Aynı gün Kayabaşı Mezarlığı’na defnedilen Erendoruk, Türk edebiyatı için büyük kayıptır. Bulgaristan Türkleri edebiyatında bir üstat olan Erendoruk’un, yarım asır boyunca yazdığı şiirler, romanlar, hikâyeler, piyes, masallar ve araştırma olarak, külliyatı 20 kitapta yayınlandı. Ufuk Ötesi Yayınları’nda ise Erendoruk’un edebî kimliğini konu alan “Kalem Kılıçlaşınca” kitabı yayınlandı.
Ömer O. Erendoruk, ömür boyu kurtarıcısı bildiği, anavatanı Türkiye’ye on yedi yıl önce yerleşti. Üstadın 72 yıllık hayat yolculuğu 1934 yılında Bulgaristan’ın Kırcaali ilinin Karakuz köyünde başlar. İlk ve ortaokuldan sonra öğretmen okulunu bitirir. Koşukavak bölgesinde 24 yıl süren öğretmenlik hayatı vardır. Onun hayat yolculuğu üç buçuk yıl Eski Zağra ceza evine, altı ay Belene Ölüm Kampı’na ve üç yıl da Roman sürgünlüğüne uğrar. Daha sonra da Türkiye topraklarına, anavatana uzanır...
Başucunda Demokles Kılıcı, ayaklarının altında sönmek bilmeyen Bulgar zulmünün ateşi, dolayında gene o zulmün kızıl yalımları eşliğinde geçen bu yolculukta onu ayakta tutan bir şey vardı: sevgisi! Erendoruk, Anavatan Türkiye’ye ilk adımını attığı an ona, bunun ne sevgisi olduğunu soran bir gazeteciye şöyle cevap veriyor:
“Anavatan sevgisi, Türk olma, Türk kalma sevgisi. Türk devletine, Türk Bayrağına, Türk tarihine, Türk ve Müslüman büyüklerine olan sevgim...”
Edebiyata ilk adımını şiir yazarak atan Ömer Osman, yarım asra yakın bir süre komünizmin baskısı altında Bulgarlaştırılıp eritilmeye çalışılan Türk halkının acıları, ıstırapları, yalnızlığı, yönetimin sahtekârlığı, hilekârlığı, bencilliği, dalkavukluğu, eserlerinin vazgeçilmez konuları oluyor.
Türkiye’de edebiyat çevreleri Ömer Osman’ı “S.O.S. veya Üçüncü Mezar” kitabıyla tanıdılar. Üstat Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun kitap hakkındaki şu ifadeleri yer aldı:
“Kitaba şöyle bir göz gezdirdiğiniz vakit, Ömer Osman’ın usta bir şair, Türkçe’ye hâkim bir kalem olduğunu hemen anlıyorsunuz. Bulgaristan’da doğup büyümüş, bin bir baskı altında hayatını sürdürmüş bir insanın, Türkçe’mizi bu kadar güzel kullanması ve yazması, şiir tekniğimize bu kadar vukufiyet... ‘Bulgaristan’da Türk yok’ diyen alçaklara cevap olarak tek başına yeter.”
Türk şairlerinden Özcan Ünlü ise Ömer Osman Erendoruk’un “Buram Buram Yalnızlık” şiir kitabının değerlendirmesinde şairin ilk şiirleriyle 1989’da tanıştığını ve özellikle “Fısıltı” şiirinin mısralarını okuyunca, “Dizlerimin bağının çözüldüğünü hatırlıyorum” diye yazmıştı.
Erendoruk’un şiirde ne kadar usta olduğunu ve şairin hayatta neye önem verdiğini 1997 yılında İstanbul’da kaleme aldığı “Seciyem” şiirindeki:
“Yüreğim korumayı başardığım tek varım,
Allah’ım var içimde, Türklüğüm, Ana dilim.
Onlar benim düşmana yol vermeyen duvarım,
Yürüdüğüm tek yolumu aydınlatan kandilim.”
mısralarında görmek mümkün. Onun Allah sevgisi, Türklük ve anadili Türkçe sevgisi her şeyden üstündür. “Ölüm Bile...” şiirinde bu mısraları perçinleyen son beyitte şairin her üç unsura ne kadar bağlı olduğunu hissedebiliyoruz:
“Ölüm bile alamaz elimden ölüm bile
Allah’ımın, Türkçe’min, Türklüğümün yerini.”
Feylosofların dediği gibi dünyada hiçbir şey tesadüf değildir. Üstadın bukada güçlü Türklük, Anavatan ve Türkçe sevgisinin kaynağına değinmek gerekirse, sorunun cevabını şöyle özetlemek gerekir:
Osmanlı, Bulgaristan topraklarından çekileli yıllar olmuştu, Bulgaristanlı Türkler, Türkiye Cumhuriyeti’ni her zaman hamîleri olarak görmüştür, kötü günlerde ona halâskâr olarak bakmıştır, Türkiye’yi de Anavatan olarak bilmiştir. Çocukluğundan beri Ömer Osman’ın çevresinde de her zaman Türkiye konuşulmuş, kötü günlerde doğudan umut beklenmiştir. Komünist eğitim sisteminde anavatanın sadece tek ve doğduğu yer olduğu öğretilse de Bulgaristan Türkleri bunu kabullenemez. Bu gerçek ara sıra olan göçlerde de görülmüştür, Ömer Osman’ın genç yaşta kaleme aldığı bir şiirinden de bu bellidir. Şiirde Bulgaristan Türkü’nün Türkiye’ye bağlılığı çok net olarak yansıtılır:
“Vatan bir milletin kulağı, gözü,
Ve de yüreğinde sönmeyecek kor.
Ötede dipdiri dururken özü,
Başkasına Vatan demek ne de zor!”
Şairin bu sevgisi atalarından gelir. Ömer Osman’ın aslı baba tarafından Yugoslavya topraklarındaki Priştine kasabasına uzanır. Yazar, Plevne’de Osman Paşa ile Ruslara karşı savaşırken, esir düşen babasının Hüseyin dedesiyle ve Trablusgarp’ta yedi sene askerlik yapan Mahmut dedesinin torunu olmaktan gurur duyar. “Rüyama Gir Bu Gece” şiirinde anavatan için savaşan Mahmut dedesini çok özlediğini belirtirken, “Zafer Borazanları” şiirinde ise 1878’de Plevne’de esir düşen büyü dedesi Hüseyin Ağa’ya sıkılan mermilerden kendisine de sıkıldığını ve kalbinden yaralandığını ifade ederek, son dörtlüğü şöyle bitiriyor:
“Allah verdiği ömrü kısaltmıyor ki dede,
Sağ kaldım ve onlarla tekmil açıldı aram.
Gün gelir doru atlar gene kişner Plevne’de,
Zafer borazanları çalar, kapanır yaram.”
Bunun için Bulgaristan’da asimilâsyon politikasını en acı şekilde yaşayanların biri de kendi kimliğini çok iyi bilen, millî şuuru canevinde hep canlı kalan Ömer Osmandır.
1984 yılı sonlarında Bulgar devleti, silâhlı güçleri devreye sokarak, Türk adlarını değiştirmeye girişiyordu. O günlerde şair her dakika ölüp ölüp diriliyor, bayılıyor, ayılıyor... Ve o günlerin manzarasını “Adsız Bebek” destanında şöyle tasvir ediyor:
“Bulgarsınız siz dedi şaklatarak copunu,
Hapsetti sürgün etti aydınların topunu.
Gık diyeni ağzından kan gelince döğdüler,
Ana, avrat, kız, gelin hayasızca söğdüler.
Issız kalınca köyler
Çatır çatır kırdılar kilitli kapımızı,
Küskülerle söktüler duvar ve yapımızı.
Başlayan soykırımı sürüyor tüm hızıyla
Eriyip gidiyoruz içimizde sızıyla.”
Hele de Türkler için yasaklı yılların başladığı günlerde... O günleri şair Erendoruk “SOS veya Üçüncü Mezar” destanında Türklerin meskûn yerlerinde zulümden, acıdan, kederden, gamdan ve gözyaşından başka bir şey göremiyor. Köyüne varıyor önce; gezen silâhlı polis, Türkçe konuşmak yasak, komşusunu sadece başıyla selâmlayabiliyor. Mezar taşları kırık, çeşmelerde eski yazılar silik... Her geçtiği yerde bir yasak işitiyor şair. Türkçe yürümek, söz söylemek, işitmek, bakmak, sevinmek, gülmek, dinlenmek, oturmak, yatmak, akan kanını dahi Türkçe silmenin yasak olduğu bu ülkede yol almakta güçlük çeken şair, yasakları şiirinde şöyle terennüm ediyor:
“Türkçe bağlamak yasak ayakkabı bağını,
Türkçe ayırmak yasak solunu sağını,
Sofrada ekmeğini Türkçe dilmeyeceksin,
Türkçe yaşamayacak, Türkçe ölmeyeceksin.”
Erendoruk’un diğer Bulgaristanlı şair ve yazarlardan farkı bir de güçlü önsezisidir. O, “Bencilliğin harap edici gücü, iktidar tarafından benimsenip yasallaştırıldığı zaman korkunçtan öte bir durum oluşturur. O halde korkunç bir terör, ülkenin her bucağına dalga dalga yayılır. Fakat gerçek gene de yenilmez, yok edilemez. Çünkü böyle iktidarlar, yükseliş ve olgunlaşma aşamalarına varamadan, belirişlerinden az sonra yıkılıp giderler.” düşüncesindedir. Bunu bildiği için iktidarın kendi mezarını kazdığı sesleri çok uzaktan işitir. ‘Sen’ şiirinin son dörtlüğünde aynen:
“Sen anandan doğalı hunharlığa kölesin
Benliğime uzanan elin ölüm kokuyor
Kaderin başucunda kefenini dokuyor
Kazdığın mezarından işitiliyor sesin.”
diye yazmaya da korkmuyor.
Yazar ve şair Erendoruık, ölümün doğal olduğuna, insanın eninde sonunda aslına döneceğinin kaçınılmaz olduğuna inandığını “Topraktan geldik, yine oraya döneceğiz” diyerek özetliyordu. Bir insanın kartallar gibi asırlarca yaşayamadığının bilincinde olan Erendoruk, ecelin kimin başına ne zaman geleceğini tıp ilminin hâlen bilemediğini vurgulardı. Kendisi hakkında “Vaktinde evlendim. Çocuklarımı evlendirdim, torunlarımı da gördüm. Karınca kaderimce yazacaklarımı yazdım. Yaşım da altmışı geçti. Ben ölüme hazırım.” diyordu. “Yaşım 65” şiirinde ise:
“Son nefesim gündüz mü bilmem gece mi?
Belki akşam üstüdür batarken güneş.
Son kelimem bütün mü yarım hece mi?
Hazırım yolculuğa yaşım altmış beş.”
Ölümü sonbaharla özdeşleştiren şair, oldu olası sonbahardan hoşlanmadığını söyler. “Sonbaharı ilkbaharın cenaze merasimine benzetirim.” diyen Erendoruk, 1997 yılında yazdığı “Son Durak” şiirinde artık yaşının ilerlemesiyle ömrün sonuna yaklaştığını düşünür. İnsan ömrünün son yıllarını sonbaharla kıyaslayan şair, son durağın da göründüğünü, kaleme aldığı şu mısralarda belirtiyor:
“Yol geçilmiş, yorgunluk omzumda dağ gibi,
Rüzgâr dinmiş esniyor bıkkınlıktan kurak da.
Senelerin ördüğü esrarengiz ağ gibi
Bir son bahar renginde göründü son durak da.”
Yazar, bu dünyadan namusu ve şerefi zedelenmeden gitmenin de önemli olduğunu vurgularken, bir de vasiyeti vardır. “Vasiyet” şiirinde şair de ataları gibi mütevazı bir şekilde defnedilmekten yanadır:
Ve benim de gelecek sıram günün birinde;
Yüreğim durulacak, yumulacak gözlerim.
Yıldızım da kaydı mı gecenin bir yerinde
Lâilâhe illâllah...olacak son sözlerim.
Kadir Gecesi’nde Hak’kın rahmetine kavuşan üstadımızın son nefesinde şahadet getirdiğine inanıyoruz ve ebedî istirahatgâhında ruhu şâdolsun dileklerimizle.
Fitne Yağmurları
Çağımız yol alırken üçüncü bine doğru,
Gizli açık hücumda Türk’ün kalbine doğru,
Kin yumağı yüzlerce yabancılaşmış uğru;
Fitne akıyor fitne akıyor nehir nehir,
Tortusu beyinlere altın tabakta zahir.
Üstümüze aktıkça kin şelâle şelâle,
Terk ediyor yerini hoşgörüler celâle;
Bir hal oldu yıldızla sarmaş dolaş hilâle;
Haç’ın oklarına mı hedef ilâhi nuru,
Yüzüne mi sıçradı yoksa fitne çamuru?
Saat, saat peşpeşe affedilmez hatalar,
Bu yüzden koparıldı elimizden kıtalar,
“Birlikten kuvvet doğar” demedi mi atalar?
Duyan olmaz uluyu dinlemeyen ulur da,
Zamanla yaşamamış gibi unutulur da.
Biz hâlâ tartışırken nerededir yerimiz,
Buharlaşıp uçuyor kutsal değerlerimiz;
Vatan Millet uğruna can veren erlerimiz
Haykırıyor paslanmış vicdanlara: Nerdeler?
Ağızlarında kilit, camlarında perdeler.
Şeref, haysiyet, namus sözlüklere emanet,
Kiralanmış basında sırıtıyor ihanet,
Beyaz perdede şanlı tarihimize lânet;
Nasıl uzanır nasıl dilin sorarım sana,
FATİH’e, SÜLEYMAN’a, ULUBATLI HASAN’a.
Türk’ün tek dostu Türktür gene küre-i arzda,
Yaşamaz bir karınca bile yabanıl tarzda.
Huzura doğru giden tek yol sünnette, farzda;
Mümkün değil meyveye durması tek çiçeğin
Farkına varmadıkça bu ilâhi gerçeğin.
Beyinlere musiki “Ayır-Buyur” düdüğü,
Bizi pek mi seviyor sandın elin hödüğü,
Gün gün gerçekleşmekte KAĞANLARIN dediği:
“Yumuşak...sözlerine kanar isen düşmanın”
“Yok olursun...” tükenir damarlarında kanın.
Tarumar ettin deşip medeniyet bendini,
Öğürerek ağzından kustun kendi kendini,
Kendin attın boynuna yabanın kemendini,
Yolunu aça aça benliğini bozanın
Kaldın karanlığında ördüğün bir kozanın.
Kirletiyor TÜRKÇE’mi kimi hinoğlu hinler,
Gönüllü müstemleke havasında zihinler,
Zirvelere tırmanmış mankurtlaşmış beyinler.
Açıp durma dilime her gün yeni bir yara,
Kusuru dilde değil cehaletinde ara.
Kimi, öğütüldüğü değirmene su taşır,
Tutar yabancı dilde eğitime kalkışır,
Kökünü unutmuşa elbette bu yakışır.
Bu, Dede Korkutlar’a, Yunuslar’a bir ret mi?
Ne desem ki adına, hıyanet mi, şirret mi?
İnsan hakları diye veriyorsun alarmı,
Hak denilen kavramda vatanı bölmek var mı?
Çoluk çocuk katleden insan mı, canavar mı?
Gizli sanma ne fitler döndüğünü o başta,
Bölünmez, bir vatandır bir ağaç da, bir taş da.
Entelekt müsveddeler lâiklik çığırtkanı,
İrtica diye diye başına sıçrar kanı,
Ona göre irtica annesinin türbanı.
Hasım, besmele çeken, Allah diyen herkese,
Gözü, kulağı tutsak şeytandan gelen sese.
Ağızdan çıkan her söz ya taştır ya da çiçek,
Düşünmezsen taş kime, çiçekı kime düşecek,
Dost bildiklerin yarın ülkeni bölüşecek;
Tarihçi not düşecek: “Fitne Türkleri böldü.”
“Ve bir millet olarak tarihlere gömüldü.”
Kim ne derse desin biz kılıç çalmışız taşa,
Bu günlere gelmişiz güçlükler aşa aşa,
Sağ olsa tekrarlardı sözünü Kemal Paşa,
Biliyordu komünist zehir eder aşını,
“Nerede görürseniz, derdi, ezin başını.”
İşte yüzlerce fitne nehrinden taşan seller,
Fitne çamuru ile bulanmış yollar, beller,
Çatırdıyor yıkılmak üzre bütün temeller.
Üstümüze gün be gün yağan oluk oluk kir,
Şuurları bunaltmış, can çekişiyor fikir.
Yüreğim vıcık vıcık yara olsa da dondan,
Hâlâ kesmiş değilim ümidi mutlu sondan;
Çıkmalıyız Bozkurt’um Yeni Ergenekon’dan.
Yürüyüp cesaretle hep hayıra hayıra,
Sen önde biz peşinde, Mevlâ’m bizi kayıra.