|
|
|
Güle güle Reyman bey
|
Reyman Eray bazen gözüme “Zamanı Durduran Adam” gibi göründü hep... 60’lı yılların “Unforgetables”ları yani “Unutulamayan” Fransız-İtalyan-Latin ve Amerikan şarkılarından kendine bir düş dünyası kurmuştu... |
Kansere yenik düşen Reyman Eray kalbimizde yaşıyor
Gelenekselin kıskacına sıkışıp,
ayağını bir gelişme dönemi boyunca,
daracık tahtadan ayakkabılar içine sokuveren
ve olağan-sağlıklı ölçüleri yakalamasına engel olan
bir Japon kadını gibi,
ömrünü,
ölçüler-ilkeler-dengeler döngüsünde kurup-sürup-tüketip,
25 Kasım 2006 Cumartesi günü saat tam 15.00’te
yaşama veda edip çekti gitti Reyman Eray...
Bahanesi akciğerlerinden başlayıp, tüm kemiklerini
aşıp zayıf ve gıdasız vücudunu sarmış kanserdi...
Hayatının golünü atamadan...
Kale çizgisine yaklaşamadan...
Onsekize bile giremeden...
Ve sanki karşıda rakibi varmış gibi
ayağından cimrice uzaklaştıramadığı topu ile
bir ömür boyu dolanıp-durdu hep
kendi yarı sahasında tek başına...
Auta düşen çılız şutlar, sıkça taça kaçırmalar ve çoğu kez de
sağlık sorunlarının zorunlu devre araları ile geçen,
onu bildigim-tanıdığım çoğuna şahit olduğum
şu son 32 Reyman Eray yılını bomboş tribünlere,
saha kenarındaki sorumsuz dört-beş çift elin alkışına,
bonkörce yani har vurup harman savururcasına,
feda etti çıktığı tüm maçların zaman dilimlerini...
faulsüz, ofsaytsız, bırakın kırmızı kartı, sarısını bile görmeden...
Oysa eş zamanda...
Yan sahalarda, biraz sağ, biraz sol yakın ve uzaklarda da
maçlar yapılıyordu...
Buralarda şutlar sertti... Penaltılar boldu...
Sıkı pazarlıklar, transferler-şikeler sıradanlaşmıştı...
Ortada bir maraton, uzun soluklu bir yarış yaşanıyordu...
Manzaralar daha çok gladyatörlerin kıyımlarını andırıyordu...
Düzen,
altta kalanın canı çıksın, ve
amaç için her araç mübahtır
düzeni idi...
Reyman Eray buralara hep dürbünün tersi ile baktı...
Oysa elini uzatsa tutacak, ayağını bir adım sürse
olayın tam içine girecek-düşecekti...
Ona sorsanız “Ödün veremezdim”li gerekçeler sıralayacaktı...
Oysa o, inatla başını “Olmaz” diye bir o yana bir bu yana sallıyordu,
“Sonra insanlar ne diyecek... Koca Reyman Eray da piyasaya uydu,
o da müziği paraya tercih etti... Yok ben kimseye bu hakkı vermem”
diye kendine biçtiği rolü başaktör olarak kendi İtalyan Sahnesi’nde
monolog halinde sürdüyordu...
32 Reyman Eray Yılı’nda onunla hemen her konuda dünyaya-olaylara ve her ama her şeye 180 derecenin zıt kenarlarından baktık...
Zaman zaman acımasızlığa varan eleştirilerime değil kırılmak aksine
bunlandan mazohitçe keyif alan bir karakteri canlandırıyordu...
Sabahlara kadar uzlaşmadan, ortak bir noktaya yaklaşmadan ama
birbirimizi anlayarak konuşurduk, gider, böyle bir sohbeti yapacağımız
ertesi günleri sabırsızlıkla beklerdi...
Reyman Eray’ı kırmak mümkün değildi...
Her eleştiriye, her karşı görüşe vereceği çok nazik, çok usturuplu
bir “Ama Deniz”ciğim”i vardı...
Reyman Eray’ı 1975 yılının yaz aylarında tanıdım...
32-33’ünde idi...
Benden on yaş büyüktü...
Hayatımda o ana dek gördüğüm en zayıf insandı...
Bir deri, bir kemikti... Boyu 1.80’den fazlaydı...
Başı biraz yan ve aşağıya bakar,
yürürken zaman zaman ayaklarını yere sürerdi...
O günlerde, Kurtuluş Caddesi üstünde bir evin zemin katında oturuyordu...
Dış kapısını hiç kapatmaz, masasından çayı, Maltepe sigarası hiç eksik olmazdı... Philips marka bir radyo-kasetçaları vardı... Gireni-çıkanı, geleni-gideni çoktu... Kediler rahatça evin içinde dolaşır, soranlara “Beni farelerden koruyorlar” derdi... Sonradan anladım ki o kalabalık telefon defterine, kalın adres fihristine ve buraya gelip-gidenlerin çokluğuna karşın, o kediler fare avcısı değil hayatının ortağı idi aslında...
Reyman Eray, gitar dersi veriyor, orkestralar önünde şarkı söyleyen profesyonellerin notalarını yazıyor, söz yazıp-beste yapıyor ve bunları aranje de ediyordu...
Kısaca bir müzisyende olması gereken herşeyin fazlası onda vardı...
O yıllarda basın-yayın, sermayenin tuzağına düşüp yüzde-yüz reklam alanı yani medya olmamıştı... Gazetelere, dergilere basın, radyo-televizyona da yayın deniyordu... Beş Cağaloğlu gazetesi, üç dergi ve bir de TRT vardı... Yazı yazana, fotoğraf çekene saygı-ilgi-güven çoktu... Hedef paradan çok biraz şöhret biraz da kalıcı şeyler yapmaktı... Bu işlere gönül verenlerin, emek harcayanların basında bir-iki satır haberinin çıkması kolaydı da TRT’de bir bestecinin, bir söz yazarının, bir şarkıcının eserini çaldırması deveye hendek atlatmaktan zordu... Söz denetimi, müzik denetimi, türlü usul ve bürokratik engeller sıralanıyordu sanatçıların önüne...
İşte Reyman Eray şarkılarını, beste yapısı, söz dizilimi, armonize edip titizlikle orkestraya çaldırıyor, şarkıcılara doğru düzgün okutuyor, gerekli kırtasiyeyi de özenle yapıyor ve TRT denetimini kolaylıkla aşıyor hatta oralardan övgü yazıları da alıyordu...
Hangi halde Do’nun üstüne Fa gelir, yoksa Sol mü çalınır, La’nın yeri ne zamandır, Si-Re-Mi ne zaman seslerini duyuracak, diyezler-bemolleri nerede sivrilecek, bunları en iyi bilenlerden biri idi o...
Adı TRT de sıkça anons edilince kapısını da hevesli-meraklı amatörler aşındırıyordu... Tahmin ediliceği gibi çoğu heyecanlı ama parasızdı... Ve Reyman Eray günlerce-gecelerce çalışıyor, ortaya eserler çıkarıyor ve dar bütçe ile çalışan herkesin başına gelen onun da kaderi oluyordu... Sıfıra-sıfır elde var sıfır...
“Amatörlerin Babası” olarak ünleniyor ancak civcivler biraz tüylenip piliçleşince hele-hele tavuklaşınca Reyman Eray’ı hatırlamaz oluyordu...
Reyman Eray bu evde daha sonra Nur Yoldaş olarak tanınan Nur Belda’ya müzik dersleri veriyor, onun için beste yapıp, söz yazıyordu... Asu Maralman’ın ilk şarkılarına da gene besteci ve söz yazarı olarak imza atıyordu... Ülkemizin ilk Rock gruplarından Grup Bunalım da bir Reyman Eray şarkısı olan “Başak Saçlım”la listelerde yerini alıyordu...
1977’de ben askere gittim...
Döndüğümde Reyman Eray, Kurtuluş’tan Taksim’e taşınmıştı...
Kutlu Sokak, Pürtelaş Sokak, Ülker Sokak’ta kiralık evlerde oturdu yıllarca... Müzisyenliğin yanı sıra, ilk gençlik yıllarında yapıp da sonra ara verdiği gazeteciliği de yeniden kıyısından tutar buldum onu... Haftalık dergilere, gazetelere tiyatro eleştirileri yazıyordu...
Hayatındaki tek değişiklik ise peşpeşe gelen evlilikleri idi... Tam beş kez ciddi beraberlikler yaşamıştı... Ama yıllar sonra, ölmeden iki hafta kadar önce bir gece sohbetinde bunun muhasebesini buruk yapıyordu...
“Başıma yaslayacağım bir kadınım hiç olmadı”...
Reyman Eray bazen gözüme “Zamanı Durduran Adam” gibi göründü hep... 60’lı yılların “Unforgetables”ları yani “Unutulamayan” Fransız-İtalyan-Latin ve Amerikan şarkılarından kendine bir düş dünyası kurmuştu... Boş kalınca oraya sığınıyor, ürettiği müzikler de bu dönemin derin izlerini taşıyordu... Gelen işlerden elde ettiği para azdı... Çayı-sigarası ve simidi hep vardı... Kirasını, telefonunu hep öderdi... Kimseye borcu olmazdı...
Bayrağı onuru idi..
Ve buzdolabı çoğu kez boştu...
Reyman Eray, “Self Made” idi... Yani kendi kendini yetiştirmişti... Menenjit geçirince ortaokuldan ayrılmak zorunda kalmıştı... Fransızca-İngilizce-İspanyolca-İtalyanca derdini anlatabilirdi... Yüzlerce kitap okumuştu... Yazarken ise bir “Türkçe Titizi” idi...
200’den fazla sözleri de kendisine ait bestesi, 45’lik plakları, yaptığı kasetleri vardı... Tiyatro oyunları müziklemişti... Gazete ve dergilerde sayıları binleri aşan yazıları basılmıştı...
Yaz ortalarında bana telefon edip biraz rahatsız olduğunu anlatmıştı... Ben de ona “Zorda kalırsan köpegini bana ver bizde kalır bakarız” demiştim... Bir hafta sonra beni tekrar arayıp, “Tamam, Julyet’i gel al” deyince içimdeki ses de bana “Eyvah Reyman yolcu” diye sesleniyordu...
Jülyet’i aldım, eve götürdüm...
Sonra Reyman Eray’la Yedikule Göğüs Hastanesi’ne gittik birlikte... Çok eski bir arkadaşı Dr.Emre Arıcalı, önceleri zatüree’den süphelenmişti... Yedikule’de tetkiklerin ardından kanser olduğu ortaya çıktı... Akciğer kanserine yakalanmıştı... Kanser kemiklerine sıçramıştı... Hastalığının dördüncü ve son evresi idi... Yani kurtuluşu yoktu...
Dayanılmaz acılı günler-gecelere uzandı...
Şişli Etfal Hastanesi’nde kemoterapi ve ışın seansları... Ancak Etfal bir tedavi yeri... Burada kalınacak süre üç gün-beş gün... Bakıma alınacacağı bir hastane gerek... Bu arada, bol yalanlar ve umut vermeler... Bizim onu kandırmamız, onun bize kanar numarası yapması... İyileşince üstünde çalışacağımız projeler, kitaplar, belgesel ve müzikler hakkında konuşmalarımız...
Dostlarım diye yıllarca tanıdığı tel maşadan canlıların teker-teker kış yaprakları gibi mazgalların kenarlarından kayıp lağıma karışmaları... “Ne diye hastaneye yatırmaya çalışıyorsunuz, evine götürün 300 milyon toplayalım orada bir kadın tutalım baksın, zaten ölecek”diyen beyinlerine kusmuk karışmış eş-dost-akraba... Bakın utanmazlara kuyruktalar... 300 milyonu şapka ile toplayacaklar, sonra da bu parayla kadın tutacaklar...
“Onun zaten 470 milyon emekli aylığı var, başka paraya ne gerek var” diye işi yokuşa süren bir ağabeyi...
“Vaaaah, vah yavrum vah ya da vay anam vay....”
Serumlar ne olacak gece doktor, hemşire nereden nasıl gelecek...
İlknur bir akşam “Reyman’ı bizim eve neden getirmiyorsun ki” diyor... “Ben de aynı şeyi düşünüyorum” diye karşılık veriyorum... Ertesi gün Etfal’den çıkıyoruz bize geliyoruz Sarıyer’e... Orta katta salonda kanapeyi yatak yapıyoruz... Kırmızı nevresim, kırmızı yastıklar... Burada çok eğleniyoruz, çok konuşuyoruz, çok hayal kuruyoruz, çok müzik dinliyoruz... Ben yeni ilaç isimleri öğreniyorum... Kırmızı reçete ile alınan yeşil reçete ile ulaşılabilen ağır ağrı kesiciler... Sırta yapıştırılan morfinli bantlar, bünyeyi allak bullak eden damardan verilenler... Bir kutu on haplık mide bulantısı kesen ilacın 150, bir ağrı kesici bantın 250 milyon olduğunu ilk kez görüyorum...
Birkaç kez deniz gören Rumelikavağında bir lokantaya gidiyoruz... Kafa dağılsın moral olsun diye... Gidiş bir heves, cennet... Dönüş nefessizlek, güçzlük, cehennem...
Ve Reyman Eray burada gitgide gözümüzün önünde eriyor... İki bıçağı alıp aynı anda bir sağa bir sola iki ayrı hedefe atıp tam onikiden vuran adam yedi metre ötedeki tuvalete gidip geri dönecek nefesi bulamıyor artık kendinde... Gene de ipin ucunu koyvermiyor... Bir gece CD’lere Mp3 halinde sığdırdığı 120 şarkısını dinliyoruz... Kendisi çalmış, bilgisayarla yapmış üstüne okumuş... Plak gibi nostaljik ve sıcak... “Hadi kalkın dans ediyoruz” diyorum... Kalkıyor İlknur’la dans ediyorlar, ben videoya çekiyorum... Kısa bir kaç dakika... Güç yok, kondüsyon yok...
Meral Koro, Suna Keskin, Esin Afşar, Kemal Çapraz ve arkadaşları Erol, Avak, küçük Hakan ziyaretine geliyorlar... Dr. Verda Tunalıgil ve Serda Kondeler yeniden bir hastaneye yatırmak için arayışlara giriyorlar...
Gün geçtikçe hastalık ilerliyor... Balıklı Rum Hastanesi’ne yatırmak için imkânları zorluyoruz... Tiyatrodan tanıdığımız Ahmet Levendoğlu ve Ufuk Ötesi’nden Kemal Çapraz destek veriyor... 2 Kasım’da Reyman Eray’ı hastaneye yerleştiriyoruz... Bakımından, yemeğinden, ortamından memnun... Yazı yazmaya devam ediyor... Şiirler oluşturuyor, notlar alıyor... 18 Kasım, Reyman Eray’ın doğum günü... Feriha Eyüboğlu arkadaşlarını topluyor, pastalar, börekler, mumlarla gelip ona hayatının sürprizini yapıyor...
Bir akşam ziyaret saatinin limitlerini zorluyorum...
“Ben organlarımı bağışlayacağım bedenimi de kadavra yapsınlar” diyorum... “Benden birşey olmaz” diyor “Ben hurdaya çıkmışım, kanserli organdan ne olur ki”... Ve laf-lafı açıyor... “İyi ki Turgut Özal o zamanlar sanatçılara SSK yolunu açtı... İyi ki Ümit Utku Film-San’dan bana bu imkânı verdi... Ve ben habersiz yaşarken iyi ki Günyüz Tuna beni kolumdan tutup bu işlemleri yaptırdı... Ve iyi ki kuzenimin kocası da toplu bir para verip bana emekli olma imkânı sağladı... Yoksa şimdi halim nice olurdu...”
Reyman Eray, bir hafta sonra 25 Kasım’da öldü...
“Reyman Eray’ı nasıl bilirdiniz” sorusuna buradan da gür bir şekilde cevap vermek istiyorum”
“İyi bilirdik... Çok iyi bilirdik...”
Reyman Eray bunu fazlası ile hak etmişti...
Allah Rahmet Eylesin...
Deniz İzgi
|
Bu haber 5617 defa okundu.
|
Ufuk Ötesi : 2006 / 12
|
|
|