Atalarının asırlar önce Orta Asya bozkırlarından kalkıp, Anadolu topraklarından geçerek Avrupa’ya kadar uzandığını bilen, şanlı Türk tarihinde Osmanlı ordularının girdikleri savaşlarda destanlarını okuyan Erendoruk’un, Türk asıllı olduğundan hiç şüphesi yoktur. Onun yaşaması için en önemli unsurlardan biri de Türk millî kimliğidir. O, Türklüğü için hayatını tehlikeye atmaktan korkmaz. Bulgaristan Cumhuriyeti sınırları içinde doğup büyüse de asil bir Türk evlâdı olarak yetişmiştir. Ağzından çıkan ilk kelime ‘Ana’dır, ‘Allah’tır. Okulda tanıştığı ilk kitap alfabedir, ilk öğrendiği anavatandır. Ülkesindeki komünist sistemin Türk kimliğini eritme politikası şair ve yazar Erendoruk’u kalbinden yaralar. Türklüğünü koruyabilmesi için hiçbir yerden yardım gelmediğini görünce, verebileceği savaş, kalemini süngü yapmaktır. Türk halkını şuurlandırmak için şiirler, romanlar, hikâyeler yazar, bunları gizlice yakın arkadaşlarına okutur. Emniyet güçleri bu uygulamanın farkına varır ve yazar bu faaliyetinden dolayı hapsedilir.
Yöresindeki ismini saydığı yer, dağ, köy, tarla, dere, ırmak adlarının arasında Türkçe olmayan hiçbir kelime yoktur. Erendoruk’un araştırmasında Koşukavak yöresinde söylenen türkülerin, atasözlerinin, tekerlemelerin Anadolu’da söylenenlerden farklı olmadığı görülür.
Bütün bunlara rağmen Bulgar komünistlerin, “Sizlerin dedeleri Anadolu’dan gelmişler, buradaki Bulgar kızlarıyla evlenmişler.” gibi gerçeklikle hiç alâkası olmayan uydurmaları yazara vız gelir. O, kendinin hangi ırka, hangi millete mensup olduğunu çok iyi bilendir ve millî kimliğini seçmekte kararı da kendisi verir.
O günlerde aydın geçinen Bulgaristan Türklerinden bazıları Bulgarlığı kabul etti. Kendini bilim adamı sanan müsveddeler de yok değildi. Onlardan biri olan Şükrü Tahir’in “Ben artık Orlin Zagorov’um”, Naci Ferhadov’un “Aleksey Brezin”im, Ahmet Emin’in “Aleksandır Emilov...” demelerine çatan şair Erendoruk, “Lânetleme” şiirini yazıyor.
“Bir şey araştırarak çocuksu bir sanıda
Unuttun geçmişini belledin yabanı da
Sonra inkâra kalktın ananı babanı da
İnsan izi görmemiş kapkaranlık bir insin
Çünkü sen bir hainsin!
..................
Bencilliğin dillerden düşmeyen küfür gibi
Yozlaşan duyuların bir çamurlu göl dibi
Hiçbir söylediğinin sen değilsin sahibi
Sen kendi milletine göre ha var, ha yoksun
Çünkü bir kürek boksun!”
O dönemde Bulgarların saflarında yer alıp kuş tüyü koltuklara yerleşen şairleri uyaran Erendoruk, “İthamname” şiirini de yazıyor. Yağcı ve yalaka şairlerin parmağının ucunu emerek bir şeyler yazma gayretlerinin boş birer emelden ibaret olduğunu hatırlatıyor ve:
“Sofranda bol bol içki kuş ciğerinden börek
Sabah sabah Jivkov’un önünde diz çökerek
Beklersin memnun olup olmadığını sorup
Eşek derisi yüzün terler de vıcık vıcık
Uçarsın sevincinden gülümserse azıcık
Ve bir kitap yazarsın yalan dolan uydurup”
deyip, ağızlarının payını vermekten çekinmiyor. Ayrıca soykırımın mimarı sayılan ve Erendoruk’un millî kimliğine tecavüz eden Jivkov da Erendoruk’un hışmına uğruyor. 1987’de Bulgar hükümetinin, artık Türkleri Bulgarlaştırdıklarına inandıkları (!) dönemde, ülkede asayişi sağladıkları bir anda, tabiri caizse yerin altında yılanın kıpırdadığını hissettikleri günlerde Erendoruk bütün cesaretiyle “Jivkov Dediler Mi?” şiirini yazmaya cesaret buluyor. Zalim Jikov’a ne diyor? İşte şairin gözünde Jivkov:
“T. Jivkov dediler mi
Analar görürüm iki gözü iki çeşme
Boynu bükük
Mezarlar görürüm başucunda taşları
Kırık dökük”
Kimileri satılıp, Bulgarların yalakalığını yaparken, ölümle mücadele eden Türkler de vardı, ismini değiştirmeyip, ölümü tercih edenler de. Erendoruk’un, “Elif Nine” destanında ana oğul Bulgar olmaktansa, Türk gibi ölmeye karar verirler ve birlikte intihar ederler.
“Sarıldılar bir yana fırlatıp fincanları,
Ana dua okudu, Memet de arkasından.
Bir yerde vuruyordu iki kırık kalb dan dan...
Derken yavaşça Hakka teslim oldu canları.”
Yazarın, Bulgaristan’da Türklüğün yaşaması için mücadele veren Osman Kılıç’a, Nuri Turgut Adalı’ya saygısı sevgisi büyüktür. Şair kendisi de o yolun yolcusuydu. Mücahit ağabeylerinin şairin kalbinde yerleri apayrıdır. Onların karşısında saygıyla eğilir ve onların davasının o kadar büyük olduğunu düşünüyordur ki, onların kutsal davasının mısralara sığamayacağı inancındadır. Yine de bir vefa borcu olarak, önce idam, sonra müebbet hapis cezası ile yargılanan Osman Kılıç’a ithaf ettiği “Ölüm Hücresi” şiirinde şu dörtlüğü okuyoruz:
“Üst üste yığıldıkça aylar yıllardan uzun
Zincirler şangırdadı beyninde şırak şırak...
Hayalin kat kat beton duvarları aşarak
Mızrak salladı zafer ordusunda Yavuz’un.”
Bir Osmanlı erine duyduğu sevgi ve sempatiyi Mehmetçik’e de duyan Erendoruk, “Mehmetçik” şiirinin son dörtlüğünde aynen şu duyguları dile getiriyor:
“Mehmetçik’in yarası olur aldığın yara:
Sen şehit düştüğünde çatlar da sabır taşı
Seninle sarmaş dolaş girmek için mezara
Mehmetçik’im de şehit düşer düşmana karşı:
Sen şehit düştüğünde dinmez gözümün yaşı.”
Dünyada Türklüğünün kalbinin T.C sınırları içinde olduğunu düşünen Erendoruk, Türkiye devletinin ilelebet yaşamasından yanadır. Türkiye’nin düşmanlar tarafından sarılı olduğundan tedirgin olan şair, anavatanında bazı dejenere olmuş Türklerden şüphesi olsa da mutlu sondan umudunu yitirmediğini “Fitne Yağmurları” şiirinde dile getiriyor:
“Yüreğim vıcık vıcık yara olsa da dondan,
Hâlâ kesmiş değilim ümidi mutlu sondan;
Çıkmalıyız Bozkurt’um Yeni Ergenekon’dan.
Yürüyüp cesaretle hep hayıra hayıra,
Sen önde biz peşinde, Mevlâ’m bizi kayıra.”
Erendoruk ölümünün birinci yılında mezarı başında anıldı
Tam bir yıl önce İstanbul’da ebediyete göçen Bulgaristan Türkleri edebiyatında edebiyatın zirvesine imzasını atan yazar-şair ve dava adamı Ömer Osman Erendoruk sevenleri tarafından Kayabaşı Mezarlığı’ndaki mezarı başında anıldı. Hayatında 21 kitaba imza atan Erendoruk’un, Bulgaristan Türkleri edebiyatı için büyük kayıp olduğunu ifade eden 35 yıllık dostu gazeteci-yazar Mehmet Türker, burada yaptığı kısa konuşmasında sevenlerinin kendisini asla unutmayacağını, onun adını daima yaşatacaklarını söyledi.
Erendoruk’un 72 yıllık hayat yolculuğu 1934 yılında Bulgaristan’ın Kırcaali ilinin Karakuz köyünde başlar. İlk ve ortaokuldan sonra öğretmen okulunu bitirir. Koşukavak bölgesinde 24 yıl süren öğretmenlik hayatı vardır. Onun hayat yolculuğu üç buçuk yıl Eski Zağra cezaevinde, altı ay Belene Ölüm Kampı’nda geçer, üç yıl Roman sürgünlüğüne uğrar. Daha sonra da Türkiye topraklarına, anavatana uzanır.