Zekice

 

Zeki Hacı ibrahimoğlu  

Laiklik nedir, ne değildir?-2


Türkiye Cumhuriyeti Laikliği her ne kadar resmen 1937 yılında benimsemişse de bu gelişmeye yol açan süreç Cumhuriyet öncesine uzanır ve esas itibarıyla Tanzimat’ın ilanıyla başlar. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun ilanıyla birlikte hem adli yapıda hem uygulanan konularda önemli değişiklikler yapılmaya başlanmış, bu dönemde ticaret, ceza, hukuk ve ceza yargılaması cumhuriyet döneminde de medeni hukuk alanı batılı ve laik bir karaktere bürünmüştür.

İslam ülkelerinde laiklik;
Türkiye Cumhuriyeti de bir İslam ülkesi olduğu için bu kategori içerisinde değerlendireceğiz.
İslam ülkelerinde laikliğin ortaya çıkışı, tarihi gelişimi ve uygulama şekliyle bu konulardaki tartışmalar Laikliğin doğup yayıldığı Batı ülkelerine göre farklılık gösterir. İslam dünyasında dini otorite ile siyasi otorite arasında tarih boyunca batıdakine benzer bir çatışma söz konusu olmadığından 19. yüzyılın başlarından itibaren görülen Laiklik süreci iç dinamiklerden çok dış dinamiklerin ve gelişmelerin etkisiyle başlamıştır. 1. ve 2. dünya savaşlarını takip eden yıllarda İslam toplumlarının bağımsızlıklarını kazanmaları ve ulus, devlet ilişkileri şeklinde yapılanmaları ile birlikte Din – Devlet ilişkileri devletin kimliği ve yönetim şekliyle ilgili tartışmalar canlanmış, farklı eğilimler ve fikri oluşumlar ortaya çıkmıştır. Osmanlılar hilafetin dini değil millete bırakılması gereken dünyevi bir mesele olduğunu ifade etmişlerdir. Bazı İslam âlimleri de İslam dininin devlet hayatından tamamen uzak tutulması gerektiği fikrini savunmuşlardır.
Bağımsızlıklarını kazanma sürecinde İslam ülkelerinin çoğunda devlet yönetimini elinde bulunduran siyasetçilerin ve Batı eğitimi almış olan entelektüellerin Modernist bir İslam yorumuna sıcak baktıkları veya laik ve milliyetçilik ekseni etrafında bir siyaset üretmeye çaba sarf ettikleri görülür.
Bunun sonucu olarak siyaset hukuk ve eğitim alanlarında Batı modellerini benimseme çabalarıyla birlikte laikleşme süreci de hız kazanmıştır. Genellikle hukuk ve eğitim alanlarındaki uygulamalar bu alanların dini çevrelerin ve gelenekçi ulemanın elinden çıkarak devletin kontrolüne geçmesi sonucunu doğurmuş, bir kısım ülkelerde dini faaliyetler doğrudan devlet tarafından düzenlenmiştir. Anayasalarında devletin Laik olduğu ifade edilen Türkiye, Nijerya ve Senegal ile şeri hukuka dayalı bir yönetim tarafının benimsendiği Suudi Arabistan ve İran bir tarafa bırakılırsa İslam ülkelerinin önemli bir kısmı bu alanda karmaşık ve eklektik bir yapı arz eder. Dini referanslı hükümler içerenlerde dahil İslam ülkelerinin anayasaları ve hukuk sistemleri önemli ölçüde batılı modellere dayanmaktadır. Milli ideolojiler devlet kurumları siyasetçiler ve partilerde genellikle laik eğilimlidir.
Türkiye Cumhuriyeti Laikliği her ne kadar resmen 1937 yılında benimsemişse de bu gelişmeye yol açan süreç Cumhuriyet öncesine uzanır ve esas itibarıyla Tanzimat’ın ilanıyla başlar. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun ilanıyla birlikte hem adli yapıda hem uygulanan konularda önemli değişiklikler yapılmaya başlanmış, bu dönemde ticaret, ceza, hukuk ve ceza yargılaması cumhuriyet döneminde de medeni hukuk alanı batılı ve laik bir karaktere bürünmüştür. Şeriye mahkemelerinin kalkması, Hilafetin ilgası, Tevhid-i Tedrisat kanununun kabulü, tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve nihayet 1937’de laikliğin açık biçimde anayasal bir prensip olarak esas teşkilat kanununda yerini alması bu dönemde laiklik istikametinde atılmış önemli adımları oluşturmaktadır. Aynı ilke 1961 ve 1982 Anayasalarında da yerini ve önemini korumuştur. 1982 Anayasası laikliği cumhuriyetin temel ilkelerinden sayarak değiştirilmeyecek ve değiştirilmesi teklif edilmeyecek maddeler arasına almıştır. (mad.4)
Laikliğin en önemli argümanı din ve vicdan hürriyeti sağlaması ve bütün dinlere eşit mesafede bulunmasıdır. 1982 Anayasası bir taraftan herkesin din ve vicdan hürriyetine sahip olduğunu, 14. Madde hükmüne aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenlerin serbest bulunduğuna, din ve ahlak eğitim ve öğretiminin devlet gözetimi ve denetimi altında yapılacağını din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alacağını belirtirken diğer taraftan kimsenin devleti sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasi ya da kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemeyeceğini ve kötüye kullanamayacağını hükme bağlamıştır. 24. maddenin göndermede bulunduğu 14. madde ise temel hak ve hürriyetlerin demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılmasını yasaklamaktadır. Temel hak ve hürriyetlerin durdurulmasını düzenleyen 15. madde ise savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde dahi durdurulamayacak olan temel hakları düzenlerken kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağına da yer vermektedir.
Laiklikle ilgili Anayasada yer alan önemli bir düzenleme Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili olanıdır. 136. madde “idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir.” hükmünü getirmektedir. Laik bir ülkede Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı zaman zaman eleştiri konusu olmuşsa da din hizmetlerinin cemaatlere bırakılmasının da kendine özgü problemler doğurabileceği, milli birlik ve bütünlüğü bozabileceği ileri sürülmüştür. Anayasa mahkemesine göre de Hıristiyanlığın aksine toplumsal – kamusal hayatı da düzenleyen İslam dininin kötüye kullanılması devletin ve laik ilkesinin yok edilmesi sonucunu doğurur. Bu sebeple Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasal bir kurum yapılması tarihten ve ülke şartlarından süzülen bir sorumluluktur. Ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir din hizmetleri sınıfının varlığı da anayasaya aykırı değildir.
Yukarıda izaha çalıştığımız İslam ülkelerinde laiklik anlayışı genel olarak anlatmaya çalıştığımız bilgilerdir.
Araştırdığımız ve okuduğumuz kitaplar, ansiklopediler, makaleler, inceleme yazılarının laiklikle ilgili bölümlerinde tarif sadece din ve devlet işlerinin birbiriden ayrılması şeklinde izah edilmektedir. Yani devlet işleri derken devletin yönetim şekli ve müesseseleri akla gelir. Din işleri de insanların inandıkları dinin koyduğu hükümleri noksansız olarak uygulayabilme hürriyettir.
Devletin işleri kanunlarla tayın edilmiş çerçeve içerisinde yürütülmektedir. Devlet yönetiminde dindar insanlar bulunur, buna kimse engel olamaz. Ancak devlet yönetimini şeri hükümlere göre yönetme eğilimine girerse o zaman laiklik ilkesi zarar görür ve buna kimse müsaade etmez. Ama kangren haline gelmiş başörtüsü İslami bir inancın gereğidir. Bunu laiklik içerisinde değerlendirmenin hiçbir hukuki tarafı yoktur.
Başörtülü yönetici olsa ve ben devletimi şeri hükümlere göre yöneteceğim derse o zaman laiklik zarar görür yoksa laiklik insanların kafasının dışı ile ilgilenmez. Kafasının içi önemlidir. Başörtülü hanımlar mevcut kanunlara uyan bir yönetim tarzı benimsemişlerse onlar başları örtülü olsa da laik kişilerdir. Ancak yönetimi ellerinde bulundurduklarında artık herkesin başını örteceğiz, kimse başı açık dolaşamayacak gibi tavırlar içerisinde olursa o zaman laiklik anlayışına ve anayasaya aykırı hareket etmiş olurlar. Laiklik anayasanın teminatı altındadır. Ama sadece yönetim biçimi ile teminatı altındadır. “Kimse dini inanç kanaatlerinden dolayı kınanamaz” hükmünü esas alırsak mesele kökten çözümlenmiş olur.
Son olarak yaşanmış fıkra gibi bir olayı anlatarak yazıma son vermek istiyorum.
MHP davasında Oflu Halil Amca tutuklu olarak yargılanmaktadır. O zamanki sıkıyönetim mahkemelerinde tutuklu olan sağcılara laiklik öğretiliyordu. Solculara da İstiklal Marşı.
Mamak’ta komutan Halil Amcayı çağırmış, gel bakalım Halil Amca anlat Laiklik nedir? Halil Amca da dersi hiç dinlemediği için hemen Karadeniz zekâsı ile “Komutanım kim ki namazını kılar, orucunu tutar layıktır Cennete. Kim ki bunları yapmaz layıktır Cehenneme” der.
Türkiye’de Laiklik daha çok tartışılacağa benziyor, çünkü taraf haline getirilmiş Laik olanlar, olmayanlar diye milletimiz bölünmüş. Laiklik gerçek anlamında izah edildiği zaman mesele çözümlenecek kanaatindeyim.


Not: Değerli yazar
Yaman Arıkan’ın UYANIŞ
Yayınevinden çıkardığı
Azraile Meydan Okuyan İki Türk
Kitabını mutlaka okuyun.
Tel : 0212-512-16-88


www.ufukotesi.com - 09 / 2008  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.