıkar, milleti değil. Milleti yıkmanın en garanti yolu onun müziğinden bir tek sesi çıkarın, kâfi.” Bizim müziğimizle de 150 yıldır oynanıyor. Dolayısıyla kendini ifade edemeyen bir millet olduk. Söz gelimi Ermeni meselesini kimseye anlatamadık, çünkü dilimizle oynandı. Tarihte soykırımla yok olmuş bir millet var mı; belki Kızılderililer, belki Aborjinler. Ama tarihte yok olmuş birçok devlet var. Peki onlar tarihin mezarlığına ne zaman gittiler? Dillerini ve kültürlerini kaybettikleri gün gittiler. Maalesef şu anda dışarıdan dilimize ve müziğimize saldırılar var. - Bünyamin beğ bize vakit ayırıp bu güzel söyleşiye imkân tanıdığınız için çok teşekkür ederiz. -Ben de teşekkür ederim.


Bu haber 4684 defa okundu.

Merve Onkök  : 2008 / 09

 

 Sayı :79

 KÜNYE
 
 ARŞİV
 
 ABONELİK
 
 REKLAM
 
 
  YAZARLAR
 Ali Arif Esatgil
Bayrak gibi yaşamak...
 Alptekin Cevherli
En zor yazım…
 Doç. Dr. Fethi Gedikli
Şimşek gibi çakıp geçen ülkücü
 Dr. Yusuf Gedikli
Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım…
 Kemal Çapraz
Son söz...
 Olcay Yazıcı
Asil Neslin Son Temsilcisi: Kemâl Çapraz
 Bayram Akcan
“BOZKURT” Kemal ÇAPRAZ
 Aydil Erol
Bu çapraz, kimin çaprazı?!!
 Şahin Zenginal
Sensiz hayat zor olacak
 Ünal  Bolat
Sevdiğini Türk için seven Alperen
 Hayri Ataş
“YA BÖYLE ÖLÜM DEĞİL Mİ ERKEN”
 Mehmet Türker
Türk Dünyasının dervişi
 Mehmet Nuri Yardım
Kemal Çapraz diye bir kahraman
 Prof Dr. Ali Osman Özcan
Ufuk Ötesinde Çapraz Ateş
 Orhan Seyfi Şirin
Çapraz doğuştan ‘Reis’ti
 Rasim Ekşi
Kardeşim Kemal’in Vasiyeti
 Dr. Orhan  Gedikli
Sevgili Kemal Kardeşimin Ardından
 Özdemir Özsoy
Seni unutamayız
 Dr. Ünal Metin
“Ufuk Ötesi” yaşıyor
 Aybars Fırat
Kastamonu Beyefendisi
 Süleyman Özkonuk
Öteki Ufuk
 Zeki Hacı ibrahimoğlu
30 yıllık dostumdu
 Coşkun Çokyiğit
Kemal Çapraz “Tek Ağaç”lardandı
 Baki Günay
Kırım Meclisinde Kemal Çapraz sesleri
 Ahmet Tüzün
İz Bırakan
 Cem  Sökmen
Metropoldeki dâvâ adamı: Kemal Çapraz
 Hüseyin Özbek
Kemal Bey
 Asuman Özdemir
Sermayeye kurban gittin…
           
       
 
   

Karahan 2002