Kasım 2008

Ö T E S İ

 

26.04.2024 



Dümeni Kırık Gemi: DEVLET ÜNİVERSİTELERİ-II


Türk devlet üniversitelerinde özellikle son beş yıl içerisinde başlangıç itibariyle tasarı olarak ortaya konulan ve daha sonra çoğu yürürlüğe giren akademik yükselme kriterleri, kamuoyunda meraklılarınca bilinmekte ancak bir o kadar da uzak kalınan bir konu olarak ortada durmaktadır. Malum olduğu üzere ast üst ve emir komuta zinciri resmi anlamda Türkiye'de iki müessese çalışanları veya mensupları için geçerlidir. Bunlardan ilki "Türk Silahlı Kuvvetleri", diğeri ise "Devlet Üniversiteleri"dir. Akademisyen olmayı amaçlayan bir genç, mesleğe girdiği ilk günden itibaren tıpkı subay okulundan mezun bir teğmende olduğu gibi yükselmek arzusunu taşır. Mustafa GÖRKEM

Ancak aralarındaki bu paralelliğe rağmen iki tane (belki daha da fazladır) fark dikkati çeker. Birincisi; üniversitelerde görev yapan ve Tekniker, Uzman, Araştırma Görevlisi, Yardımcı Doçent gibi unvanlara sahip olanlar çoğu zaman bir "Uzman Çavuş" maaşı alarak akademik çalışmalarını devam ettirmeye çalışırlar. İkincisi; bir teğmenin bir üst rütbeye terfi etmesi için sicilinin düzgün olması şartıyla birlikte belli bir süre (sanırım 3-5 yıl arasında değişmektedir bu süre) beklemesi yeterlidir. Oysa bir genç akademisyenin terfi alabilmesi ve mesleğinde daha üst basamaklara ulaşabilmesi için emrinde olduğu idari kadroyu hoşnut etmesinin gerekliliği (!) yanında yüksek lisans ve doktora gibi oldukça yıpratıcı dönemleri kapsayan çalışmaları yapması gereklidir. Unutmadan söyleyelim İngiliz uyruklu insanların veya İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerde 10 (ON) yıl kalanların bile girip de çoğu zaman başarılı olamadıkları ÜDS, KPDS gibi yabancı dil sınavlarına girerek başarılı olmaları da işin tuzu biberidir şüphesiz... (Doçentlik için gerekli olan not bu sınavlarda 65 ve 70 olarak tespit edilmiştir). Burada bir nokta üzerinde dikkatle durmak mecburiyetindeyiz: TSK'nın hizmet anlayışı ve kadro yapısı kesinlikle konumuz veya ilgi alanımız değildir, ayrıca TSK'nın bu yapısıyla Türkiye'nin en sağlam kurumlarından birisi olduğu herkesin de malumudur... Şimdi bu uzun malumat niye verildi? Demek oluyor ki Türkiye'de özellikle devlet üniversitelerinde görev yapan ve şüphesiz kaliteli bireyler yetiştirmek ve Türklüğü MUASIR MEDENİYETLER SEVİYESİNE ULAŞTIRMAK gibi kaygılar taşıyan akademisyenlerin içinde bulunduğu süreç çok daha yakından takip edilmeli ve onlar üzerine oynanmak istenen oyunlar daha iyi hesaplanabilmelidir. Zira başı ele geçirmek gövdeyi ele geçirmekten daha makbuldür. Batı Emperyalizmi bütün vahşi yüzüyle dünyayı kasıp kavururken, kültür, dil, fen ve teknik alanlarında yukarıdaki tabirin açıklayıcısı olacak şekilde "BAŞ" olarak tarif edilen kadrolar ısrarla yabancılaştırılmaya çalışılırken şüphesiz kimse aldığı veya alamadığı üç kuruş PARA'nın da hesabında olmayacaktır. Türkiye'de 1980'li yıllardan sonra aydın (eskilerin tabiriyle münevver) sınıfının gayrı milli çizgiye doğru yöneldiği, dahası yabancılaştığı (yine eski tabirle SART'laştığı) yazılıp çizilmektedir. Büyük oranda haklılık payı taşıyan bu eleştiriler içinde kaybolup giden birkaç ismi saymazsak (Attilâ İlhan, Erol Manisalı, vs.) Türk aydınının geldiği çizgi gerçekten de çok vahimdir. Aydın sınıf kapsamına sadece toplumsal veya siyasal konularla ilgili görüş bildirenleri katmak herhalde saçma bir yaklaşım olacaktır. Üniversite kadrolarının da bu isim altında değerlendirilmesi gerekliliği aklı başında herkesin malumudur. Durum böyle olunca zaten yabancılaşan bir topluluğu, sözde akademik yeterliliği sağlama ve bilimde dünya standartlarını yakalama gibi söylemlerle bazı kriterlere mahkum eden bir anlayışın durumun daha da kötüye gitmesi için başkaca bir çaba sarf etmesine gerek yoktur. Türk devlet üniversitelerinde akademisyenlerin, akademik anlamda görevlerine devamlılıkları ve yükselmeleri için bağlı bulundukları üniversitelerce YÖK'ün TAVSİYE KARARI ile yürürlüğe sokulan ve pek çok devlet üniversitesinde geçerli olan kriterlerden bazıları şöyle: 1) SCI, SCI-Expanded, SSCI, AHCI ve daha bilmem ne indeksleri tarafından taranan uluslar arası hakemli dergilerde mutlaka ama mutlaka yayın yapmak. (Adları kısaltılan indekslerin açılımı şöyle: Science Citation Index, Social Science Citation Index, Arts and Humanities Citation Index). Kriter bu ya, bizimkiler de hemen bir kolay yolunu tutturdular tabii, Romanya, Polonya gibi Doğu Avrupa ülkelerinde yayımlanan ve makale sahibinden 100-200 dolar alan ve tabii ki (!) yukarıdaki indeksler tarafından taranan dergilerle, yine daha da komiği Pakistan, Hindistan gibi Asya ülkelerinde yayımlanıp yine indeksler tarafından taranan dergiler özellikle fen bilimleri alanında çalışan Türk bilim adamları tarafından yasak savmak amacıyla oldukça rağbet görmeye başladı. Bu dergileri kim bilir, kim tanır, para karşılığı yayımlanan ve hiçbir hakem incelemesinden geçmeyen makalelerin bilimsel yeterliliği nedir gerçekten merak konusudur. Bu durumun biraz daha değişik bir halini Türkiye'de yayımlanan ve uluslar arası dergi alt başlığını taşıyan dergilerde de görmek mümkündür. Kriterler öncesinde yazı bulamadığı için kapanacak duruma gelen bu dergiler, artık kendilerine gelen yazıları bin bir nazla yayımlar hale gelmişlerdir. Yani anlaşılacağı üzere zaten sorgulanan bir uygulama yine trajikomik bir şekilde "ŞARKLI KAFASIYLA" bertaraf edilmektedir. Konunun sosyal bilimler alanlarında çalışanlar için de önemli bir cephesi vardır. Şimdi bir tarihçi, coğrafyacı veya edebiyatçısınız ve konunuz mahalli karakterde bir konu, konunuzu uluslar arası hakemli bir dergide nasıl ve ne şekilde yayımlatabilirsiniz. Bakın ne der bu dergilerin yayın ilkelerinde: "Genele dönük, evrensel bilim kriterlerine uygun ve herkesi kapsayacak konular seçilmelidir...". Hadi buyurun!... Konu bilimin fen veya sosyal tarafıyla veya bu tarafları temsil eden kişilerle ilgili değildir. Konu her iki kesimin de söz konusu kriterlerden ne şekilde etkilendiğidir. Bu maddeyle ilgili son bir örnek verilecektir: Acaba siz bünyesinde çalışıp da yurt dışında (buna Pakistan, Romanya, Polonya, ve bilumum Afrika ülkelerini de dahildir) İngilizce yayın yapanlara 250 dolar ödül veren devlet üniversiteleri olduğunu biliyor musunuz? Bunu bilmiyorsanız, bu teşvik bedeli uğruna zaten 350 dolar maaş alan pek çok öğretim üyesinin Türkçe'sini yani namusunu bu para için ayaklar altına aldığını da bilmiyorsunuz demektir... 2) Uluslararası kongre, sempozyum, panel gibi bilimsel toplantılarda sunularak, programda yer almak. Tamam çok güzel, katılmak gerek ama katılmak için de birim amirinizden izin almanız, sonra bir üst amirinizden yolluk veya yevmiye talep ediyorsanız resmi kanalı izlemek zorundasınız. Yok eğer yolluk filan istemiyorsanız, bunun ne şekilde yorumlandığı hakkındaki tereddütleriniz eşliğinde, dönüşte sizi bekleyen soruşturma dilekçesine nasıl cevap vereceğinizi düşünmelisiniz. 3) Alanında kitap yayımlamak. Evet bu da en az diğerleri kadar gerekli şüphesiz; ancak bakalım burada neler oluyor. Kitap yayımlamak iki şekilde oluyor malumunuz. Ya bir yayınevi ile telif karşılığı kitap yayın sözleşmesi imzalıyor ve kitabınızı yayımlıyorsunuz ya da kendi paranızla bir matbaada veya taşeron yayınevlerinin adlarını kullanarak bu işi yapıyorsunuz. Her iki şekilde de bu kriter yerine getirildiği için sorun olmuyor elbette. Ama yine bazı devlet üniversitelerinde en üst idari amirin (yani rektörün) takdiri ile bir kitap inceleme heyeti kuruluyor, ve sizin göz nurunuz konuyla ilgisi olmayan kişilerce didik didik EDİLMEYEREK; uygun görülmemiştir yazısıyla size iade ediliveriyor. Ancak herkes için bu böyle de olmuyor elbet. Önceki yazımızda da kısmen bahsettiğimiz gibi ahbap çavuş veya kayınço enişte diyalogları çerçevesinde gelişen ilişkilerde bu durum genelde lehte işlemeye devam ediyor. Yolunda gitmeyen konuları tespit etmek kolay, bunlarla ilgili çözüm önerisinde bulunmak oldukça zordur. Bizim içinden çıkılamaz hale getirilen Devlet Üniversiteleri ile ilgili çözüm önerimiz şu: Acziyetinden arınmış (buna aşağılık kompleksi de deniyor), ayakları üzerinde durmak konusunda cesareti olan bir anlayışla ve tabii ki Mustafa Kemal Atatürk'ün esaslarını çizdiği çağdaş ve laik kadrolar eşliğinde ulus-devlet anlayışı çerçevesinde yeniden yapılanmak, yeniden ayağa kalkmak... Bir diğer seri yazımızda da YÖK ile YEK'in müstakbel iztivaçları hakkında naçizane bir şeyler söylemeyi umuyoruz.


Bu haber defa okundu.

Ufuk Ötesi  : 2003 / 09

 

 Sayı :79

 KÜNYE
 
 ARŞİV
 
 ABONELİK
 
 REKLAM
 
 
  YAZARLAR
 Ali Arif Esatgil
Bayrak gibi yaşamak...
 Alptekin Cevherli
En zor yazım…
 Doç. Dr. Fethi Gedikli
Şimşek gibi çakıp geçen ülkücü
 Dr. Yusuf Gedikli
Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım…
 Kemal Çapraz
Son söz...
 Olcay Yazıcı
Asil Neslin Son Temsilcisi: Kemâl Çapraz
 Bayram Akcan
“BOZKURT” Kemal ÇAPRAZ
 Aydil Erol
Bu çapraz, kimin çaprazı?!!
 Şahin Zenginal
Sensiz hayat zor olacak
 Ünal  Bolat
Sevdiğini Türk için seven Alperen
 Hayri Ataş
“YA BÖYLE ÖLÜM DEĞİL Mİ ERKEN”
 Mehmet Türker
Türk Dünyasının dervişi
 Mehmet Nuri Yardım
Kemal Çapraz diye bir kahraman
 Prof Dr. Ali Osman Özcan
Ufuk Ötesinde Çapraz Ateş
 Orhan Seyfi Şirin
Çapraz doğuştan ‘Reis’ti
 Rasim Ekşi
Kardeşim Kemal’in Vasiyeti
 Dr. Orhan  Gedikli
Sevgili Kemal Kardeşimin Ardından
 Özdemir Özsoy
Seni unutamayız
 Dr. Ünal Metin
“Ufuk Ötesi” yaşıyor
 Aybars Fırat
Kastamonu Beyefendisi
 Süleyman Özkonuk
Öteki Ufuk
 Zeki Hacı ibrahimoğlu
30 yıllık dostumdu
 Coşkun Çokyiğit
Kemal Çapraz “Tek Ağaç”lardandı
 Baki Günay
Kırım Meclisinde Kemal Çapraz sesleri
 Ahmet Tüzün
İz Bırakan
 Cem  Sökmen
Metropoldeki dâvâ adamı: Kemal Çapraz
 Hüseyin Özbek
Kemal Bey
 Asuman Özdemir
Sermayeye kurban gittin…
           
       
 
   

Karahan 2002