Aykırı Bakış

 

Dr. Yusuf Gedikli  

Ne Ergenekon ama…


Bu, Ergenekon’la ilgili üçüncü yazımız. Bizi çok önemli araştırmalarımızdan alıkoyup Ergenekon davasıyla ilgili yazı yazmaya sevk eden başlıca sebep, bu davanın sanal, kurgusal, zayıf temellere dayandırılmasıdır (dayanması değil). En başta davanın adının şahsımızı rencide ettiğini belirtmekte yarar görüyoruz. Başsavcıya bakılırsa bu adı sanıklar koymuş. Başsavcı böyle söylüyorsa bir şey biliyor da söylüyor.

Neyi biliyor diye sual ederseniz, tabii ki kendisine inananlar olduğunu, vaziyeti idare etmesi gerektiğini biliyor. Ama bizim gibi inanmayanlar da çıkıyor tabii. Bundan sonra her hangi bir vatandaş her hangi bir suçtan dolayı göz altına alınır veya tutuklanırsa, savcı beye şöyle diyebilir: “Savcı bey, davanın adının şöyle olmasını arzederim.” Vatandaşa saygı gösteren savcı bey, sanığı kırmayacaktır.

Gelelim iddianameye…

Nihayet iddianame 13 ay 13 gün sonra 14 Temmuz 2008’de savcılığa verildi. 25’inde 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. İlk duruşma 20 Ekimde Silivri cezaevinde yapılacak. 47’si tutuklu 84 sanık yargılanacak. Bu, tutuklu zanlıların 3 ay daha cezaevinde kalması demek. Bu meyanda denge kuralım babından milli görüşçü bir kaç kişi de göz altına alınıp serbest bırakıldı.
Bize göre iddianame dağ fare doğurdu denecek cinsten. Her şeyi Ergenekon yapmış görünüyor ama ortada doğru dürüst hiç bir fiil, fail ve delil yok. Örgütün başkanı belli değil. Her şeyi ortaya çıkaran savcılık başkanı ortaya çıkarmayı başaramamış.
İddianamede yok yok. Her şey var. Fakat hepsi düşünce pilanında, hiç biri fiil haline gelmiş değil. Fiil haline gelenler ise daha evvelden yapılıp bu davayla alakası olmayanlar, fakat bununla alakalandırılanlar. Öyle ki her şeyi Ergenekon yapmış. Ne kadar kuvvetlilermiş. Akıllara ziyan. Bu kadar şeyi yapanların yakalanmaması gerekirdi ama yakalanmışlar. TSK ve MİT’le ilişkileri yokmuş. Buna rağmen bazı muvazzaf subaylar işin içindeymiş.
PKK ile irtibatları varmış, Hizbullah’ı eğitmişler, Danıştay saldırısını yapmışlar, Cumhuriyet gazetesine bomba attırmışlar, Gazi olaylarını tertip etmişler, Hablemitoğlu suikastını gerçekleştirmişler, hahamla ilişkileri var, Sabancı, Mumcu suikastlerini yapmışlar, 16 Mart eylemini düzenlemişler, TİT’i kurmuşlar. Daha bir çok suikast pilanlamışlar. İddiaların bini bir para. Bu kadarına da pes doğrusu.
Ama darbe günlüğü tuttuğu söylenen kişi tanık olarak bile yok.
17 tane gizli tanık var. Tabii ki terör ve her türlü çete için gizli tanık iyi bir uygulama. Fakat böyle iddianamenin öyle gizli tanıkları olmaz mı? Mesela bir memur kurgulanıp da konuşturulursa ne olacak?
Unutulanlar da var doğal olarak. ETKO unutulmuş, Küçükçekmece nükleer araştırma merkezinde bomba yapmaya çalışma unutulmuş. Muammer Aksoy cinayeti unutulmuş, 11 Eylül 2001 İkiz kuleler faciası, 12 Eylül 1980 darbesi, 24 Temmuz 1908 İkinci meşrutiyetin ilanı, Menderes’in idamı unutulmuş, unutturulmuş vs.
Başsavcı bilgi kirliliğinden şikâyet ediyor. Bilgi kirliliği bilerek oluşturuluyor. Yani dezinformasyon denilen olay. İktidar yanlısı gazeteler öyle yayınlar yapıyor ki, bazıları mide bulandırıcı.
Tam diktatörlük rejimlerine has bir tertip, daha doğrusu tertipler komedyası, karakuşi bir dava; kargaların güleceği, tıraji-komedik, hukukun katledildiği bir dava. Sovyet rejimine yakışır bir dava. Ne yazık ki bu dava demokratik bir ülkede oluyor (Gençliğimizde Lenin’e atfedilen çamur at izi kalır pirensibi çok tekrarlanırdı).
Sovyet demişken Sovyet adaletinden bir örnek verelim. Bir zamanlar Sovyet başsavcısı olan Vışinski iddianamesinde şöyle diyordu:
"Hakim yoldaşlar, ortada hiç bir delilin bulunmaması, sanıkların birer casus olduklarını gösteren en büyük delildir. Zira kendileri o kadar ustaca bir casusluk yapmışlar ki, işledikleri suça dair ortada hiç bir delil bırakmamışlar." (Osman Kılıç, Kader Kurbanı, Ankara 1993, 199. s.).
İşte Sovyet adaleti böyleydi. Çok şükür ki Türkiye Sovyetler Birliği değil ve “Türkiye’de hakimler var.” Türk hakimleri suçluları cezalandıracak, suçsuzları tahliye edecek yetiye sahiptir.
İslamcı geçinen kişileri kutlamak lazım. Bu kadar Makyavelist, bu kadar Leninist olmayı başarabildiler. Makyavelizm, Leninizm, Müslümanlığa yakışmıyor ama müslümanlar için aynı şey söylenemez. Hele işin içinde para, güç, iktidar olursa.
Biz her zaman söyledik. Ülkenin puroblemleri sivil yollardan halledilmeli, askerler müdahale için çağrılmamalı. Ancak böyle değil. Böyle olmaz. Zira ne varsa mevhum bir örgüte mal edilmiş, ne bulunmuşsa bir heybeye doldurulmuş, elmalarla armutlar karıştırılmış. Makyavelist, Leninist bir metotla asırlık bir hesaplaşmaya gidiliyor. Evet asırlık, yüz yıllık bir hesaplaşma, topyekün bir hesaplaşma, fakat oyunun kurallarına göre oynandığı bir hesaplaşma değil.
Eğer zikri geçen örgüt ve onun zihniyetindekiler, hükümetin uyguladığı gayri hukuki metotlarla Türkiye’deki siyasi, sosyal, iktisadi, ideolojik gurupların üzerine gitseydi, ne olurdu acaba?
Memleketin puroblemlerinden, dertlerinden, enfilasyondan, dışarıya verilen tavizlerden kurtulmak için iyi bir gündem saptırma, kutlanacak bir taktik. Fakat ülke bundan ne kazanır? Orası önemli değil. Bazı guruplar kazansın, yeter!
Tebrikler muhterem hükümet, tebrikler sayın savcı.
Bakalım siz ve biz ve ülkemiz, bunun altından nasıl kalkarız?

Anayasa Mahkemesinin kararı

Anayasa Mahkemesi 30 Temmuz 2008’de AKP’nin kapatılmamasına karar verdi. Mahkeme 6-5 çoğunlukla AKP’yi hazine yardımının yarısından mahrum etti ve bu kararıyla bundan sonraki politikalarında dikkatli olması gerektiği yönünde uyarmış oldu.
Aslında AKP kesinlikle kapatılacaktı. Fakat 1 Temmuz 2008 eylemi, yani iki emekli generalin tutuklanıp hapse atılması ve dışarıdan gelen aşırı destek, kapatılmayı en azından şimdilik önledi. Böyle olması ülke açısından daha hayırlı oldu. Çünkü aksi karar, memleketi her yönden bunalıma sokardı. Bundan kaybeden sadece iktidar değil, Türkiye ve Türk milleti olurdu.
Mahkeme ince bir ayarla verdiği manidar mesajda, gerginlik politikasından vazgeçilmesini, devleti ele geçirip dinî kadrolaşmaya gidilmemesini ihtar etti ki umarız AKP idarecileri bundan gerekli dersi çıkarırlar. Gerçekten de son bir yıldan beri Türkiye doğru dürüst sakin bir gün görmedi. Sürekli çatışmalarla, çekişmelerle geçti. Hükümet de doğru düzgün bir iş gerçekleştiremedi.
Dışarıdan gelen aşırı desteğin birbirine bağlı iki sebebi vardır. Birincisi AKP İslami kesimden geldiği için kapatılma korkusuyla AB’ye hiç bir hükümetin vermeyeceği, veremeyeceği tavizleri verdi. Tabii ki bu kadar taviz veren bir hükümet AB ve ABD tarafından desteklenecekti, çünkü AB hiç bir hükümetten bu kadar taviz alamazdı.
Başka bir açıdan bakarsak, AB politikası olmasaydı, kapatma davası 4-5 yıl önce açılırdı. AB politikası, AKP’ye kapatma davası açılmasını geciktirdi, ancak verilen tavizler sebebiyle bunun bedeli Türkiye için ağır oldu.
Dışarıdan gelen aşırı destek, 1 Temmuzdan sonra daha da arttı. Bunda 1 Temmuz olayıyla hükümetin iktidar mücadelesinin galibi olduğu düşüncesinin payı vardı.

Cengiz Aytmatov

Türk aleminin büyük yazarı Cengiz Aytmatov, 10 Haziran 2008’de Almanya’nın Nürnberg şehrinde öldü. Aytmatov 12 Aralık 1928’de Talas vilayetinin Şeker köyünde doğmuş, 1952’de yazmaya başlamıştı.
Aytmatov, Manas’ın çocuğuydu. Eserlerinde küçük Kırgız Türk halkının kültürünü, tefekkürünü (destan, masal, efsane, halk hikâyesi ve saire) hikâye, uzun hikâye ve romanlarında aksettirmiş, millilikten evrensele ulaşmış, Kırgız yerli kültürüyle insanlığın ortak şuur altını uyarmış, uyandırmıştı. Başarısının bir sırrı buradadır.
Aytmatov’un çağdaş ve ülkedaşlarından ayrılan bir cephesi, Sovyet resmi sanat görüşü olan sosyalist realizme bağlı olmaması ve didaktizmden uzak durmasıydı. Aksine onu romantik (milli ve ferdi romantik) saymak bile mümkündür. Başarısının diğer sırrı da buradadır.
Aytmatov insanın içindeki tahrip etme güdüsünü, yaratma güdüsüne çevirmek istemişti. Bu bakımdan daha çok insandaki şeytanı ön pilana çıkarmış, şeytanın kötülüklerini gören insanın melek tarafını seçeceklerini düşünmüştü. Aytmatov’a göre savaş insanın, insanları acılara gark eden tahrip etme güdüsünün en üst noktasıydı. İkinci Dünya savaşında 20 milyon insanını kaybeden Sovyet halklarının acıları, her Sovyet yazarı gibi Aytmatov’un eserlerine de yansımıştı. Aytmatov’un Toprak Ana (Hür y., İstanbul 1975, çev. H. Aliosmanoğlu) uzun hikâyesinin 87. sayfasında yazdığı “Lanet olsun sana savaş!” sulogan cümlesi, savaşa bakışının öz bir ifadesidir.
Günümüzde küresel ısınmanın korkunç boyutlara ulaşmaya ramak kaldığı bir vakıadır. Aytmatov bunları sanki 50 sene önce görmüş gibi eserlerinde tabiata aşırı derecede saygılı davranmıştır. Ona göre tabiatta dağın da, ırmağın da, kurdun da, sığının da, maralın da, geyiğin de, çiçeğin de ayrı ayrı yeri vardı.
İnsanlığa bu derece hizmet eden Aytmatov, Tolstoy gibi Nobel ödülünü alamamıştı. Bunun bir sebebi Türk olmasıydı. Ancak başka Türklere Nobel verildiğine göre tek sebep, bu değildi. İkinci ve esas sebebi sanatının zirvesi olan Gün Uzar Yüzyıl Olur romanında kurguladığı Mankurt tiplemesiydi. Aytmatov, Mankurt tipiyle Rus ve batı emperyalizmini can evinden, can alıcı biçimde öyle vurmuştu, öyle vurmuştu ki, Dişi Kurdun Rüyaları’nda batıya taviz vermesine rağmen ödülü yine alamamıştı.
Asıl üzücü olan Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk ödülünü Aytmatov’a vermemesiydi. Haziran 2003’te Ufuk Ötesi’nde açtığımız “Teklif ve talep ediyoruz : Uluslararası Atatürk Barış Ödülü Cengiz Aytmatov’a verilsin” kampanyası, sadece Yeniçağ’da Arslan Bulut ve Yesevi dergisinde Erdoğan Aslıyüce’den destek bulmuştu. Bazı dergi yöneticisi arkadaşlarımız söz vermelerine rağmen, sözlerini yerine getirememişlerdi (!). İlgili kuruluşlar da gerekli çabayı göstermediler. O zaman kampanyayı Turan Yazgan Hocaya söylemek aklımıza gelmemişti. Şayet Turan Hoca meseleye el atsaydı, galip ihtimalle teklifimiz gerçekleşirdi ve bu çok manidar olurdu.
Aytmatov’un dünyaca tanınmasında Fıransız yazarı Louis Aragon (1897-1982)’un Cemile uzun hikâyesi için “bence bu dünyanın en güzel aşk öyküsüdür“ demesi mühim rol oynamıştı. Fakat Aytmatov asıl Cemile’den sonra yazdığı eserlerle dünya çapında bir sanatçı olduğunu isbatlamıştı.
Allah rahmet eylesin. Türk aleminin başı sağ olsun (Tafsilat için Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisinin Temmuz sayısında yayımlanan yazımızı okuyunuz).

72 milyona ve dünyaya bedel Hırant!

Gün olmuyor ki medyada Hırant lafı geçmesin. Hırant öyle, Hırant böyle, Hırant şöyle; Hırant aşağı, Hırant yukarı. Hırant, Hırant, Hırant, Hırant, Hırant, rant, rant, rant, rant…
Sürekli tekrarlanan monoton Hırant lafı insanların sinirlerini, ruh sağlıklarını, akıl sağlıklarını bozmaya başladı. Şu mahkeme bir an önce bitirilse de kafamız rahat etse.
Tabii ki Hırant öldürülmemeliydi. Tabii ki Hırant’ı öldürenler, sebep olanlar cezalandırılmadır. Tabii ki hiç kimseye her hangi bir ayrımcılık yapılmamalıdır.
Fakat burada bir ayrımcılık yapıldığı, Hırant’a daha çok değer verildiği, bir Ermeni’nin dünyaya bedel olduğu görülmüyor mu?
İyi bir Türkolog, kötü bir politikacı olan Fuat Köprülü’nün (1950-57 arasında dış işleri bakanlığı yaptı; Türkiye’yi batıya teslim edenlerden biriydi) Dede Korkut hakkında şöyle bir sözü vardır: “Türk edebiyatının bir kefesine Dede Korkut’u koysanız, diğer kefesine bütün Türk edebiyatını koysanız, yine Dede Korkut ağır basar.”
Öyle bir vaziyet ortaya çıktı ki, terazinin bir kefesine Türkiye Cumhuriyeti devletinin 72 milyon Türk’ü koyuldu; diğer kefesine Hırant koyuldu, yine de Hırant ağır bastı.
Bu memlekette Hırant’tan önce de bir çok bilim adamı, gazeteci, siyaset adamı öldürüldü. Onların hiç birisi için Hırant hakkında edilen lafın milyonda biri bile edilmedi. Yani bu vatandaşımızın bu kadar kıymetli olmasının tek sebebi Ermeni olması mıdır? Yoksa Hırant bir Ermeni + bir insan olmasının yanı sıra + dünya barışını sağlamış, dünyayı güllük gülistanlık haline getirmiş bir barış havarisi + küresel ısınmaya, kansere çare bulmuş günümüzün Ayınştayn’ı denilebilecek bir bilim adamı mıdır?
Ermeni olmak diğer milletlere, hususen Türk milletine karşı bir imtiyaz mıdır? Bu durum yaklaşık 6 bin civarında halkın yaşadığı yer yüzündeki diğer halklara ve onlara mensup fertlere karşı saygısızlık ve hatta hakaret değil midir?
Hanımlar, beyler! Bütün insanlar ve bütün halklar değerlidir. İnsan, daha doğrusu canlı hayatı (hayvanlar ve bitkiler dahil) kutsaldır. Birine az, birine çok değer vermeniz çifte sıtandardın daniskasıdır. Almanya’da her gün Türk yakılıyor, evet yakılıyor; öldürülmüyor, yakılıyor. En son 3 Şubat 2008’de Ludwigshafen’de bir ev kundaklanıp 5’i çocuk, 9 Türk yakıldı. Ve tanıkların ifadesine rağmen Alman savcılığı 24 Temmuz 2008’de soruşturmaya gerek görmeyip dosyayı rafa kaldırdı. Bu, Türklerin Almanya’da ne ilk yakılışıydı, ne de sonuncusu olacak. Hırant’a verdiğiniz değerin milyonda birini Almanya’da yakılan Türklere de verin… Ve Almanya’nın başka milletlere değer vermeyen yetkililerini kınayın.
Yeter artık! Bir gün Hırant lafından çıldıran bir vatandaş olursa bunun sorumlusu medya ve hükümettir.


www.ufukotesi.com - 08 / 2008  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.