1980 öncesiydi. Kuşak Ofset’in sahibi olup şiir ve edebiyata özel merakı olan, hatta Necip Fazıl’ı Cağaloğlu’ndan alıp evine, evinden alıp Büyük Doğu Yayınevi’ne götürüp getirirken kimsecikleri beğenmeyen “Üstad”a bile şiirlerini okuyan şair Veli Avcı, Tahir Kutsi Makal ile Kuşak isimli bir dergi çıkartıyordu. Her nasılsa ben bu derginin yönetimini devralmıştım… Veli Avcı o zamanlar çocuk hasreti çektiğinden ve bence daha çok ailesinden gelen görgü ve terbiyeden kaynaklanan bir etkiyle gerçek bir öğrenci dostuydu. Ama bu dostluğun bir bedeli vardı ki bu da edebiyatsever olmaktı!
Kuşak Dergisi Yıldırım Han’ın en üst çatı katındaki bürodan idare edilirdi. Ben her sabah önce ikinci zemin kattaki Veli Ağabey ile görüşür sonra beş kat yukarı çıkar günlük işlere bakardım. O günkü şartlarda zaman zaman Sefa Kaplan, Durali Yılmaz gibi bugün şöhretli birer isim haline gelmiş edebiyatçı-gazeteci ve hocaların bile uğradı bir mekândı Kuşak Dergisi’nin yazıhanesi.
Bir gün kapı çaldı ve çocuk denecek yaşta iki ürkek genç girdi içeri. Kendilerini tanıttılar. Nispeten daha gürbüz olanı “Ben Kemal!” dedi. Diğeri biraz daha kısık bir sesle, “Ben de Abdülkadir” deyiverdi. Kemal bir yazı, Abdülkadir bir şiir verdi yayınlanmak üzere. İkisini de okudum ve fikirlerimi söyledim. Bilmiyorum belki biraz kantarın topuzunu kaçırmış olmalıyım ki, adı Kemal olan ve çaprazımda oturan hemen atıldı: “Ağabey sen de çok insafsızlık ediyorsun. Biz ne Necip Fazıl’ız, ne Peyami Safa! Hiç yazımız yayınlanmadı bizim daha…”
Susup kaldım. Kemal haklıydı ve çaprazdan atışı tam isabet etmişti. Yazıları aldım, yayınlayacağımı söyleyerek onları uğurladım. Dergi çıktığında yazılarını görünce duydukları mutlulukla bana yeniden geldiler ve teşekkür ettiler. Böylece aramızda bir dostluk, arkadaşlık, ahbaplık başladı. Daha sonraki yıllarda Ben Tercüman’dan Türkiye Gazetesi’ne geçtiğimde Kemal Çapraz ve Abdülkadir Karataş ile birlikte yıllarca çalıştık.
Kemal, Türk basınındaki tekelciliğin hepimiz gibi farkındaydı ve hiçbirimizin cesaret edemediği bir şey yaparak aylık gazete çıkartmaya başladı. Her dakika büyük bir maddi külfetin altında olmasına rağmen bir kere bile “Of!” demeden yayıncılık işini yürütmesi, onun sağlam karakterinden gelmekte idi. Kitap okumasını sevmeyen, televizyon budalasına çevrilmiş bir topluma rağmen inandığı değerlerin Batı kültürü karşısında yeniden yeşermesi, hayat geçebilmesi için sürekli kitap yayınlamaktaydı. Bütün bunları yaparken yüz binlerce YTL borcun altına girmişti. En son aldığı bir yeni banka kredisini ise taksiti gelen borçlarına yatırdığını duymuştum.
O gün cenazesine gelen eş, dost, arkadaşlarının çoğunun kendi gibi zaruret içinde ama vakar sahibi insanlar olduğu apaçık belliydi. Ama bu cenazede sırıtan bir başka şey vardı ki bu beni çok düşündürdü: “dava arkadaşları” Ufuk Ötesi gazetesinin maddi zaruretini bilmiyorlar mıydı? Mesela ben biliyordum ve hiçbir ücret talep etmeden istediği yazıları her ay kendisine gönderiyordum. Pek çok yazar arkadaşı da aynını yapıyordu. Peki, “dava arkadaşları” neden onu yapayalnız bırakmışlardı? Söylemediğinizde içinize batan bazı hakikatler vardır ki, işte yukarıdaki sözlerim de bunlardandır.
Kemal Çapraz bütün zorluklara ve yüz binlerce YTL ağır bir borç yükünün altına girmek pahasına bir dergiyi ayakta tutuyordu. Beni arayıp, “Ağabey, Kültür Sanat sayfalarımızı şenlendirelim. Benim okuyucum da sinemaya gidiyor, lütfen dergime katkı yap!” dediğinde onu bir kere daha sevmiştim. Dergisinde sinema, tiyatro, konser gibi pek çok kültür sanat etkinliğine yer vermesi onun entelektüel taleplerinin göstergesiydi.
Ağaç adlı bir hikâyemde yazdığım gibi, Kemal Çapraz büyük bir ormandan arta kalmış “tek ağaçlardan” biriydi. Etrafındaki ağaçlar çetin bir kış sonucu ya kurumuş veya kesilip eşyalaştırılmak üzere pazara çıkartılmıştı: o inatla ormanı yeniden diriltmeye çalışıyordu. Tohumlarını dört yöne saçıyordu ama orman bir türlü yeşeremedi. Neden? Topraktan mı? Yoksa “muktezayı hali zaman” böyle mi istemişti bilemiyorum. Bildiğim tek şey onun Hakkın rahmetine kavuşmasından sonra da ışıdığı, yaşayan pek çoklarının ise daima kupkuru kalacaklarıdır...
|