Gerçek

 

Özdemir Özsoy  

Göremediklerimiz


Matematiğin felsefesiyle uğraşanlar, bugün ulaştıkları hakikatlere inanamayıp bu konuları tekrar ve daha derinliğine incelemek gereğini duyuyorlar. Bir fizik bilgini sanıldığı gibi, yalnızca maddeyle meşgul olmadığı zaman, bu ön yargısız araştırmalarının onu şaşırtıcı gerçeklere götürdüğünün görebiliyor.

Hani şair demiş ya;
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada,
Nasırdan çektiği kadar
Ben de şu maddecilerden çektiğimi başka hiçbir şeyden çekmedim.
Bir kitabımda İkinci Dünya Savaşını yaşamış olan kuşağı anlatırken roman kahramanı için demişim ki:
“Onun arkadaşları böyle şeyleri bilmezlerdi; bilmek de istemezlerdi. Öyle maddeye esir olmayı anlamazlardı. Onlar, insana hizmet şuuru ile yetişiyorlardı. ‘Aşk’ olarak bunu öğrenmişlerdi.
Onlar, her insana sevgi, her düşünceye saygı duyarlardı. Yeter ki düşünce olsun; kendilerine ters düşse bile…”
Maddeye esir olanlar, bu materyalistler, sanıldığı gibi yalnızca ateistler arasında görülmez. İyi bilirsiniz ki aynı zamanda, mü’min olduğunu söyleyen insanlar içinde de onlara rastlanabilir.
Materyalistin sağı solu belli olmaz, yani güvenilir değildir. Solcusu da sağcısı da aynıdır.
Sık sık bilimden bahsedenlerin, “bilimsel olmaktan” dem vuranların acaba yüzde kaçı –kendi- din kitaplarında, evrendeki “kara deliklerden” yani bugünkü astrofiziğin en düşündürücü gerçeğinden bahsedildiğini anlayabilmişlerdir? Ne kadarı gök cisimlerinin (yıldızların demekte bir sakınca yoktur) kendine has –ve bugün hâlâ tam belirli olmayan- yörüngelerine dikkat çekildiğinin farkına varabilmişlerdir. Hangisi, büzülen, içine çekilen bir yıldızın aynı zamanda kendi mahrekinde (yörünge, orbit) ona verilen hedefe doğru koştuğunu görebilmiştir?
Matematiğin felsefesiyle uğraşanlar, bugün ulaştıkları hakikatlere inanamayıp bu konuları tekrar ve daha derinliğine incelemek gereğini duyuyorlar. Bir fizik bilgini sanıldığı gibi, yalnızca maddeyle meşgul olmadığı zaman, bu ön yargısız araştırmalarının onu şaşırtıcı gerçeklere götürdüğünün görebiliyor.
İlkokulda (eskiden tabiat bilgisi derslerinde) çocuklarımıza öğrettiğimiz “çekim kuvvetinin” ve “dönme hareketinin” sırrını kavrayabilseydik belki evrendeki denge kadar bizler de bir manevî dengeye ulaşırdık.
Bir gök cisminin kendi ekseni etrafında dönmesi kadar, uzayda başka bir merkez etrafında dönmesinin ve o merkeze bağlı diğer aile bireyleriyle beraber yine başka bir yörüngede hareket halinde olmasının evrendeki o dengeyle ilgisini biliyoruz.
Yine biliyoruz ki bir maddenin, ışık hızından daha büyük bir hıza ulaşması mümkün değildir. Işık hızının üzerine çıkan bir madde, kendisi de bir ışın haline gelir diye bunu ifade edebiliriz. Takyon denilen ışınları gözlemek ve izlemek mümkün değildir. Yalnız buradan, uzayın bazı yerlerinde zamanın farklı hızda akıp gittiği sonucuna varabiliriz. Maddenin, çok yüksek bir hıza eriştiğinde ruh haline geldiğini, mânâya dönüştüğünü söyleyebiliriz. Ya da ruhumuz sonsuz bir hıza sahiptir diyebiliriz. Kısacası bu takyonların korkunç süratli birtakım varlıklar olduğunu kabul edebiliriz.
Yine, biraz aklı olanlar düşünebilir ki bölünerek çoğalmaya başlayan bir döllenmiş hücrenin karaciğeri mi, akciğeri mi meydana getireceği bir ilahi programın sonucu olarak belirlenir. Bunun tesadüflere bağlanması, ihtimal hesaplarının sınırlarını zorlar.
Şimdi bizim burada ele almak istediğimiz meseleyi açıklayabilmek için çok çeşitli konulara değinmemiz gerekir. Keşke bir kitap haline getirebilseydik.
Materyalistler, gerçek bilimi baskı altında tutma çabalarından vazgeçme erdemini gösterebilirlerse bu konularda daha kolay bir sonuç alınabilir.
Evrenin yaratılış sırrına ulaşma gayreti elbette insan(lar) için bir görev olarak düşünülmelidir. Çünkü insan buradan kendi aslına da ulaşabilecektir. Doğru bilgiye ve böylece doğru sonuca ulaşabilme çabası…
Hayatın sudan çıktığı belirtiliyor. İnsan nasıl ve neden (hangi maddeden) yaratılmış ve ona ruh verilmiş? (Burada ruhun, bir titreşim, bir elektromanyetik dalga olan ışıktan çok daha hızlı hareket kabiliyeti olduğu gerçeğini hatırlayalım.) Dünyamız niçin Güneşten belli bir mesafede tutulmuş? Neden onun etrafında, dairesel değil de eliptik bir yörüngede dönüyor? Dönme ekseni bu yörünge düzlemine niçin hep belirli bir açıda duruyor? Bu açıdaki küçük bir değişiklik hayat şartlarını bozarak hayatı ortadan kaldırır mı?
Nefes aldığımız havanın içindeki oksijen oranı nasıl korunuyor? Bunu düzenleyen faktörlerden biri olan uçsuz bucaksız çam ormanları birilerinin hesabı sonucunda mı bu ölçüde yetiştirilmiş? Onlar mevsimler boşunca karla örtülü olmasa oksijen üretimi ne ölçüde artar? (Duyarlı çevrecilerin kulakları çınlasın!) Tersine, oksijen oranı azaldığında insanları –son zamanlarda baş göstermiş bulunan- ne gibi büyük bir tehlike bekliyor?
Kimyasal yapısı farklı olmayan hücrelerin nasıl oluyor da bazıları beyin hücresi halinde, bazıları da bitki hücresi halinde ortaya çıkıyor? Peki o zaman niçin sonsuz kapasiteli bir bilgisayarın ancak yapabileceği bu DNA programı göz ardı ediliyor? Bu nasıl bir kibirdir ve nasıl bir gaflettir.
Evrende, kara deliklerin ölümden sonra –bir bakıma- başka bir yaşayışa geçtiğini görüyoruz. Acaba, ölüm yok oluş mu, yoksa şekil değiştirerek başka bir hayata geçiş mi?
Bu şekilde düşünmenin vereceği mutluluğu bari insanların elinden almasak!..
Hegel (G. W. Friedrich) tilmizlerinin yani onu izleyenlerin ve öğrencilerinin kendi aralarında sürekli tartıştığı bir felsefecidir. Onun peşinden giden düşünürler arasında hem maneviyatçıların ve hem de maddecilerin bulunması ve böylece hem hayalci hem de gerçekçi sonuçlara ulaşılması diyalektik metodun önemini ortaya koymuştur.
Diyalektik materyalizmden çok (ya da, en az onun kadar) “diyalektik ve materyalizm” konusu üzerinde düşünmeli ve tartışmalıyız.
Bu yazımızı, kimin söylediğini hatırlayamadığım şu sözlerle bitirelim:
“Ağaç şakır taş dans eder. Fakat bu, gözleriyle duyabilen, kulaklarıyla görebilen kâmil insanlar içindir.”


www.ufukotesi.com - 08 / 2008  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.