Gezinti

 

Ebru Tenli Günaydın  

Doğa Harikası Şirince


Selçuk'a 8 km uzaklıkta olan Şirince, doğal bir barınak gibi. Bir zamanlar kırk ailelik bir aşiret tarafından kurulan bugünkü Şirince’nin, ilk adı "Kırkınca", ikinci adı ise “Çirkince" imiş. Bu kadar güzel ve şirin bir köye bu adı yakıştıramayan dönemin İzmir Valisi Kazım Divrik Paşa, köyü ziyareti sırasında, “Burası çirkin değil, şirin” demiş ve adını “Şirince” koymuş.

Şirince köyüne girişte karşımıza köy meydanı çıkıyor ve her yerde gülen yüzler.
Köyde iki kilise var. İlki Vaftizci Aziz Yahya Kilisesi... Vaftizci Aziz Yahya Kilisesi, Selçuk Müzesi ve Amerikan Enstitüsü tarafından restore edilmiş. Ama işin ilginç tarafı, kilise de bir ev var, hayat devam ediyor. Evde yaşayan insanlar çok nazik. Sizin içeriyi gezmenizden asla rahatsız olmuyorlar. Rahatsız olmadıkları gibi size hizmet etmeye çalışıyorlar.
İkinci kilise ise, Vaftizci St. Jean Kilisesi. Adeta kaderine terk edilmiş. Define avcıları tarafından her yeri kazılıp dökülmüş. Köydeki söylentilere göre bir çok değerli eser çıkartılmış. Aslında köy bir sit alanı, köye bir çivi çakmak dahi yasak... Ama biliyorsunuz, biz yasakları çiğnemede ustayız.
Dağın yamaçlarına kurulan köy farklı bir mimari ile göze çarpıyor. Tüm evler kâgir ( taş veya tuğladan yapılmış ev). Evlerde çok sayıda pencere var. Balkonları ise cumbalı... Her evin bahçesinde mis gibi kokan fesleğenler var. Bazı evlerde diğer bir eve geçiş var. Evler genelde iki kastlı. Üst katta yatak odaları ve bir gündelik yaşam odası, borum katta ise kiler ve mutfak bulunmakta.
Bu evler bu kadar güzelken bunların arasına dalmaya çalışan bazı beton canavarlar gözüme çöp gibi batıyor.
Şirince’ye bundan yedi yıl önce gittiğimde, kadınlar sadece el emeği, göz nuru dantelleri, sehpa örtülerini, yazmalarını, yün çoraplarını ve ördükleri eldivenleri satıyorlardı. Her eve dilediğiniz gibi konuk olabilirdiniz. O tarih de bizde Şükrü dede ve Ayşe ninenin evine konuk olduk. Onlar kalabalık bir aileydi. Çocuklar, gelinler, damatlar ve torunlar. Tek kelime ile sıcacık, hayat dolu insanlar. Yaşamları sadece Şirince ‘de geçen insanlar. Hiç unutmuyorum evlerinde bizi davet ettiklerinde, Şükrü dede gelinlerine hemen,
“Sofrayı hazırlayın “ dedi.
“Dedem sağol. Biz aç değiliz” dememize rağmen,
“Bu eve gelip de Şükrü dedendin sofrasına oturmayacak adam tanımıyorum” dedi.
Bize bir yer sofrası hazırladılar, kendi yaptıkları içerisine kırmızı pul biber, kekik ve zeytinyağını koydukları yeşil ve siyah zeytin, bahçelerinden gelen domates, salatalık, biber…
Anlayacağınız burada her şey saf, doğal ve temizdi. Tıpkı Şükrü dede ve Ayşe nine gibi… Gelinleri dantel yapıp satıyordu. Birde torunları vardı. Ayşe, Şükrü ve Hasan üçü de birbirinden akıllı. Her yıl bu muhteşem aile ile görüşmeye devam ediyorum. Ama her yıl, geçen yılı aratıyordu. Çünkü insanlar kazandıkça kazanmak istiyorlardı. Bu da Şirince insanının o sıcaklığını yitirmesine sebep oluyordu. Çünkü köylülerin haricinde, şehirden gelen insanlar turizme yönelik ticaret yapmaya başladılar. Bu olay aslında Şirince’nin insanlarını değiştirdiği gibi, köyün mimarisini de değiştiriyordu. Buna karşın Şükrü dede ve Ayşe nine, çocukları, gelinleri, damatları ve torunları hala bize bir şeyler yedirmek için uğraşıyorlardı.
Umarım gelecek yıl bu yılı aramam.
Biraz da zeytinyağından ve şarabından bahsetmek istiyorum. İkisini de kendileri üretiyorlar. Köyün etrafı zeytin ağaçları ve üzüm bağları ile dolu. Toplanan zeytinler ve üzümler fabrikalara gönderiliyor. Burada iyiler ve kötüler ayrılıyor. Eğer hile yapıp iyi zeytinleri de içine atarsanız asit oranı artıyormuş. Zeytinyağı çok ağır oluyormuş. Ama Şirince’ de hangi evin önünden zeytinyağı alırsanız alın, mis gibi kokuyor. Ben her yıl Şirince ‘den 20 lt zeytinyağı alıyorum. Evimde sürekli zeytinyağı kullanıyorum. Hatta çocuklarım öksürmeye başladığında, bir kaşık zeytinyağının içine biraz şeker döküp onu içiriyorum. Anında öksürüğü kesiyor.
Şaraplarına gelince. İçki kültürüm çok gelişmiş olmadığından dolayı herhangi bir yorum yapmayı doğru bulmuyorum. Ama bu işi anlayanlar çok güzel olduğunu söylüyorlar. Hatta gittiğim arkadaşlardan bir kısmı şarap içtiler. Şükrü dede,
“Aman çocuklar, dikkat edin” dediği halde onu dinlemediler.
“Hadi arkadaşlar gidiyoruz “ dediğim zaman ayağa kalkamıyorlardı. Tıpkı yeni doğmuş ceylanlara benziyorlardı. Eğer sizde gidip Şirince şaraplarını denerseniz, aman ha dikkat edin.
İsterseniz birazda çarşıyı gezelim. Çarşıda iki bölüm var. Köy kadınlarının el tezgahlarında dokudukları saf yün ve ipek şalları, kırlentleri, şömentablası, masa örtüsü, koltuk şalı, boncuklarla yaptıkları kolyeler ve bilezikler, zeytin yağı, zeytin ve şarapları satılıyor. Diğer bir bölümde ise köye dışarıdan gelen insanların, takı dükkanları ve deriden yapılama maskları, bibloları ve deriden süs eşyaları satılıyor. Çarşının iki bölümü de görülmeye değer.
Eğer bu kadar gezdikten sonra karnımız, acıktı derseniz, yerinde karar vermiş olursunuz. Sofraya, yörenin ünlü çöp kebapları geliyor. Kekik yada kimyonla da yiye bileceğiniz bu kebapların yanında, odun fırınında pişirilmiş ekmeğin tadına doyum olmuyor.
Evet, yemeğinizi yediniz, karnınız doydu. Dağın eteklerinde ki Şirince’ den aşağıya doğru inerken Sitüni Mağarasına uğramayı unutmayın. Mağarada beyaz su damlayan sarkıtlar ve dikitler var. Köylüler arasında ki inanışa göre, doğum yaptıktan sonra sütü az gelen kadınlar buradaki sarkıtlardan damlayan suyu içtiklerinde sütleri çoğalırmış.
Bu ay Şirince’ deydik…
Şirince’nin şirinliğinin hepimize yansıması dileğiyle sağlıklı günler diliyorum.


www.ufukotesi.com - 08 / 2008  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.