-Kemal (Çapraz) Ağabeyimin Ardından-
15 Eylül Pazartesi günü okuldaki derslerim bitince doğruca Ufuk Ötesi’ne gittim. Zira o gün gazetenin yeni sayısı gelecekti, bir de Kemal Ağabeyle daha önce konuştuğumuz bir mevzuu netleştirecektik. Gazeteye vardığımda yine her zamanki güleç yüzü ile beni Gül Hanım karşıladı. Ayşe Hanımla selamlaştıktan sonra Kemal Ağabeye yöneldim. Kemal Ağabey, masasında oturmuş yine kendisinin değil bir başkasının işleriyle meşgul oluyordu. Elindeki telefonu bıraktığı an selamlaştık. Yine her zamanki gibi “Ooo, Hayriciğim hoş geldin..” dedi ve tekrar telefon çaldı. Ben oturdum Ayşe Hanımla sevdiğimiz bir sanatkârın albümünden konuşmaya başladık. Bu arada Kemal Ağabey gazetenin yeni sayısının gecikeceğini haber verdiler diye seslendi, saat beşe doğru gelecekmiş. Bizim sohbet de koyulaşmış, sohbete ara sıra önündeki bilgisayardan başını kaldıran Gül Hanımla Veysel de katılmıştı. Müzik ve aşk üzerine devam eden sohbete müdahil olan Veysel, bize aşkın fizyolojik ve biyolojik bir hadise olduğunu belirttikten sonra durumun hormonlarla izah etmeye başladı. Ayşe Hanım, Gül Hanım ve ben buna şiddetle itiraz edince Veysel bize hitaben “Siz aşkın mistik boyutundan bakıyorsunuz!” deyiverdi. O zaman ben de Veysel’e “Sen de pislik boyutundan bakıyorsun!..” deyince hepimiz kahkahayı basmış, Veysel de Kemal Ağabeye “Bak neler kaçırıyorsun!..” diye seslenmişti. Konuştuklarımızı duymayan Kemal Ağabey bize tebessümle mukabele etti ve daha sonra da masasından kalkıp o da sohbete katılmıştı. Ben saat altıya doğru, artık gazeteyi yarın alırım diyerek izin isteyip çıktım. O gün o kadar çok espri yapılmıştı, o kadar çok gülmüştük ki.. Bu ertesi gün ağlayacağımıza mı işaretti acaba? Anlayamadım…
Kemal Ağabeyle 1990’lı yılların başında tanışmıştık. Tanıştığımız ilk gün fark ettiğim şey yüzünden eksilmeyen tebessümdü. Bu tebessüm, onun hem samimiyetini hem de idealizmini gösteriyordu fakat zamanla bu tebessümün altında bir yürek yangını olduğunu da fark ediyordunuz. Daha çocukluğundan itibaren, yetiştiği aile ortamından ve çevresinden aldığı terbiye, onu millî ve manevî konularda hassaslaştırmış, bunlara hem sahip çıkan hem de bunları yaşayan biri haline getirmişti. Bilhassa Türklük ve Türk dünyası onun sevdası olmuş, hemen hemen bütün mesaisini bu alana teksif ederek yazılar yazmış, röportajlar yapmış, bu coğrafyanın hemen her köşesini dolaşmıştı. Fakat yüreğinin bir köşesi Kırım için ayrı çarpardı. Türk dünyasının bu acı dolu parçası için ayrı bir dertlenir, o insanlar için ayrı bir ihtimam gösterirdi. Tanıdığımdan beri sırtında çantası, elinde fotoğraf makinesiyle Türklük ve Türk dünyası için yapılan toplantılara katılır, kimi zaman buralarda konuşmacı olur, kimi zaman haberci olurdu. Yaptığı işi severek yapar, her türlü mihnetine katılır ve bundan da zerre kadar şikâyet etmezdi. Zaten onun en bariz özelliklerinden birisi de buydu. O, insanları oldukları gibi, yani hatalarıyla sevaplarıyla kabul ederdi. Bu, bazen sıkıntılar doğursa da, onun kendine has mahcubiyeti şikâyet etmesine mani olurdu.
Kemal Ağabeyi tanıyan herkesin ittifak ettiği şey onun nezaketidir. Kendisine kaba davrananlara bile cevap verirken bu tavrını kaybetmez, oldukça nazik ve kibar olurdu. Bir diğer husus da onun idealizmiydi. Kemal Ağabey bir ideal adamıydı. Dünya nimetleri onun elinin tersiyle ittiği şeylerdi. İdealist adamların hepsi böyle değil midir? Ve hepsi her türlü sıkıntıya duçar olmamışlar mıdır? İşte Kemal Ağabey de uzun yıllar çalıştığı Türkiye gazetesinden ayrılmak zorunda bırakılınca maddi manevi birçok sıkıntıya düşmüş fakat hiçbir zaman bunları dile getirmemiş, etrafına hissettirmemek için de elinden geleni yapmıştır. 2000 yılında kurduğu Basın Birliği Derneği, kendisi gibi gazeteden ayrılmak zorunda bırakılan ve işsiz kalan birçok gazeteci arkadaşının uğrayıp sıkıntı dağıttığı bir yer olmanın yanında bir iş bulma merkezi, irtibat merkezi haline de gelmişti. Kemal Ağabey, burada birçok arkadaşına çeşitli yerlerde iş bulmakta yardımcı olmuştu. 2001 yılında çıkarmaya başladığı “Ufuk Ötesi” adlı aylık gazete ise onun adeta bütün mesaisini alan bir uğraş haline gelirken, elinde avucunda ne varsa onları da götürmüş, bununla da kalmamış birçok maddi sıkıntıyı da sırtına yüklemişti. Bütün bunlara rağmen yine de şikâyet etmiyor, hizmet gayretiyle çırpınıyordu. Bilhassa son zamanlarda maddi bakımdan çok sıkıntılar çekmekteydi ve bunları aşmak amacıyla fikirler üretiyor, hayata geçirmek için neler yapılabileceğini tartışıyorduk. “Ufuk Ötesi Yayınevi olarak çıkardığımız kitapların dağıtımını iyi yapabilirsek ekonomik bakımdan biraz rahatlayacağız...” demişti. Fakat bunun yetmeyeceğini derginin abone işlerinin de yoluna girmesi gerektiğini de eklemişti.
Ufuk Ötesi, bir gazete olmaktan çok öte bir başka misyonu da üstlenmişti. Burası adeta bir haber merkezi, bir irtibat merkezi, bir terapi merkezi vazifesi de görüyordu. Bir sıkıntısı, işi olan buraya uğrar, birisiyle görüşmek isteyen burayı söylerdi. Burada bir araya gelenler dostlarıyla, gönüldaşlarıyla hemhal olur, sohbet eder, giderdi. O bakımdan Kemal Ağabeyin başı hiç boş kalmaz, bazen konuşmak istediğimiz mevzuları konuşamaz, sonraki bir zamana ertelerdik. Bazen, “Ağabey bırak, bazıları da kendi işlerini kendileri yapsınlar…” dediğim olmuştur. O ise yine her zamanki mütebessim haliyle, “Anla sen artık…” diye mukabele etmiştir.
Daha önce de söylediğim gibi Kemal Ağabey fedakâr adamdır. O fedakârlığı sadece lafta bırakmamış elini taşın altına da sokmuştur, hatta herkesten çok. Kastamonu Belediyesiyle beraber on yılı aşkın bir süredir Kastamonu’da düzenlenen “Kastamonu Türk Dünyası Günleri”nin hem fikir babalığını hem de organizatörlüğünü yapıyordu. Bu bile başlı başına büyük bir fedakârlıktı, büyük bir gayretin sonucuydu. Bu organizasyon çerçevesi içinde Türk dünyasının değişik birçok yerinden gelen kardeşlerimizi Türkiye’deki kardeşleriyle buluşturmuş, kaynaşmalarını sağlamıştır.
16 Eylül sabahı saat 11 civarında çalan telefona elim varmak istemedi. Açtığımda duyduğum şey beni gözyaşlarına boğdu. “Nasıl…” diyebildim, “Akşam beraber ayrıldık, bugün görüşecektik…” diyebildim. “Bu kadar erken olmamalıydı..” dedim. Ve maalesef inanmak istemesem de hakikat buydu, Kemal Ağabey rahmete kavuşmuştu. Daha gencecikti. Yunus’un o yürek parçalayan mısraları geldi tekrar dilime:
“Şu dünya da bir nesneye
Yanar içim, göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi”
Kemal Ağabey için söyleyeceğim her şey yarım her şey eksik kalıyor maalesef. Onu bir yazının çerçevesi içinde anlatmak ne kadar zor benim için. Doğum günü vesilesiyle Gül Hanım ve Melike benden yazı istemişler, ben de yazmıştım. Bu yazıları yazdığımız defter kendisine doğum gününde verildiğinde çok sevinmiş, çok da şaşırmıştı. Daha sonraki günlerde yazıların tamamını okuduğunu söyleyince, “Sansür uygulamayacağını bilsem bu yazıyı köşemde yayınlarım…” diye takılmıştım. O yazıyı ölümünden on beş gün önce bir başka yerde yayınlamış, “sansürü böylece aştım...” diye de espri yapmıştım. Oysa şimdi onun için yazmaya çalıştığım bu yazı kendiliğinden sansürlendi zira kalemim bana ihanet ediyor. Çünkü onun mahcupluğunu anlatacak kelime, saflığını anlatacak cümle kuramıyorum. Son zamanlarda yaşadığı sıkıntılara rağmen gösterdiği metaneti ifadeye maalesef dilim dönmüyor.
Espri olsun diye söylediğim “Ufuk Ötesi Plaza” sözü için “İnşallah Hayriciğim, onu da yaparız, yeter ki canımız sağ olsun..” demişti. Şimdi birçok hedef ve hayal yarıda kaldı. Geride boynu bükük gözü yaşlı eşi, çocukları, annesi, babası ve dostlarıyla beraber…
Kemal Ağabeyime Allahtan rahmet diliyorum. Mekânı cennet olsun..
|