Ölçü

 

Cem Sökmen  

Bu ülkeye inanmak...


Kitle iletişim araçları toplumun bünyesini yoğun olarak etkilemektedir. Fakat biz yapılan bu yayınları yorumlamak ve çözümlemek noktasında çok eksiğiz. Biz çağdaş Batı sosyolojisini takip ederek kitle iletişim araçlarının o toplumların bünyesinde meydana getirdiği değişimlerden ve bu sebeple gelişen tecrübeden ders çıkarabilirdik. Böylece “yaşayarak öğrenmek”ten bir nebze olsun kurtulabilirdik.

Türkiye’nin 20. yüzyılda geçirdiği sosyal değişimin en önemli sonuçlarından biri, bizi millet yapan, aidiyet bilincine kaynaklık eden temel hasletlere uzak bir insan tipinin çoğalmasıdır. Türkiye’nin sosyal ve kültürel yapısını, tarihi birikimini merak etmek ve işlemek yerine kafasındaki kalıplarla tatmin olan bir anlayış gelişmiştir. Küreselleşme sonrası oluşan tüketim kalıplarını beyinlere kazıyan kitle iletişim araçları ve iletişim teknolojisi bu anlayışla yaşayan insan tipinin en büyük sığınağı ve yönlendiricisidir. Paketlenmiş “popüler gerçek”lere gözünü dört açarak bakanlar, bu topraklara ait değerlere ancak göz ucuyla bakmaktadırlar. Türkiye’nin yaşadığı kültürel ve sosyal değişim önce Avrupa aydınlanmacılığından sonra da 1960-70’lerden itibaren gelişen kitle iletişim araçlarını da kullanarak ürettiği popüler kültürü dünyaya pompalayan Amerika’dan etkilenmiştir.

YAŞAYARAK ÖĞRENMEK YA DA TECRÜBEYİ ANLAMAK…
Kitle iletişim araçları toplumun bünyesini yoğun olarak etkilemektedir. Fakat biz yapılan bu yayınları yorumlamak ve çözümlemek noktasında çok eksiğiz. Biz çağdaş Batı sosyolojisini takip ederek kitle iletişim araçlarının o toplumların bünyesinde meydana getirdiği değişimlerden ve bu sebeple gelişen tecrübeden ders çıkarabilirdik. Böylece “yaşayarak öğrenmek”ten bir nebze olsun kurtulabilirdik. Fakat en Batıcı olan, bütünüyle Batılı olmaktan bahseden okumuşlarımız bile Batının birinci sınıf düşünce adamlarıyla değil popüler adamlarıyla temas kurdular. Düşüncelerin üzerinde düşünmeyi değil, bu yüzyılda Avrupalı entelektüeller tarafından sorgulanan 100-150 yıl önceki Batılı kalıpları taklit etmeyi seçtiler. Çağdaşlarımız/modernlerimiz hem donanım hem de aidiyet hissi problemi yaşadılar. Küreselleşme sonrası okumuşlarımız da dünyayı bilme iddiasıyla fakat ne yere ne de bu topraklara basmayan ayaklarıyla “donanımsız çağdaşlığın” mukayese ve terkip fikri eksikliğine bolca örnek vermişlerdir.
Dr. Fahri Atasoy, “Küreselleşme ve Milliyetçilik” adlı değerli eserinde zamanımızın toplumsal yapısını şu ifadelerle yorumluyor: “Sanayi çağında üretim biçimi ve günlük hayat, modernleşmenin getirdiği kuralların da etkisiyle sıkı bir rasyonalizasyona mahkûm olmuştur. Kapitalizm üretim ve kar etme güdüsünü bu kurallar çerçevesinde tatmin etmeye çalışırken insanı da bu mekanizmanın bir parçası olarak görmeye başlamıştır. Adeta insanın diğer özellikleri göz ardı edilerek bir tür standartlaşmış üretim-tüketim mekanizması oluşturulmuştur. Bir mekanizmanın parçası olan insan, duygularından, biyolojisinden, hayallerinden uzak bir uzuv olarak çarkın işleyişine uyum sağlamak durumundadır. Yapabileceği tek şey hazırlanan kurallara ve seçeneklere bakarak hayatını tanzim etmek ve yürütmektir.” Orhan Türkdoğan da bu mekanizmanın insan potansiyelindeki büyümeyi şöyle tasvir ediyor: “İlkokuldan itibaren eğitim sistemi gençleri, ekonomi politiğe uygun olarak kıran kırana bir yarışmanın içine sürükler. Fert kişiliğini yaşayamaz. Sürekli maddi değer ve kalıpların içinde yarışır. Böylece çocukluğundan itibaren ‘vahşice bir yarışma’ modelinin gelenekleşmesine yönelir.” Mekanizmanın parçası olmak “Bu Ülke’nin bir parçası olma” bilincini aşındıran bir durumdur. Bu mekanizma adeta dev bir mıknatıs gibi kalabalıkları kendine çekmekte ve dejenere etmektedir. Yaşadığımız, dönem düşünceleri, iddiaları adeta ters yüz etmiş, sağı da solu da etkisi altına almıştır. Geçmişte İslamcılar ve Milliyetçiler yerli ve sol da Batıcı olarak anlaşılmış ve mensupları tarafından büyük ölçüde bu ayrım benimsenmiştir. Tabii ki istisnalar mevcuttur ama 200 yıldır Batıyla gerileyerek muhatap olan ülkede bu istisnaların arayışlarını dinleyecek sabır yoktur.

“TÜRKİYE YOKTUR” DİYENLER
Bundan 50 yıl önceki manzarayı İnci Enginün ve Zeynep Kerman’ın hazırladığı “Tanpınar’la Başbaşa” kitabında Tanpınar şöyle yorumluyor: “Sol, Türkiye yoktur ve olmasına lüzum da yoktur diyor; yahut benzerini söylüyor; her gün kıvırdığı, biraz daha kırılan kendisini “entite”ler içinde bir entite olarak alanların ortadan kalkacağı Türkiye istiyor, razı oluyor.” Türkiye Batılı bir ülke olmadığı, Anadolu coğrafyası merkezli olarak ürettiği tecrübelerle farklı bir medeniyetin yüzyıllarca temsilciliğini yapmış olduğu için, burada sol demek büyük ölçüde Marksizm’i benimsemekten ziyade Türkiye’deki yerli kültüre karşı Batıdan yana tavır almak anlamına geliyordu. Bugün biz “Türkiye yoktur, olmasına da lüzum yoktur” algılamasını birbirinden çok farklı olduklarını sandığımız insanlarda görüyoruz. Artık, sağda ve solda bu ülkeye inananlar ve bu ülkeye inanmayanlar vardır. İhtiyaç algılamasında, konsantrasyonlarda, tüketim kalıplarında “Biz farklıyız” diyebilmek zorlaşmıştır. Bir kısmı bilinçli, bir kısmı bilinçsiz birbirleriyle çatışıp gündeme gelenler aslında maddi statü kaynaklı pek çok ortaklığa sahiptirler. Onlar değişimin zihinsel değil sadece teknik bir mesele olduğuna inanmış görünmektedirler. Önceliği aidiyet, kimlik ve tarih bilincine değil konfora ve içi boş bir elitizme verenlerden neci olduklarını iddia ederlerse etsinler bir şey bekleyemeyiz. Kültürün ve kitabın gerekliliğine inanmayan, iki adımda yorulanlarla birlikte yürüyemeyiz.

YERLİLİK ZEMİNİ ve TERKİP FİKRİ
Paketlenmiş popüler gerçeklerin peşinde erimemek için bu toprakların çocukları zihinlerinde köklerinin bilgisini taşımalıdır. Doğru ve dolu iletişim süreçlerinin hafızalarda bıraktığı ölçüler insan davranışlarındaki ölçülerden hayallerdeki kahramanlara kadar, hâkim kalıpları sorgulayabilecek parlaklıkta olmalıdır. Küresel hegemonyanın koyunlaştırma siyaseti karşısında çözülmemek için temel dayanağımız “Bu Ülke’ye İnanmak”tır. Bu ülkenin tarihine, kimliğine, geleneğine ve bunlardan hareketle yeni bir terkip üretebileceğimize inanmaktır. Erol Güngör’ün, “Bizden evvelki nesiller medeniyet teriminin alışılagelmiş manasıyla belli bir hayat tarzını, insana ve dünyaya belli bir bakışı temsil ediyorlardı.” cümlesiyle önemine dikkat çektiği bakış açısını ve dünya görüşünü yeniden parlatmak Türk aydınının biricik vazifesidir. Bu ülkeye inanmayan hazırcılara, kültürel üretim düşmanlarına, nemelazımcılara karşı hem Batıyı hem bu toprakları anlayan, Türkiye’nin önemini idrak eden, yerlilik zeminini kaybetmeyen, Mahmut Çetin’in ifadesiyle “tarihle geleceği, dinle bilimi, devletle milleti çatışmaz bir terkip içinde özümseyen” bir duruş bizi yarınlarda var edecektir.


www.ufukotesi.com - 08 / 2008  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.