|
|
|
Rum Patrikhanesi’nin hukuksal konumu
|
Osmanlı, tebaası olan Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerle olan ilişkilerini millet sistemine göre düzenlemişti. Buradaki millet tanımı ulus olmaktan ziyade belli bir dine bağlı topluluk anlamında kullanılmaktadır. |
Bunlar kendi iç hiyerarşilerinde dini önderlerinin yönetiminde, fakat Osmanlı Devletinin tebaası durumundadırlar. Doç. Dr. Sibel Özel bunu kompartıman olarak tanımlamaktadır: “Yani belli bir dini gruba ait olan kompartımanlara farklı hukuk sisteminin uygulanması millet sistemini oluşturuyordu. Dolayısıyla Osmanlı devleti bu tebaasıyla –Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler; bunların hepsi birer cemaat – bu cemaatteki bireylerle tek tek ilişkiye geçmek yerine her bir cemaatin dini liderini muhatap alıyordu ve her biri bu kompartımanları oluşturan cemaatlerin liderleri devletle direkt temas halindeydiler. Patrik de Osmanlı’daki Rum cemaatinin lideri konumundaydı ve bu yüzden de ona Bizans’ta sahip olmadığı bazı yetkiler verilmişti. Bunlar idari yetkilerdi, çünkü Osmanlı’nın hukuk ve siyasal yönetimi bunu gerektiriyordu.”(1)
Çürümüş, çöküş sürecine girmiş Bizans’ın Ortodoks Hristiyanlığı, bin yılı aşkın bir süredir aralarında düşmanlığın da ötesi olarak nitelenebilecek uzlaşmazlıklar bulunan Katolik Roma tarafından yutulup yok edilmekten İstanbul’un fethi sayesinde kurtulmuş oldu. Prof. Niyazi Berkes bu durumu şöyle değerlendirmektedir: “Yok olmaktan kurtulan Ortodoks Hrıstiyanlığına yeni Türk rejimi evvelce elinde bulunmayan iki yeni kudret kazandırdı. Bir defa Ortodoks Kilisesi’ ne devletten ayrı bir otonomi verdi. İkincisi İstanbul Kilisesini bütün Ortodoks Kiliselerinin üstüne çıkardı…Eğer bu gün dünyada kendini Evrensel Roma Papalığına ayar gören Ortodoks Patrikliği diye bir şey varsa onun mensupları bunu Osmanlı rejimine borçludurlar. Yoksa Katoliklik, daha sonraki Protestanlık ve çeşitli Heretik hareketler karşısında Ortodoksluk ya tarihe karışmış veya bir kenara sığınmış sıradan bir heretik sekt haline gelmiş olacaktı.”(2)
Roma – Papalık merkezli Katolik dünyasına karşı kendi denetimi altındaki Ortodoks Hrıstiyanlığın güçlendirilmesi Osmanlının stratejik çıkarlarına da uygun düşüyordu.
Osmanlının kudretli dönemlerinde soruna yol açmadan uygulanan ve yararı görülen bu sistem, Hrıstiyan Batı dünyasının yükselişi, emperyalist yayılma aşamasına geçişiyle birlikte dışarıyla işbirliğinin ve ayrışmanın dinamiğine dönüştü. Patrikhane, Ortodoks tebaanın dinsel merkezi hüviyetinden daha baskın bir siyasal merkez işlevi görmeye başladı. Osmanlının çöküş dönemindeki örtülü etkinlikleri, Mora isyanındaki kışkırtıcı tutumu, Yunanistan’ ın bağımsızlığıyla sonuçlanacak batı destekli isyan sürecindeki dinsel, ideolojik ve örgütsel katkıları tarihsel gerçekler olarak ortadadır.
Fener Patriği Grigorios V Mora isyanının arkasındadır. Fener’ de ele geçen belgelerden Patrikhanenin, isyanın deyim yerindeyse harekat merkezi olduğu anlaşılmaktadır. Rusya, İngiltere ve Fransa 3 Şubat 1830’ da Osmanlı’yı Yunan bağımsızlığına ilişkin imzaladıkları protokolü kabule zorlarlar. Osmanlı’nın 24 Nisan 1830’ da bu protokolü onayıyla ortaya Yunanistan diye bir devlet çıkar.
Patrikhane başta olmak üzere kilise ve ruhanilerin Yunan ulusçuluğu üzerindeki etkisine ilişkin olarak Prof. İlber Ortaylı; “Balkanlar’da ulusalcı ideolojinin yayılmasında gerçek anlamda bir burjuvazi ve burjuva ideolojisi ile ilgisi çok az olan Ortodoks kilisesinin rolü büyük olmuştur” demektedir.(3) Prof. Niyazi Berkes ise; “..Yunan milliyeti en başarılı şekilde papaz teokrasisinin yaratığıdır. Bizde yobazlar ulusal duygulara her zaman yabancı kalmışlardır; Yunanlılarda ise ulusçuluğun rehber ve bekçileri papazlar olmuştur. Kiliseyi ve Ortodoksluğu yok farz ediniz, Yunan ulusunun birlik içinde bir ulus olarak ayakta durabileceği şüphelidir. Türk ulusçuluğu, Halife teokrasisini önleyebildiği zaman mümkün olabildi; Yunanlılarda ise bunun tersi olmuştur” değerlendirmesinde bulunmaktadır.
Yunan bağımsızlığına giden yolun açılmasında Emperyalist devletlerle işbirliğinin yanında, Osmanlı tebaası Rumlar arasında ayrılıkçı düşüncelerin gelişmesinde de sonuçta bir Osmanlı kurumu olan Patrikhanenin yadsınamaz katkıları ortadadır. Osmanlının yükseliş döneminin denetimli imtiyazlı kurumu Patrikhane, çöküş döneminin denetimsiz imtiyazlı kurumu olma özelliğini sonuna kadar kullanmıştır.
Patrik Vekili Dorotheos 30 Ekim 1918 Mondros Mütareke’ sinin ardından İtilaf devletlerinden bütün Anadolu’nun işgalini ister. İşgal güçlerinin İstanbul’a girişini kutlamak amacıyla Rum okullarının 3 gün tatil edilmesi emrini verir. 9 Mart 1919’ da Patrikhane’nin Osmanlı hükümeti ile resmi ilişkilerini kestiğine ilişkin beyanname yayınlar. Rumlar Osmanlı kimliklerini yırtarak Yunanistan’a iltihak ettiklerini açıklarlar. Patrikhane bu kararı Babıaliye bildirir. Temmuz 1919’ da asılan çift başlı Bizans Kartalı armalı bayrak Kurtuluş Savaşı zaferine kadar Fener Patrikhanesi’nin çatısında dalgalanmaya devam eder.
Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye, zaaf dönemlerinin huzursuzluk kaynağı olan ve ülkenin Ortodoks yurttaşlarını uyruğu oldukları devlete karşı kışkırtan bu kurumu ülke dışına çıkarmayı ciddi olarak düşünmüştür. Mustafa Kemal’in 25 Aralık 1922’ de Çankaya’ da Le Journal muhabiri Paul Herriot’ a yaptığı açıklamadaki: “Bir fesat ve hıyanet ocağı olan ve memleketimize nifak tohumları eken, ihtilaflar yaratan, Hıristiyan vatandaşlarımızın huzur ve refahı için uğursuzluğa ve felakete sebep olan Rum Patrikhanesini artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilatı memleketimizde muhafazaya bizi mecbur etmek için ne gibi vesile ve sebepler gösterilebilir? Bu fesat ocağının hakiki yeri Yunanistan değil midir?” (4) sözleriyle bu konudaki kararlılık en üst düzeyde ifade edilmektedir.
Lozan görüşmeleri başlarken Türk kamuoyu Patrikhane’nin yurt dışına çıkarılacağı beklentisi içindedir. Delegasyona da bu yönde talimat verilmiştir. Heyet üyelerinden Dr. Rıza Nur, 20 Kasım 1922’ de başlayan görüşmelerin hemen ardından,16 Aralık 1922’ de sunduğu tebligle; TBMM hükümeti tarafından ülkemizdeki azınlıklara diğer ülkelerde tanınan hakların aynen tanındığını, Osmanlı döneminde azınlıklara tanınan ayrıcalıkların kalktığını, yeni rejimin ipso fakto bu ayrıcalıkların yerine geçtiğini, din adamlarının Osmanlıdaki siyasal konumlarının değiştiğini, artık yalnızca din alanında kalmaları gerektiğini, siyasi bir organ olan Patrikhane’nin geçmişteki konumu ve işlevi göz önüne alındığında yeni döneme uymasının mümkün olmadığını, bu nedenle de yurt dışına çıkarılmasının bir zorunluluk olduğunu açıklar.(5) S.Ö.
Türk tarafının Patrikhanenin yurt dışına çıkarılması istemi büyük bir dirençle karşılaşır. ABD temsilci heyeti başkanı onca uzaklığına karşın Amerika’ nın bu soruna çok büyük önem verdiğini, Patrikhanenin İstanbul’da kalması için çaba harcayacağını belirtir. Yunan heyeti Patrikhaneyi İstanbul dışına çıkaracak hiçbir anlaşmaya taraf olmayacağını ve imzalamayacağını, Patrikhane’ nin Yunan değil bir Türk kurumu olduğunu öne sürer. Fransız temsilci uzlaştırıcı bir yaklaşımla Patrikhane’nin Osmanlının millet sisteminden kaynaklanan siyasal ayrıcalıklarından arındırılarak, yalnızca dini yetkilerle sınırlandırılıp Türk hukukuna bağlı olarak İstanbul’da kalması ve Patrik’ in Türk hukukuna göre seçilmesi konusunda uzlaştırıcı bir seçenek geliştirir. İngiliz Baş delegesi Lord Gurzon Patrik’ in siyasal ve yönetim alandaki yetkilerinin tümüyle kaldırılarak yalnızca dini bir kurumu olarak kalması teklifinde bulunur.
Lozan’da Türk heyeti karşısında gösterilen şiddetli tepki ve tüm ülke temsilcilerinin ortak direnci kırılamaz. TBMM ve Türk kamuoyunun Patrikhanenin yurt dışına çıkarılması konusundaki beklentisi bu nedenle gerçekleşemez. Konferansın 10 Ocak 1923 günlü tutanağına göre; “İsmet Paşa, Patrikliğin siyasal yada yönetime ilişkin işlerle bundan böyle hiç uğraşmayacağı, yalnız din alanına giren işlerle yetineceği konusunda, konferans önünde müttefik temsilci heyetinin yapmış olduğu resmi konuşmaları ve verdikleri garantileri senet saydığını belirtmiştir.”(6) S.Ö.
Atatürk 16-17 Ocak 1923 ‘te İzmit Kasrındaki basın toplantısında Lozan’ da devam eden görüşmelere ilişkin açıklamasında; “…azınlıklar sorununda mübadele keyfiyeti esas olarak kabul edilmiştir.Fakat İstanbul Rumlarını ve patrikhaneyi çıkartamadık. Yalnız Patrikhanenin siyasi sorunlarla uğraşmamasını şart koyduk. Patrikhane sorununu bir Hıristiyanlık sorunu yapmak istediler. Biz de bu noktada fazla ısrar etmedik” demektedir.
Atatürk 22 Ocak 1923’ te Bursa’ da Şark Sineması’nda yaptığı konuşmada aynı konuya değinerek; “Patrikhane’nin siyasi meselelerle iştigal etmemek üzere İstanbul’da kalabileceğini, bu şart hilafında hareketi görüldüğü takdirde derhal hudut haricine çıkarılabileceğini” söyler.
Venizelos konferansın başlarında Patrikhanenin bir Türk kurumu olduğuna ilişkin beyanının Türk hukukuna, yani ulusal iç hukuka tabi olması anlamını doğuracağını fark ederek Lord Gurzon’dan yaptığı hatanın düzeltilmesine yardımcı olmasını istemiştir. ABD ve İngiltere baştan beri, Ortodoksluğun sembolü olmasının yanında batı dünyası için de vazgeçilmezliği nedeniyle Patrikhane’nin İstanbul dışına çıkarılmasının tüm Hrıstiyan alemini yaralayacağını öne sürmektedirler. Patrikhane’nin hukuksal konumuna uluslararası bir nitelik kazandırarak Türk ulusal hukukunun dışına çıkarmak amaçlanmaktadır. Buna yönelik olarak Türk heyetinden ısrarla, Patrikhane’nin ekümenik niteliğini de vurgulayacak biçimde kayda geçirilecek bir belge istenmiştir. Türk heyetinin bu istemi reddiyle Lozan Antlaşması’ nın ne nihai metninde, ne de eklerinde Patrikhane ismen bile zikredilmemiştir. Geçmişin acılarından ders alan Türkiye, Patrikhane’ nin her an büyük devletlerin müdahalesine neden olabilecek, iç hukukun etki alanının dışında bir hukuki yapı kazanmasına kesin tavır almış ve bu kararlılığını sonuna kadar sürdürmüştür. Osmanlının millet sisteminin imtiyazlı kurumu Patrikhane, Lozan sonrasında bir iç hukuk kurumu olarak yasal çerçeve içinde Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olan Rum cemaatinin dinsel kurumu işlevini sürdürmekle sınırlanmıştır.
Lozan sonrasının ilk uygulaması olması nedeniyle İstanbul Valiliğince 6 Aralık 1923 tarih ve 1092 sayılı olarak Patrikhaneye gönderilen tezkere Türkiye’nin tutumunu yansıtması açısından son derece dikkat çekicidir.: “İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi Kutsal Meclisine Türkiye dahilinde gerçekleştirilecek dini ve ruhani seçimlerde katılacak adayların Türkiye vatandaşı ve seçim sırasında Türkiye dahilinde görevli olmaları gerekmektedir. Bu şartlar seçilecek kişi için de geçerlidir. Buna göre Kutsal meclis yada diğer ismiyle Sensinod, patrik adaylarının listesini İstanbul valiliğine verecek, sunulan adaylar Türkiye cumhuriyeti devleti Vatandaşı olacak ve makamlarının da Türkiye Cumhuriyet devletinin sınırları içinde olması gerekecek. Bu metropolitlerden olacaktır. Valilik seçilmesini istemediği adayları listeden çıkarabilir.” Yazıdaki Patriğin Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olması ve ülke sınırları içindeki bir metropolitlikten gelmesi zorunluluğu Bizans ve Osmanlı’ daki uygulamayla çelişmemektedir. Bu şartlar Türkiye’nin Lozan’ daki tutumuna koşut olarak Patrikhane’nin ekümeniklik iddiasının tanınmadığının kesin ifadesidir.
Türkiye’nin kararlı duruşunun somut örneği 18 Ağustos 1926’da Cumhurbaşkanı Atatürk’ ün de imzaladığı başbakanlık kararnamesidir. Patrikhane bütün Ortodoks kiliselerini bir araya getirecek şekilde ekümenik konsil toplama kararı alır. Dışişleri Bakanlığına izin başvurusunda bulunur. Bakanlar Kurulu Patrikhanenin siyasi ve idari yetkilerinden yoksun olarak, yalnızca dini bir kurum olarak İstanbul’da ikametinin kararlaştırılmış olmasından bahisle istemi reddeder. Patrikhane İskenderiye veya Aynaros’ ta toplamayı düşünürse de katılan ruhanilere dönüşte ülkeye giriş izni verilmeyeceği endişesiyle kongreden vazgeçer.
Patrikhane’ nin birbaşka girişimi 1930 yılındadır. Pan-Ortodoks Kongre kararı alarak yaptığı başvuru tasarlanan dini kongrenin Türkiye’de yapılmasının yasak olduğu gerekçesiyle İstanbul Valiliğince reddedilir. Bunun üzerine kongre Aynaros’ ta yapılır. Kongreye Rus ve Bulgaristan temsilcileri katılmaz. Bu iki kilise Fener’ in ekümeniklik iddiasını baştan beri kabul etmemektedirler.
Buraya kadar yazdıklarımızdan anlaşıldığı gibi Türk heyetinin, Lozan’ da Yunan ve diğer heyetlerin ekümeniklik ısrarlarına ve bunu antlaşma metnine geçirme çabalarına karşın ödün vermez tavrı, Atatürk Türkiye’sinin değişmez devlet politikası olarak sürdürülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, Patrikhane’nin zaman zaman belirlenmiş olan konumunu ve tabi olduğu hukuk sınırlarını zorlayan girişimlerine karşı gereken tavrı göstermiş, bu yapının değişmesine izin vermeyeceğini kararlılıkla ifade etmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasının iki kutuplu ortamında ülkemizin batı safında yer alması, ABD’ nin ülkemizde artan ekonomik politik etkisi, Türkiye’nin siyasal tercihlerinde ve dış politikasında değişikliklere yol açmaya başlamıştır. Bu süreçte ABD yurttaşı Kuzey ve Güney Amerika Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Athenogoras ABD’ nin önerisi ve desteğiyle bir gecede Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı yapılır. 1 Kasım 1948’ de Patrik seçilir, Türkiye’ ye gelebilmesi için ABD’ ye mesafeli duran Maksimos V istifa ettirilir.
Athenogoras dönemi bir çok açıdan dönüm noktasıdır. Bu dönemde Fener, Yunanistan ve Batı ile ilişkilerini dikkat çekici ölçüde artırır. Patrik her davranışı ve uygulamasıyla Fener’ in belirlenen statüsünün dışına taşmak istediğini gösterir.
22 Ekim 1991’ de Patrik seçilen Bartholomeos’ la birlikte bambaşka bir sürece girildiği görülmektedir. Tabi olduğu hukuku önemsememe, yasaları hiçe sayma, uluslararası hukukun bir parçası olma yolundaki çabalarını artarak sürdürmekte olan yeni Patrik’ in,1992’ de Sovyetlerin çöküşüyle Ortodoks dünyasında doğan boşluğu doldurma amaçlı Estonya, Ukrayna, Gürcistan, Bulgaristan kiliselerine yönelik ilgi ve nüfuz artırma girişimleri ABD çıkarlarıyla da örtüşmektedir.
2004 Şubat ayında 12 kişilik kutsal meclise -aslından hepsi Yunan asıllı- ikisi Yunan’ lı, diğerleri ABD, İngiltere, Yeni Zelanda ve Finlandiya uyruklu 6 kişiyi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilgili kurumlarından izin alma ve bilgi verme gereği duymadan ataması ve benzer tutumlarını sürdürmesi, Fener’in tabi olduğu ulusal hukuka bakışını ve verdiği değeri göstermesi açısından dikkat çekicidir.
ABD ve AB Patrikhane’ yi ekümenik bir kurum olarak gördüklerini her fırsatta Türkiye’ ye diplomatik inceliği bir tarafa bırakarak açıktan söylemektedirler. AB İlerleme Raporlarının değişmez talebi ekümenikliğin tanınmasıdır. Patriğin yurt dışı gezilerinde kendisine devlet başkanı protokolü uygulanması, yabancı konukların Fener’ i ziyaretlerinde uygulanan ve kamuoyuna özellikle yansıtılan abartılı törenler Türkiye Cumhuriyeti’ ne manevi cebir anlamına gelmektedir. Dış güçler kafalarında ve gönüllerindeki ekümenikliğin kabulü ile sonuçta hukukileştirilmesi için Türkiye’yi tam anlamıyla baskı altına almışlardır. Lozan Antlaşması halen yürürlüktedir. Patrikhanenin statüsüne ilişkin yeni bir hukuksal düzenleme de yapılmamıştır. Türkiye geçmişte gösterdiği kararlılığı sürdürmeye yetecek hukuksal dayanaklara fazlasıyla sahiptir. Bütün sorun özgüven içinde, gücünü hukuktan alan bir kararlılığın yeterince gösterilemeyişidir.
Patrik ruhani alanın dışında sanat ve edebiyat dünyasının, sinemadan çevreciliğe, açlıktan küresel ısınmaya kadar uzanan geniş bir yelpazenin aranılan renkli figürüdür artık. Bu yelpaze içindeki etkinliklerin çoğunun öznesi olması, bunların yazılı ve görsel medyadan kamuoyuna sunuluş tarzı, entelektüel yönüne yapılan vurguyla ekümeniklik iddiasının popüler ayağı da güçlendirilmek istenmektedir.
Gelinen noktada, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde devletin tüm kurumları tarafından, Fener’ in benzer girişimlerine karşı gösterilen titizlik ve duyarlılığın sürüp sürmediğinin sorgulanması gerekmektedir. Ülkeyi kurtaran ve Cumhuriyeti kuran irade tarafından, yaşanılan tarihsel acılardan ve uğranılan kayıplardan alınan derslerle sınırları çizilen, ulusal hukuka tabi bir kurumun milli hukukun dışına çıkarak, sonuçta dünya egemenlerinin müdahale ve himaye girişimlerine yol açacak bir soruna dönüşmesine engel olunması gerektiğini düşünüyoruz.
Bütün sorun günümüz Türkiye’sini yönetenlerin kendilerini, Türkiye’yi kuranların iradesinin ve kararlılığının mirasçısı sayıp saymadıkları noktasında düğümlenmektedir. Bir diğer tanımla sorun Türkiye’nin kuruluş felsefesinin düşünsel, siyasal, hukuksal temelleriyle günümüz yöneticilerinin bir doku uyuşmazlığı içinde olup olmadıkları sorunudur.
1) Doç. Dr. Sibel Özel - Lozan - İstanbul Barosu Yayınları
2) Prof. Niyazi Berkes – Patrikhane ve Ekümeniklik - Kaynak Yayınları
3) Prof. İlber Ortaylı – Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu – Kaynak Yayınları
4) Atatürk – Nutuk – Türk Devrim Tarihi Enstitüsü
5) Uğur Yıldırım– Keşiş Güç Emperyalizmin Ortodoks Kartı – Otopsi Yayınları
|
Bu haber 3919 defa okundu.
|
Hüseyin Özbek : 2008 / 03
|
|
|