|
|
|
Yeni Bir Dostluk Köprüsünün Mimarı
|
Göreve başladığı ilk günden Azerbaycan aydınları ve yaratıcı camia ile son derece hassas ve anlaşıklı bir uyum yaratan Türkiye Büyük Elçiliği Medeniyet [Kültür] ve Tanıtma Müşaviri, gazetemizin yazarı Doç. Dr. Fethi Gedikli Bey, yazar Tevfik Abidin Muharremoğlu’nun sorularını yanıtlamıştır. |
Bu söyleşi Azerbaycan Yazarlar Birliğinin aylık yayın organı ULDUZ dergisinde aynen yayınlanmıştır.
Doğal olarak ilk sorumuz sizin Azerbaycan’la temasınız hakkında. Azerbaycan kelimesini ilk defa kimden işittiniz ve o an geçirdiğiniz duygular neler?
Azerbaycan kelimesini ilk defa kimden ve ne zaman işittiğimi doğrusu hatırlamıyorum. Çünkü hatırlanamayacak kadar eski bir zamandaydı muhtemelen. Daha ilk mektebe giderken benim Türklük hissim galip gelmiştir. Öğretmenimizin bir gün bize Selçuklu sultanı Alparslan’dan söz eden bir kitap okuduğunu ve Alparslan’ın yiğitliğinden, kahramanlığından bahseden bu kitaptan çok hoşlandığımı hatırlıyorum. Sanırım bu, 1960’ların sonuna doğru, ben 8–10 yaşlarımda iken olmuştu. Mektep sıralarında okuma kitaplarında adı geçen Attila, Mete bana her zaman heyecan vermiştir. Hatta bu ilk yıllarda Türklükle Müslümanlığı birbirinden ayıramadığımı, ağabeyimin bana biraz da Müslüman kimliğiyle “Mısır da Müslüman ülkedir, Suriye de” dediğinde benim ona “Türk mü?” diye soruşumdan hatırlıyorum. Bir de ilk mektep kitaplarımın birinde Sovyetler Birliği terkibindeki bazı cumhuriyetlerden bazı insanların renkli fotoğrafları yâdıma düşüyor. Şimdi net hatırlamıyorum ama içinde millî giysilerini kuşanmış Tacik, Kırgız, Özbek, Kazak’ın yanı sıra Azerbaycanlı da olmalıydı. Bunların kardeşlerimiz olduğunu biliyordum. Onu da bana ağabeyim söylemiş olacaktı.
Öte yandan, ben kendimi bilmeye başladığımda yanı başımda sizin de yakından tanıdığınız ağabeyim Yusuf Gedikli’nin kitaplarını buldum. O kitapların içinde büyük Türk milliyetçisi Ziya Gökalp’ın kitapları da vardı. Onları, bilhassa Gökalp’ın şiirlerini heyecanla, coşkunlukla okuduğum hâlâ aklımdadır. Türkçülüğün Esasları kitabı da. Orda Gökalp şöyle der: “Türkçülerin uzak mefkûresi, Turan namı altında birleşen Oğuzları, Tatarları, Kırgızları, Özbekleri, Yakutları lisanda, edebiyatta, harsta (medeniyette) birleştirmektir. Bu mefkûrenin bir reallık [hakikat] halına geçmesi mümkündür, yoksa yok? Yakın mefkûreler üçün bu cihet aransa da, uzak mefkûreler üçün aranamaz, çünkü uzak mefkûre ruhlardaki sonsuz vecdi bir hayli yükseltmek üçün hedef alınan çok cazibeli bir hayaldir…” Bu ülkü beni de büyülemiştir. Bütün Türklerin azat ve özgür yaşaması, kendi kaderini belirlemesi, medeniyetini saklayıp geliştirmesi en büyük arzumdur. Biz artık başka milletlerin boyunduruğu altında yaşamayalım, mesela Ruslaşarak, Almanlaşarak, Çinlileşerek, Farslaşarak, Araplaşarak yitip gitmeyelim. Var olalım. Ama kendimiz kalarak var olalım.
Söz biraz uzadı galiba. Sohbet Azerbaycan’ı ilk ne zaman işittiğimden gidiyordu. İşte deminden beri anlattığım şerait içinde biz Sovyetler Birliğinin yıkılacağına ve terkibindeki Türk Cumhuriyetlerinin azatlıklarına kavuşacaklarına inanıyorduk. Bunun için elimizden geldiği kadar onlar hakkında bilgi edinmeye ve edindiğimiz bilgileri yaymaya gayret ediyorduk. Daha üniversite son sınıfta okuyorken “Çağdaş Azerbaycan Şiiri Antolojisi” diye bir toplu tertip ettik. 1983 yılıydı. O zaman, Türkiye’de küçük bir kesim dışında Azerbaycan’ı ve onun büyük medeniyetini bilen az adam vardı. Bu çalışma mükâfat aldı ve kendinden sonra bir çok çalışmanın yapılmasına imkân verdi.
Sizin Azerbaycanda gördüğünüz işler kardeşiniz Yusuf Gediklinin bizim memleketimizin yaradıcılarını [sanatçılarını] Türkiyede tanıtmak çabalarını hatırlatıyor. Bunu itiraf edim ki sizden önceki ataşeyi ben hiç tanımadım ve bunu kendime de bir eksiklik görmüyorum. Neler yaptığından da habersizim. Ama şunu itiraf edim ki sizin insani hassasiyetiniz, bizim bir çok yazarlarımızla sıcak ilişkilere bir tekan [heveslendirme, şevklendirme] oldu.
Teveccüh gösteriyorsunuz. Benim gerçekten bu iki doğma halk için bir şey yapıp yapamadığım, sanırım, buradan ayrıldıktan sonra ortaya çıkacak. Eğer o zaman insanlar beni yahşı hatırlarlarsa veya medeni münasebetlerimizi vazifeye başladığım zamana göre daha gelişmiş bir seviyede bulurlarsa, belli ölçüde uğurlu [başarılı] sayılabilirim. Ama şu kadarını söyleyebilirim ki ben bu işi resmi bir iş olarak değil, bir misyon duygusuyla yapıyorum. Ağabeyim Yusuf Gedikli de yıllardır aynı şekilde çalışır. İnandığımızı gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Türkiye halkıyla Azerbaycan halkını bir çınar ağacının iki büyük budağı olarak görüyorum. Ben ağaca hizmet ediyorum, onun köküne su taşıyorum, onun daha gür ve sağlam şekilde ucalması için gayret gösteriyorum. Benden evvelki arkadaşlara gelince, her yiğidin bir yoğurt yeme biçimi var. Mutlaka herkes güzel anılmak, güzel bir iş yapmak ister, yalnız bazen talih insana yâr olmaz, ne bileyim?
Azerbaycana gelene değin siz Türkiyede bir üniversitede çalıştınız ve bu görev sizin ilk diplomatik göreviniz. Yenice azadlığını kazanan bir ülkede bu sayak [tür] görevlerde çalışmak zor mu?
Bu hususta bir şey söyleyebilmek için takdir edersiniz ki tecrübeli bir diplomat olmak gerekir. Oysa sizin de belirttiğiniz gibi bu benim ilk diplomatik görevim. Ama biz burada işimizi yaparken hem yetkililerden, hem de halktan büyük sevgi, alaka ve istilik [sıcaklık] görüyoruz. Görev yaptığı ülkede, araya sonradan öğrenilmiş bir dil sokmadan anlaşabilme imkânı herhalde her diplomata nasip olacak bir şey değil. Bu bakımdan biz çok avantajlı durumdayız. Ama bazen gözlenmedik [beklenmedik] bazı hadiseler de olabiliyor, fakat biz bunların üzerinde dayanmadan [durmadan] işimize ve geleceğe bakıyoruz. Biz şimdi çok uzun sürmüş bir kapalı devrin bıraktığı tortuları silmeye çalışıyoruz. Azerbaycan toplumu her öten [geçen] gün özünü keşfediyor, yaralarını sarıyor, tabir caizse özünü rehabilite ediyor. Buna başka bir ifadeyle geçit devri deniyor. Azerbaycan 1918’de Mehmed Emin Resulzade ve arkadaşlarının kurduğu, maalesef kısa bir müddet yaşayan ve şarkta ilk demokratik cumhuriyet olan kısa müstakillik yaşamını saymazsanız, modern devirde ilk defadır ki müstakil olarak kendi iradesiyle ve isteğiyle, önceliklerini kendisi belirleyerek, hedeflerini kendisi çizerek bir devlet hayatı yaşıyor. Gitgide güçleniyor ve sağlamlaşıyor. Bizim medeni münasebetlerimiz 1920’lere kadar şöyle böyle devam edebilmişti. Ancak Azerbaycana 11. Kızıl Ordunun girişiyle Bolşevik hakimiyetinin kurulmasından 1991’e kadarki dönem yitik bir devirdir. Bu arada yitirdiklerimizi telafi etmek için sırtımızda çok büyük bir külfet var. Bak [işte], bu durumun getirdiği ciddi bir çetinlik var, yapılması gereken pek çok şey var ve elimizdeki imkânlar bunların çok kiçik bir hissesini yapmaya elveriyor. Yapılması gereken birikmiş işlerle, yaptığımız işler arasında kabul edelim ki ciddi bir oransızlık var. Bu bakımdan ne yapsak haklı olarak yetersiz görülüyor, daha fazlası isteniyor. Umut ediyorum ki, gün geçtikçe daha tatmin edici çalışmalar yapacağız. Zorluk bizim medeniyetimize yönelik talepleri bütünüyle karşılayamamak!
Azerbaycanla Türk basını mukayese edilirse (tabiî ki mukayese caiz değil) ama mukayese olunursa, hangi farkları görmek mümkündür?
Hemen belirteyim ki Azerbaycanda kökü yüz yılı aşan, canlı, dinamik, coşkun bir basın var. Bu hali ben bizim 1908’de ilan edilmiş olan II. Meşrutiyet devrinin matbuatıyla kıyaslayabilirim. O zamanda zincirlerinden boşalmış gibi herkes gazete, dergi burahıyordu [bırakıyordu, yayınlıyordu]. Burada da vaziyet aynı. Geçenlerde gazete istediğim bir köşkte satıcı, tezgâhın üstünde sorduğum gazeteyi ararken “Erken duran [kalkan] gazete burahıyor” diye şikâyet etti. O kadar çok gazete var ki…
Burada gazetelerin bütün hafta boyu çıkmaması ilk geldiğimde benim yadırgadığım bir şeydi. Her gün gazete okumaya alışmış bizim gibi bir ülkeden gelen için alışılması zordu Pazar ve pazar ertesi günlerinde gazete çıkmaması. Şimdi okuyacak şey çok olduğundan iyi ki bütün gazeteler haftanın her günü çıkmıyor diyorum. Sonra anladım ki bu durum Azerbaycana has değil, bütün köhne Sovyet mekânında böyledir.
İki basını mukayeseye gelince, Türkiyede basının çok daha etkili olduğunu söylemek doğru olur zannındayım. Hani basın için yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü güç derler. Bana öyle geliyor ki, bizde zaman zaman basın kendinden evvelki bu üç gücün yerini alabilmektedir. Oysa Azerbaycanda basın bir çok şeyi yazıyor, bizde bunlar yazılsa yer yerinden oynar, burada ise kimsenin kılı kıpırdamıyor. Gazetelerin kullandığı uslup da burada daha sert görünüyor, hatta bazen çok duygusal da olabiliyor. Bazen jargon sözler de rahatlıkla istimal edilebiliyor. Ama bizde basın bu son yıllarda belirli ellerde toplandı, bu sağlıklı sayılmaz. Burada ise öyle bir durum yok görünüyor. Bu farklı fikirlerin efkâr-ı umumiyeye çattırılması bakımından daha sıhhatlidir. Öbür yandan, bizde gazeteler daha ucuz, hacimleri de kıyas kabul etmeyecek ölçüde fazladır. Hatta Kazakistandaki bir arkadaşım söyledi, derste öğrencilerine bir Türkiye gazetesi göstermiş, öğrenciler, “bu, bir günde mi hazırlanıp basılıyor?” diye şaşkınlıklarını gizleyememişler. Ama ben Azerbaycan basınının sağlam temeller üzerine kurulduğunu biliyorum ve gün geçtikçe daha iyiye gideceğine ve ülkenin demokratik kurallara göre idare edilmesinde büyük yardımının olacağına yürekten inanıyorum.
Bir de burada gazeteler medeniyet ve edebiyata daha fazla yer veriyorlar. Gazetelerde şiirler, hikâyeler neşrediliyor. Bazı gazeteler edebiyat ve medeniyet ekleri yayımlıyor. Böyle şeyler bizim gazetelerimizde pek görülmüyor.
Türkiyede yayımlanan Ufuk Ötesi isimli aylık gazetede yazılarınız yayınlanıyor, gazetecilik dışında daha hangi janrlarda [türlerde] yazılarınız var ve bize hangi yazınızı takdim edebilirsiniz?
Ben aslında ilim adamıyım, Osmanlı hukuku üzerine mütehassısım. Bu sahada yayımlanmış kitabım ve çeviri kitaplarım var. Ayrıca Osmanlı hukukuna dair bir çok makalenin müellifiyem. Bu arada üç yıla yakın bir zamandır Ufuk Ötesi gazetesinde yazılarım çıkıyor. Ben yazılı olan şeye neredeyse “kutsallık” atfeden bir adamım. Bu yüzden Ufuk Ötesi’nde “Evrak-ı Perişandan” başlığı altında hırda para [ufak tefek] mevzularda yazılar yazıyorum. Bunlar çoğunlukla eski el yazması kitaplardan, kitap parçalarından, hatta bazen sadece bir veya bir kaç varaktan bulup çıkardığım ve adeta bir hekim gibi tedavi edip yeniden hayata kavuşturduğum eski, yırtık pırtık kağıt parçalarından çıkarılan mevzulardır. Sonra Baküye gelince “Evrak-ı Perişandan”ı “Bakü Mektubu”na çevirdim. “Evrak-ı Perişan” ismi bizim büyük vatan şairimiz Namık Kemal’in tarihten söz eden bir eserinin adıdır. Aslında ben bu yazıları, Bodler’in şiir kitabının adına benzer bir adla adlandırmak istiyordum: Bataklık veya zibillik [çöplük] çiçekleri gibi. Bununla vermek istediğim bir mesaj vardı; o da şuydu: Medeniyetimize [kültürümüze] ait en hırda [ufak] şeyi de korumak lazımdır, onlara dikkatle bakıldığında ve sevgiyle eğilindiğinde içlerinde ne cevherler sakladıklarını bulup açığa çıkarabiliriz. Dolayısıyla onlara karşı bir saygı ve koruma hissi uyandırmak istiyordum. Çünkü benim tahlilime göre, umumi olarak Türklerin eksikliği, öz kıymetlerine bigane yanaşmaları, onlara “sahiplik hissi”nin yok derecede olması veya kâfi sağlamlıkta olmamasıdır. Komşularımız bize ait olan şeyleri hiç çekinmeden sahiplenirken, biz onların değerlerimizi çaldığında, oğurladığında [hırsızladığında] fark edip geri kaytarmaya çalışıyoruz.
|
Bu haber defa okundu.
|
Ufuk Ötesi : 2005 / 09
|
|
|