1932 Tokat Zile doğumlu. İlk ve ortaokulu Zile'de okuduktan (1947) sonra İstanbul'da Haydarpaşa Lisesi'ni (1950) ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi (1956). İstanbul Belediyesi şubelerinde memurluk, Türkiye Kızılay Derneği'nde Neşriyat Müdürlüğü (1962), İstanbul sosyal Sigortalar Kurumu Hukuk İşleri Müdürlüğü'nde şeflik, Milli Eğitim Basımevi (1968) ve Derleme Müdürlüğü (1974) yaptı. İlk hikayeleri Sivas'ta çıkan Hakikat gazetesinde yayımlanmıştı (1948). Daha sonra hikayeleri İstanbul, Yol, Türk Yurdu, Türk Dili (1955-59). Türk Edebiyatı dergilerinde yer aldı. Çağlayanlı Vadi adlı romanı Vatan gazetesinde tefrika edilmişti (1964). Nehir roman denilebilecek bir grup romanında Malazgirt zaferinden (1071) başlanarak Osmanlı'nın fetret devri ve İstanbul'un fethine kadar Türk tarihi konu alınırken, diğer romanlarında günümüz Türkiye'sinde yaşanan toplum değişimi ve sonuçları işlenmiştir. Trampacılar adlı oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda (Mart, 1968) sahnelenen Sepetçioğlu'nun, oyun yazarlığında en önemli başarısını gösterdiği Büyük Otmarlar, önce İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu'nca sahneye konuldu (1967), Ardından Avrupa Üniversitelerarası Tiyatro Festivali'nde en iyi oyun seçildi (1968). Gece Vaktinde Gün Dönümü ve Karanlıkta Mum Işığı adlı kitaplarıyla "Türkiye Milli Kültür Vakfı Kültür Armağanı"nı 1980 kazandı. 1994'te İLESAM üstün hizmet beratı verildi. 1998'de Atatürk Dil-Tarih kurumu şeref üyeliği' ne seçildi. Hikâye: Abdürrezzak Efendi (1956), Menevşeler Ölmemeli (1972), Bir Büyülü Dünya ki (1972).
Roman: Kilit (1971), Anahtar (1973), Kapı (1973), Konak (1974), Çatı (1974), Üçler-Yediler-Kırklar (1975), Bu Atlı Geçide Gider (1977), Karanlıkta Mum Işığı (1978), Darağacı (1979), Sabır (1980), Ebem Kuşağı(1989), Cevahir ile Sadık Çavuş'un Buğday Kamyonu (1980), Gecevaktinde Gündönümü-İstanbul'un fethi (1980); Geçitteki Ülke (1980). ...Ve Çanakkale 1 / Geldiler (1989), ... Ve Çanakkale 2 / Gördüler (1989), ...Ve Çanakkale 3 / Döndüler (1989). Bu eserler Türkiye Yazarlar Birliği'nin "Yılın Romanı" ödülünü aldı (1980). Kutsal Mahpus (1990) Sabır Ağacı (1992) - Benim Adım Yunus Emre (1994) Bir Ömür Boyu Kıbrıs (2000); Destan: Yaratılış ve Türeyiş (1965), Dedem Korkut'un Kitabı (1990), Sonsuza Uyanan Taşlar (1973); Oyun: Büyük Otmanlar (oyn. 1967, bes. 19789) Trampacılar (oyn. 1968) Çardaklı Bakıcı (1969). "Bu eser MEB ödülünü aldı." Köprü (1969). "Ankara'da Türk Ev Kadınları Derneği ödülünü aldı." Son bloklar (1969) Her Bizans'a Bir Fatih (1972) Mehveş Hanım (1984), Maragalı Abdülkadir (1986). Yunus Emre (1995), Nurs Köyünden Dünyaya (Velihan Bahadır adıyla); İnceleme: Türk Destanları (1986)
Türk tarihini onun sayesinde okuduk, sevdik ve benimsedik. Onunla tarihimiz, edebiyatla kol kola geniş yollardan günümüze ulaştı. Destanlarımızı o sihirli kalemden okuduktan sonra daha çok sevdik. Büyülü bir rüyaydı gördüğümüz. Engin ufuklara satır aralarından açıldık. Dede Korkut'tan aldığımız soluğu, Çanakkale'de boşalttık. Malazgirt ovasında Türk akıncılarının nârâlarıyla yankılandı içimiz. At nalları kulaklarımızda çınladı durdu. Büyük ecdadın insanî yönünü gördük, duygulandık. Tekbirler, ezanlar yıkadı yüreklerimizi. Sonra cihangir millet oluşumuzun gururunu yaşadık. Sepetçioğlu, bugün kompleksler içinde bocalayan nesillere atalarının büyüklüğünü anlatıp durdu. Kendi inancına, örfüne ve harsına güven duymasını sağladı. Uydurulan, yazdırılan, dikte edilen tarihi değil, gerçek hadiseleri kutsal kalemle ebedileştirdi. Sahih olayları alıp yoğurdu ve okuruna zaferlerden örülü bir şölen yaşattı, fikrî ve edebî sofralar açtı. O hikâye, roman tiyatro ve destan türlerinde kaleme aldığı eserlerde hep aynı ideali, mefkûreyi ve dâvâyı seslendirdi.
Sepetçioğlu bir sevgi adamı. Bir insanın önce kendi milletini severek gelişebileceğini öğretti bize. Muhabbeti esas aldı. Ama bu sevgi batının kuru hümanizmasından iz taşımıyordu. Aksine "büyük sevgi esası" üzerinde temellendirdiği bu düşünce, millî ve dinî özellikler teşkil ediyordu. Nitekim henüz 20 yaşındayken 1952'de bir dergiden kendisine yöneltilen bir soru üzerine, "Hümanizme giden yol milliyetten geçer!" diyecekti. Sevgiyle, bilgiyle donatılan nesillerin geleceğe kararlı adımlarla yürüyebileceğini biliyordu çünkü. Bu sebeple anarşiyi, kaosu, karmaşayı hep reddetti.
Eserlerini, sadece kütüphanelere kapanarak değil, Türk’ün hüküm sürdüğü bütün topraklara giderek, egemen olduğu ülkeleri gezerek ve yeryüzünü dolaşarak yazdı. Hem çağının hem de eski zamanların tanığı sıfatıyla, gerçek bir münevver vasfıyla istikbâle edebî belgeler bıraktı. Bilge Kağan, Tonyukuk, Edebali ve Akşemseddin gibi ulu bellediği yol açıcıların ardı sıra yürüdü. Okuyucusunu da bu sağlam kılavuzlar, emin rehberler ve gerçek öncülerin ardından yürüttü.
Milli tarihimizin imanlı, ahlâklı ve Kur'an’lı yazıcısına sâhip olmuştuk. Alparslan, Osman Gazi, Fâtih gibi alperenler, Dede Korkut, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Somuncu Baba, Ahi Evran gibi ermişler ve dervişler, muhabbet ve ilahî aşk yolunun ışık adamları ve âbide şahsiyetleriydi.
Anadolu'da Malazgirt zaferiyle başlayan Türk tarihini büyük isimlerin merkezinde anlatan Sepetçioğlu, bu kişi ve olayları nehir roman olarak kitaplaştırdı. Bunlar, “Kilit”, “Anahtar”, “Kapı”, “Konak”, “Çatı”, “Üçler-Yediler- Kırklar”dı. Sonra kuruluş devrini bütün cepheleriyle kronolojik sıraya dahil ederek bir üçleme yaptı. Yıldırım Bayezid'i, fetret devrini ve genç Osmanlı devletinin acılarını “Bu Atlı Geçide Gider”, “Darağacı” ve “Geçitteki Ülke”de ele aldı. Daha sonra “Ebemkuşağı” ve “Gece Vaktinde Gündönümü”nde Fatih devri mihmandarı oldu.
Türkiye'nin bugünkü bazı meselelerini ise “Karanlıkta Mum Işığı” ve “Sabır”da dile getirdi. Çanakkale destanını üç ayrı ciltte kaleme alan romancımız, “Ve Çanakkale” dizisinde “Geldiler, Gördüler, Döndüler” üçlemesiyle yedi düvele meydan okuyan imanlı bir milletin çocuklarının ibretlik destanını bütün dünyaya gösterdi. Kutsal Mahpus’ta Ebu Hanife'nin hayat hikâyesini destanlaştırırken, “Benim Adım Yunus Emre”de koca Türkmen dervişinin efsanesini dile getirdi.
“Cevahir İle Sadık Çavuşun Buğday Kamyonu”, “Yaratılış ve Türeyiş”, “Can Ocağında Pişen Aş”, “Güneşin Dört Köşesi”, “Sonsuza Uyanan Taşlar”, “Türk Destanları”…. Millî tiyatro eserleri: Büyük Otmarlar, Her Bizans’a Bir Fatih ve diğerleri… Ve “Bir Ömür Boyu Kıbrıs”: “Boyun Eğiş” ve “Hayır Eğiş”… Dünkü Türkiye, Bugünkü Türkiye, Yarınki Türkiye dizileri. Sepetçioğlu, Müslüman Türk’ün tarih boyunca yaşadığı serencâmın köşetaşlarını işaret etti.
Mustafa Necati Sepetçioğlu, başta roman ve edebiyat olmak üzere muhtelif konular hakkındaki sorularımıza cevap verdi:
Hocam 2005 yılı için “romanda bir patlama” olduğu söyleniyor. Çok roman yayınlanıyor. Edebiyatı ciddiye alanlar ise kayda değer az roman çıktığı konusunda hemfikir. Herhâlde kemiyet-keyfiyet meselesi olsa gerek. Bu hususta ne düşünüyorsunuz? İyi, yeni romancılar çıkıyor mu? Yeni romanları ve romancıları takip edebiliyor musunuz?
Çığırtkanlar çıkıyor; çok iyi şarlatanlar çıkıyor. Fakat soruda aradığın ışığın bir teki bile yok. Roman karanlıkta, romancı “eyyâm delisi” olunca okuyucu çığırtkanlarla şarlatanların elinden tutsaklaşır. Durum bu. Hayatın anlamsızlaştırıldığı, güzelliklerin târifsizleştirildiği, bambaşka târifelerin “Borsa düzeninde piyasalaştırıldığı bir zaman, eğer zaman ise o, her kertede “güzelin ve güzelliğin” düşmanı olmuştur. Çok “şey” bekleyemezsin öyle bir zamandan.
Zannediyorum yeni romancılar ustaları pek takip etmiyorlar. Hâlbuki zenaatta olduğu gibi sanatta da bir usta-çırak münasebeti vardır ve olmalıdır. Bu hususta gençlerin eksik kaldığı söylenebilir mi? Meselâ genç romancılardan size gelip, sizi arayıp fikrinizi alan, size danışan oluyor mu?
Benim dışarıyla pek ilgim yok. Arada bir “ünlenmiş-ünlendirilmiş”lerden birinin “işi”ne bakayım diyorum; birkaç sahife ötesine ulaşamıyorum, içimi ürpertiler beynimi depremler perişan ediyor. Bunlar, sanırım ürpertilerin ve depremlerin ustalarıdır, o yüzden çığırtkanlarla şarlatanlara ihtiyaç duyuyorlar.
İskender Özsoy, sizinle yaptığı bir mülâkatta çok hoş biri anekdot aktarıyor. Orada ödüllerin en büyüğünü anlatıyorsunuz. Türkiye’de ödüller hakkında ne düşünüyorsunuz?
O ödüllerden bana da verildi... idi; epeycesini hatırlıyorum. Nasıl verildiğini, niçin verildiğini biliyorum. En iyi ölçü, daha doğrusu “kıyas” kendin ile ölçmek, kendine kıyaslamaktır. Böylece yanılmazsın. O tür ödüller, hilâllerin haça, haçların hilâle dönüşmesi, dönüştürülmesi gibidir. Her zaman, her yerde ve dâimâ, yanıltıcıdır. Zâten bu sebepten var edilmişlerdir. Gençliğimde beni de aldattı o ödüller, lâkin tez uyandı... idim.
Romancının ana malzemesi dil. Dilimizin son yıllarda yoksul hâle getirilmek istendiği âşikâr. Acaba yeni ve iyi romancı çıkmamasının bir sebebi de Türkçe’ne musallat olanların günahı mıdır, ne dersiniz?
Yeni romancı çıkmaması Dil’den değil, köksüzlükten. Kökten koptukça filiz çürür; köke aykırı süren sürgün ne çiçek açar ne de meyveye durur. Sağdan soldan derleme geliştirilen burçlarda ise meyveler piçleşir; kara kuru, tadsız tuzsuz pazara çıkartılmış meyvelerin alıcısına o meyveler hangi lezzeti anlatabilir ki? Üstelik çığırtkanların pazarladığı, şarlatanların tablaya sürdüğü piçleşmiş meyvelere bulunacak müşterinin de ağız tadı yok edilmiş, ettirilmiş ise neyi nerden nasıl beklersin?
Dil elbette roman için vazgeçilemezdir, mecbûriyettir. Hele Türkçe gibi bir görkemli dünya dili Türk romanını dokumanın ilk ve tek şartıdır. Türkçe fukaralarının yazdıkları ise ortada. Yetmezmiş gibi başromancı rolünde dümene oturtulan birinin bir “baş ya da kıç” yapıtının bütünüyle bir eski “Hariciyeci” yazarımızdan satır satır yürütülüş hikâyesini sayın Murat Bardakçı yazdı. Ben o merhûm Hariciyeci yazar ile ölümünden bir gece önce uzun uzun, evinde, konuşmuş idim. Söz konusu eserini de 1001 Temel Eser arasında yayınlayacaktık. Rahmetli Kemal Ilıcak bu iş için ayrı bir telif ücreti ödememi bile istemişti. Yayınlayabilseydik, demek ki, o başyapıta “boş kale”sinden hırsızlık yapamayacaktı.
Burada eskilerin “intihal” sözüyle bir bakıma hoş görebildikleri “çalma çırpma, yürütme, hırsızlama” göz açıklıklarına bizde sıkça rastlandığı gibi dünya edebiyatı alanında da rastlanır. Lâkin hırsızlamacıların biri bile “Nobel” denilen aldatmacanın adaylığına yakıştırılmadığı gibi isimleri lekesiz yazarlar arasından çıkmamıştır. Sokak ağzıyla denilen keleklikler ancak kelekleşmiş yazarların tenezzülünde oluyor her nedense.
Bizde en güzel ve şâhâne örneği usta şâir Şeyh Gâlîb’in Hüsn ü Aşk adlı ünlü ve nefîs mesnevî-romanında görüldü. Okunduğu günlerde o vaktin çekemeyenleri “şundan bundan” alınma dediklerinde Şeyh Gâlib ustamızın: “Çaldımsa da mîrî maldan çaldım” demek büyüklüğünü büyük ustalığına güvenerek söyleyebilmiştir.
Benim “kök” deyişim bu sebeptendir; köksüzlükten pîçleşme de böyle gelişir zâten. Köksüzün Dil’i de roman soluğuna yetmez aslında; bir maraton koşusu gibidir roman; öylesine uzun, öylesine dengeli, öylesine ölçülü biçili ve öylesine hesaplı kitaplı bir koşu şiiri veyâ mûsikîsidir. Soluğu Dil’dir; Dil’i de “kök” besler. Köksüz-dilsiz bir gelişim ortaya “eser” çıkaramaz, çaputlu maputlu yapıtlar yumurtlar.
Bütün sun’i birleştirme çabalarına rağmen yine de hem fikirde hem de edebiyatta bir kamplaşma var. Kamplar, anlayışlar, dünya görüşleri edebiyatın, sanatın önüne geçiyor. Bundan kurtulmanın bir çâresi var mıdır? Tabii bunu söylerken iki taraflı olarak soruyorum.
San’atı, besleyen damar olarak kabul etmiyor, herhangi bir kavganın aracı ya da silâhı diye kabul ediyorsan önce insanı insanlığından çıkarır, hayvanlaştırırsın; hayvanlaşan insandan ne bekleyeceksin?
Söylediğin kampçı’lar ne bekleyeceğini iyi bilirler. Marksist’ler bu işin ustasıydı; şimdi AB’deki sırtlan sofrasının başçıları Marksistlerin yerine geçti. Firavunlaşmış bir Amerika ise Nemrutlaştıkça hayvanlaşmayı hızlandırıyor oldu. Hayvanlaşan insan sadece karnını düşünür; sanatı ise karına indikçe kokar ve kokutur.
Şeyh Bedreddin Vâridât’ında sıkıştıkça “gerisini sen düşün artık...” deyiverir; gâlibâ haklı. Yazık ki adı yanlış konan yıldızlar gibi aktı gitti o da. Sırtından şöhret uman N. Hikmet bile yanlışa sürdü Onu; Şeyh’in “içinde yürüyen adımlar”ın seslerini Stalin’e, “ateşten yükselen kıvılcım ruhu sanışı”nı “ihtilâl”e götürdü. Bu da bir ayrı kayboluş aslında, bir ayrı yok oluş... Lâkin bilen kim, anlayan kim?
Kamplaşma çoktan başlatıldı, hem de Atatürk’e rağmen. Çünki sofrada baş yemek Türkiye; Türklüğün etinden kemiğinden ayrıştırılması.. olunca kim koşuşmaz ki o sofraya?
Sâdece sırtlanlar mı? Ayılar bile sıraya girer hemen!
Para roman, piyasa romancılığı, best seller romancılığı, derken neredeyse eline kalemi alan bir çok kişi, ortaya irice, bol sayfalı, iddialı başlık taşıyan roman olduğunu iddia ettikleri kitaplarıyla etrafı kasıp kavuruyor. Has edebiyatçılar, ömürlerini şiire, hikâyeye, romana adayan kalem erbabı kenarda beklerken nevzuhur romancılar öne çıkıyor. Bu sağlıklı bir gelişme değil herhâlde yazı hayatı bakımından?
Ortada sağlık ne kaldı, ne bırakıldı ki roman sağlıklı, san’at gürbüz kalabilsin? Şâirin: “Doğar aç mîdelerden nur topu ihtilâller” deyişi gibi kurumuş ya da kurutulmuş gönüllerden de ancak, doğsa doğsa, mısır koçanı doğar.. Ortada işte.
Sizin gazetelerde neşredilen makaleleriniz son derece ufuk açıcı. Değerli tahliller, tespitler var. Bu yazıları da okuyucuya toplu olarak armağan etmeyi düşünüyor musunuz?
İrfan Yayınevi 40 yıldır yayınlıyor yazdıklarımı. 7/8 yayınevi daha yayınlamıştı vaktiyle... Şimdi, gâlibâ, 2 yayınevi var, fakat ağırlık İrfan Yayınevi’nde.
Sizinle daha yaptığımız konuşmada Orhan Kemal hakkında bir hâtıranızı anlatmış, tabutunu Bulgaristan’da gördüğünüzde duygulandığınızı ifade etmiş ve o cenazesinde bulunduğunuzu dile getirmiştiniz. Kemal Tahir, Yaşar Kemal ve Attilâ İlhan gibi sol tandanslı edebiyatçılara da pek soğuk baktığınız söylenemez. İdeolojik bir bakış sergilemediniz hiçbir zaman. Sadece Nâzım’a bir reddiyeniz, öfkeniz var o kadar. Acaba sol kesim de sizin kadar engin ufuklu mu, müsamahakâr mı? Bir sanatkârı değerlendirirken ideolojisi ne derece belirleyici olmalıdır?
Benim dinî inancım dışında bir tek vazgeçilemez, geri dönülmesi imkânsız bir tek inancım var: Türklük,Türk kültürü. Bundan ödün de veremem, yan çizene de iyi gözle bakmam.
Çünki, en azından 5/6 bin yıldır Türk’ün, Türklüğün, Türk kültürünün sırtından geçinen, karın doyuran, adam olanlar.. olur olmaz, dönüp Türk’ü, Türklüğü, Türk kültürünü sırtından bıçaklama sevdâsına düşüyor bunu da kazanç kapısı yapıyor; iğrenmez misin bunlardan, böylelerinden?
Kim olursa olsun, eğer san’at adamı ise; eğer yazarlık onurundan zenginleşmiş bir can yapısı, beden+ruh hayatı var ise onu var eden yurduna sırtını çeviremez, milletine ters bakamaz, Devletini yadırgayamaz. San’at adamı bir emsalsiz sırça köşktür; kondurulduğu yurdunda o yurdu güzelleştirmek için güzelleşebilir ancak; milletini daha iyiye daha güzele daha doğruya ulaştırabilmek için iyi+güzel+doğru olur ancak... Ve Devletinin daha güçlü, daha yapıcı, daha var edici olabilmesi için bütün varlığını yine yurdunda seferber eder; var olabilmek için var edebilmek, yapabilmek için yıkmamak-yıkamamak; yenileyebilmek yenilerek eskimeyi bilmek.. San’at adamı, yazar-çizer bence bu kalıbın biçimlemesidir.
Bunun için Marksist olmuş olmamış; dinsiz olmuş olmamış fark etmez; bunlar onun kişilik noksanlıkları ya da bütünlükleridir. Elbet Müslüman Türk benim makbulümdür; lâkin Türk yurdu olan, Türklerden başka kimsenin, hiçbir kimsenin sahiplenip bugüne getirmediği Vatan’ın Amerikanlaşması gibi bir kokuşmuşluğu yaşaması uğruna köleleşmiş olanlara yazar-çizer diyemediğim gibi san’at adamı hiç diyemem.
Ancak tavuklardan duyduğumda tavukça mûsikîsini fark edebildiğim tavukçudan beter bir Amerikanca uğruna Türkçe’nin benzersiz güzelliğini hissedemeyen nasıl roman yazabilir ki?
Hele şiir gibi bir su akışına nasıl karışmak cür’etinde bulunabilir...?
San’at ideoloji ile köleleşir; yurd ile bütünleşir, millet ile hemhâl olur, Devlet’ine yön verir ise kutsallaşır ancak.
Kutsalın dışında da san’at yoktur zaten!
Ahmed Yesevi’yi yazdınız. Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli ve Ahi Evran gibi gönül burçlarını da yazmak istediğinizi belirtiyorsunuz. Edebiyatımızda Yunus ve Mevlânâ üzerinde durulmuştur. Ama meselâ bir İbrahim Hakkı’nın da büyük bir dünyası var. Onun hayatı yazılmamıştır. Siz Bediüzzaman’ı da yazdınız. Türk tarihinde, Türkün maneviyat dünyasında yer etmiş bütün maneviyat önderlerine sıcak bir yaklaşımınız oldu. Tasavvuf’u Sâmiha Ayverdi ile birlikte romanda en iyi işleyen yazarlar arasında sayılıyorsunuz. Bugün Türk insanını maneviyattan, tasavvuf anlayışından, ruhunun yıkandığı deryadan ayırmak, uzaklaştırmak isteyenler var. Sizce İslâmsız bir Türklük düşünülebilir mi? Bu tarzdaki çabaları nasıl karşılıyorsunuz?
Türk-Türklük ile İslâm-Müslümanlık etin kemiğe bürünüşü gibidir. Nasıl şâirler şâiri Yunus Emre: “Ete kemiğe büründüm-Yunus diye göründüm” diyebilmiş ise öylesine bir deyiş ile anlatılabilir bu. Etsiz iskelet düşünebilirseniz, ya da iskeletsiz et...? Türk’ü de İslâmsız düşünün... Yürüyemeyen kemik, dağılabilecek et yığını... ayak altında kalıverir!
Şimdi Türk’ü bu duruma getirmek istiyorlar. Çünki ete bürünüveren kemik Avrupa’ya İslâm’ı götürmüş idi; yâni Hıristiyanlığın yüzlerce yıl korkulu düşlerini oluşturmuş idi. Gerçi Attila’lı Hun Türkleri ile başlamıştı Vatikan’ın kötü düşleri lâkin Müslüman Türk daha dehşetli göründü...
Ne var ki Türksüz İslâm’ı düşünmek zavallılığı da var ortada. İşte Ortadoğu, işte Araplar.
Bence Müslümanlık Türklerle daha güzel, Türkler ile iki defa kutsal!
Mustafa Necati Sepetçioğlu dev romanların büyük yazarıdır. Değerli bir tiyatro yazarıdır. Hikâyeleri vardır. Ama ben meselâ şiiriniz olup olmadığını merak ediyorum. Hiç şiir yazdınız mı? Zaman zaman kendinize de olsa yazıp bir kenara koyar mısınız?
Bence şiir de, hikâye de, tiyatro da benim için basamak idi, roman’a yükselecek basamaklar...
Şiir, roman için bir vazgeçilemez olan üslûbu besler; hikâye, eskilerin “tahkîm” dediği hikâye eyleme gücünü oluşturur... Konunun çekirdekleştirilerek çiçeklendirilmesi meyveye dönüştürülmesi gibi... Tiyatro ise Frenkçe’siyle “diyalog”tur, önce diyalogtur; sonra sahneleme unsurlarıyla görkemleşme gelir; Işık, renklenme, heykelleşme, hareket ve benzeri tiyatro unsurları... Resimleme meselâ.
Roman hem şiirdir, hem mûsikîdir, hem hareket ve bütün unsurlardır. O yüzden maraton koşusuna benzettim zâten; bunun için de “soluk” ister; uzun, güçlü, güvenilir soluk hayatımızın kendisi değil midir? Beş dakika tutun soluğunuzu... Roman sona erivermeğe başlar.
Eşiniz Muazzam Hanımefendi de yazar. Çocuklara dâir güzel eserleri neşredildi. Herhalde Türk edebiyatında eşiyle uyumlu edebiyatçılar arasında başı çekiyorsunuz. İnsanî yönünü, yazarlığını. Bütün seyahatlerinizi birlikte yapıyorsunuz. İnsanlara gıpta ile baktıracak derecede büyük bir sevgi ile birbirinize bağlısınız. Bize Muazzam Hanımefendiyi anlatır mısınız?
Karacaoğlan’ın çok tatlı, o ölçüde de benzersiz bir deyişi vardır: “Yâr ismini desem olmaz / Düşer dillere dillere...”der. Şâirlerimizin doruklarından Fuzûlî ustamız da böyle düşünüyor. Bâki’den Nedîm’e değişmez bir Türk İslâm geleneğidir bu.
Bu yüzden Doğu’da ustaların sergilerinin adları yoktur, bilinmez; çoğu Mecnun- Leylâsızdır. Batı’da tam tersi görülüyor.
Fakat bizimki ikisinden de fazladır. Biz elli yılı aşkın bir cancanalığın eseriyiz. Onun noksanlarını ben tamamlıyorum, benim noksanlarımı o; böylece bütünleşiyoruz.
Eserlerimdeki “mûsikî” unsuru Muazzam’ın Türk mûsikîsiyle yakın oluşundandır meselâ; çünki Türk Mûsikisi Konservatuvarı’nda Hoca.
1952’de Türk Ocağı’na da o götürdü beni; ısrar eden oldu. Çünki ben o yaşlarımda da “bağımsız” yaşamayı sever; ocak mocak, dernek mernek meraklısı değil idim.
Muazzam’ın insânî yönü onun eserlerindedir. Çocuklar için yazmayı isteyişi, yazısı, başarılı da oluşu o yönündendir, şâir olduğunu da söyleyeyim! Mevlânâ ile ilgili, Yunus ile dolu alakalı çok güzel şiirleri vardır, yayınlandı da. Fakat o bunlardan söz edilmesini pek sevmez. Lâkin hangimiz övülmeyi istemez ki?.. Saklasak, kaçsak bile...
Konya Selçuk Üniversitesi’nin Marşı’nı o yazdı; güfte onun. Meselâ benim Büyük Otmarlar’ın Zürih’te oynandığında müziğini de o yapmış idi. Bu kadar yetişir herhâlde.
Son yıllarda yakın tarihimize büyük bir ilgi gözleniyor. Tarihî şahsiyetler hakkında farklı değerlendirmeler yapılıyor. Meselâ Sultan Vahidettin gibi. Bu hususta tartışmalar yapılmakta, kitaplar yazılmaktadır. Siz bu tartışmaları, değerlendirmeleri objektif buluyor musunuz? Toplum olarak yakın veya uzak tarihimizi kesin hatlarla doğru hâliyle ne zaman ve nasıl öğrenebileceğiz?
Tarih öğrenilmez, düşünülür. Düşünebilmek için de okumak okumak okumak gerekir ne yazık ki. O vakit de tarihi yaşadığınızı hissedersiniz ve ister istemez gününüzü seyredersiniz.
Tiyatro yazarlığımızın pek iyi olmadığı âşikâr. Meselâ Bosna’daki zulüm için belki onbinlerce şiir yazıldı, yazı yazıldı, kitaplar neşredildi. Ama doğru dürüst bir tiyatro eseri görmedim bu konuda. Geçen Kadın ve Savaş adlı uydurma ve neredeyse Sırpları temize çıkaran kötü bir oyun seyrettim ne yazık ki. Tiyatro yazarlarımız bu konuda niçin yazmazlar?
Tiyatro bizde çoktan öldü. Marksizmin istilâ hevesinin kuduruşu, yazık Türk tiyatrosunu da öldürdü. Mevlidini bile okuyamazsınız artık.. Çünki Amerikan dangalaklığı ölüye bile rahmet okutmakta...
Dünkü Türkiye, Bugünkü Türkiye ve Yarınki Türkiye dizileriniz çok sevildi, okundu. Defalarca basıldı romanlarınız. Hedef kitlenize tam mânâsıyla ulaştığınızı söyleyebilir misiniz?
Elli yıldır yazıyorum, yazdım. Okuyorlar ki varım. Murat Belge gibi bir adam, para babası bir bankanın cebinden yayınlanan bir dergide 2 sayı üstüste, 60 sahifede beni yok etmeye yeltenebildiğine, çürütebilmek için çıldırasıya didindiğine göre.. demek ki varım hâlâ ve bir gerçeğim. Geçenlerde bir yayınevinin bastığı, elimde sâdece kapağı kalmış olan Yaradılış ve Türeyiş’in o baskısının kapağında “yüzbininci nüsha” kaydı var idi; çok seneler önceki bir baskı idi üstelik. O kapak şimdi, İrfan Yayınevi’nde, Şâkir Beğ’de şu anda.
Ben Marksistlerin ve dönek ve satılık ve... ve bütün o benzerlerinin, meselâ mandacı ve mütarekeci yazıcıların çizerlerin korkulu düşüyüm zâten...
Okuyucularınız, bundan sonra sizin hangi yeni eserinizi okuyacak?
Artık... yazmak yok; benim için yok. Niyetim bu, bu ortamda niyetim bu!
Son olarak çocukluğunuza uzansak. Bir konuşmanızda, “Annem dinî bütün bir kadındı. Roman yazdığımı öğrenen annem Cemile Hanım, “Evlâdım, madem yazıyorsun, abuk sabuk yazacağına, Hz. Muhammed (sav) Efendimiz’in hayatını yaz da, bari biz de okuyalım, derdi.” diyorsunuz. Babanızla birlikte 1974’te kaybettiğiniz sevgili annenize rahmet dilerken bu isteği yerine getirebildiniz mi diye sormak istiyorum? Bütün Müslümanların ve Türklerin Peygamberi Hz. Muhammed’in hayatını yazmak size çok yakışacak. Düşünüyor musunuz?
Para babası Türklerin kendilerini yok etmeye niyetlilere “sponsor”luk etmeye can attığı, Müslüman zenginlerinin kendilerini “yeşil sermâye” diye küçümsediği hor gördüğü kişileri beslemek için yırtındığı için, neyi, niye yazmak?... Çok mu kötümserim..? Yoksa umutsuz muyum? Ne oyum, ne buyum... Sâdece yorgunum, artık yorgunum sâdece!.. (Kadıköy, 15 Şubat 2006 17.39)