Ölüm insan hayatındaki en büyük trajedi olsa gerek. Kaçışı olmayan son, ölüm. İnsana, fâni olduğunu en şiddetli şekilde hatırlatan bir kavram. Yüzü soğuk, adı ürpertici. Sizi bir anda en sevdiklerinizden, dostlarınızdan ayırarak en büyük acılara gark eden bitiş. Bir bitiş mi yoksa yeni bir başlangıç mı? Ölüm karşısındaki aczimizi ortadan bir nebze olsa da kaldıran, bizi teselli eden de bu nokta olsa gerek. Zira inancımız ölümün bir yok oluş değil yeni bir başlangıç, aslolana kavuşma olduğunu söylüyor. Bir başka ifadeyle ölüm, hep ebediyeti arzulayan insanoğluna bu imkânı sağlıyor. Ne diyordu Yunus Emre “Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedî varsın”.
Ahiret inancımız olmasaydı her halde ölüm karşısında çok daha zavallı olacaktık. O bize daha soğuk, daha ürpertici, daha korkunç gelecekti. İşte belki de bu yüzden millet olarak ölümü ve ölülerimizi munisleştirmişiz. Bu yüzden belki mezarlıklarımız bize çok korkunç gelmez, türbelerimiz birer yaşayan mekân olarak görülür. Belki yine bu yüzden mezarlıklarımızla evlerimiz arasında uzak mesafeler, kalın duvarlar yoktur (en azından eski semtlerimizde, eskiden böyleydi, mesela Eyüpsultan vs.).
Ölüm için yukarıdaki mısraları söyleyen Yunus Emre, bütün bunlara rağmen genç ölümler karşısında da şu dörtlükte feryat eder:
“Şu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi”
Ölüm karşısında ne kadar mütevekkil davransak da ölümü gençlere yakıştıramıyoruz.
2002 yılının Ramazan bayramının ikinci günü sabah erkence kalkmış, evden çıkmaya hazırlanıyordum. Önce akrabalarıma uğrayıp bayramlaşacak, öğleye doğru da Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’na hocalarım ve arkadaşlarımla bayramlaşmaya gidecektim. Telefon çaldı, açtım; telefonun ucundaki ses ağlayarak “Hayri Abi, ben Musa… Mehmet Abi’yi kaybettik…” dedi. Sabahki neşem ve dinçliğim kayboldu, bir anda omuzlarıma çöken ağır bir yükle oturduğum yerde kaldım.
Mehmet, Sahaflar Çarşısı’nın genç fakat hatırlı esnaflarından biriydi. Kendisiyle tanışmamız üniversiteye başladığım 1990’lı yıllarda olmuştu.
Sahaflar Çarşısı’nın adını eskiden beri duyardım fakat çok gitmişliğim yoktu. Üniversiteye başlayınca (1990), okuduğum bölüm olan edebiyatla ilgili birçok kitabı rahatça bulduğumuz tek yer orası olduğundan hemen her gün, Edebiyat Fakültesi’ndeki derslerim bitince, soluğu orada alır, kitaplara bakar, ihtiyacım olanları temin etmeye çalışırdım. Bilhassa Cumartesi ve Pazar günleri Sahaflar Çarşısı’nın avlusunda, Beyazıt Camii yanında ve Beyazıt meydanında açılan kitap sergilerinden birçok kitabı çok uygun fiyata alıyordum. Çarşıdaki kitabevlerinden biri de “Sahhaflar Kitap Sarayı” idi. Mehmet de bu kitabevinin sahiplerindendi. Güler yüzlü, hoş sohbet, cana yakın birisi olduğu hemen belli oluyordu. Telaşsız bir şekilde çalışıyor fakat işini itinayla yapıyordu.
Onunla asıl tanışmamız, ihtiyacım olan fakat bulamadığım eski kitapların fotokopilerini yaptırırken oldu. Bir yerlerden temin ettiğim, ödünç aldığım nadir kitapları (bunların çoğu eski harfli eserlerdi) Mehmet’e götürüyordum, o da bana temiz ve kitap gibi ciltli bir şekilde fotokopilerini yapıyordu. Bu işi o kadar düzenli ve tertipli yapıyordu ki, artık Laleli’deki fotokopicilerde, fiyatlar daha uygun olduğu halde, fotokopi çektirmez olmuştum (bazen bu kitapların orijinallerini bulurdu bana). Bu gidiş gelişler sırasında Mehmet’le olan arkadaşlığımız da ilerlemiş, daha samimi bir münasebet başlamıştı aramızda. Sık sık oturur sohbet ederdik. Eline geçen eski kitapları bana gösterir, yeni çıkan eserlerden de haberdar ederdi. Arşiv oluşturmak maksadıyla nadir kitaplardan birer nüsha da (sahiplerinden izin almak kaydıyla) kendisine çoğaltırdı. Böylece eski bir kitabı aradığımızda daha kolay temin edebiliyorduk. Zaman zaman bu arşivi gözden geçirirdik. Bende olmayan kitapların da birer nüshasını benim için yapardı.
Okulu bitirip öğretmen olduğumda da Sahaflar Çarşısı uğrak yerimdi. Burada yine önce Mehmet’e uğrar, sipariş ettiğim kitapları alır, raflara bakarak yeni çıkan kitapları gözden geçirirdim. Her ay çıkan kitap kataloglarından bir tane de benim için ayırır, fotokopi makinesinin yanına koyar, uğradığım zaman çıkarır “Al bakalım, sana uğraşacak yeni bir iş!..” derdi. Bu arada sohbet de kıvamına gelirdi. Araya fıkralar, anekdotlar katarak sohbeti neşelendirmek onun işiydi. Çok espritüel, hatta bazen şen şakrak olmasına rağmen iş konusunda oldukça hassas ve ciddiydi. Elinden çıkan işlerin kusursuz olmasına dikkat eder, bunu için de azami dikkati ve özeni gösterirdi. Bu sebeple de müşterileri tarafından her zaman takdir edilirdi. “Bu bizim işimiz, ekmeğimizi bundan kazanıyoruz, işimizin hakkını vermeli, aldığımızı da hak etmeliyiz…” dediğine defalarca şahit olmuşumdur ve her zaman da dediği gibi yapmıştır. Yaşadığım bir hadiseyi anlatayım:
Doktora yapan bir arkadaşım tezini tamamlamış ve iş çoğaltıp ciltleme aşamasına gelmişti. Ciltleme ve fotokopiyle çoğaltma işini temiz bir şekilde nasıl yaptırabileceğini sorunca ben de “Sahaflar Çarşısı’nda Mehmet diye bir arkadaşım var, ona yaptırabiliriz fakat benim vaktim yok, siz gidin ve benim selamımı söyleyin, o gerekeni yapar.”, dedim. Gidip işlerini hallettirmiş, geldi başından geçenleri bana anlattı. Fakat anlattığı şey beni hiç şaşırtmadı. Mesele şuydu: Arkadaşım oraya gittiğinde Mehmet’i bulamamış, onun yerine bakan gençlerden birine vermiş tezi. Onlar da “Yarın gel al!..” demişler. Gittiğinde Mehmet de oradaymış ve tezleri teslim ederken bir de bakmış sayfalarda çizgiler, siyahlıklar ve ciltte kırışıklıklar var. “Bunları kim çekti!..” diye sormuş. Gençlerden birisi de “Ben çektim!..” demiş. Mehmet arkadaşıma dönüp, “Hanımefendi kusura bakmayın, bu tezleri bu şekilde size teslim edemem, bunları temiz bir şekilde yapıp yarın teslim edeyim!..” demiş ve arkadaşımın gözleri önünde ciltlerin tamamını imha ederek, ertesi gün tezi temiz ve düzgün bir şekilde çoğaltıp teslim etmiş. Arkadaşım, “Bir fotokopicinin işine gösterdiği bu titizliğe hayran kaldım.”, dedi. Ben gülümsedim ve ona “Mehmet, bir fotokopici değildir, eğer fotokopici olsaydı o tezleri size hiç düzeltmeden verirdi. O işine saygılı bir esnaftır.” dedim.
Mehmet üniversitede İşletme Bölümünü bitirmiş, fakat dışarıda çalışmak yerine, çocukluğundan beri içinde bulunduğu Sahaflar Çarşısı’nındaki kitap ve kültür ortamında kalmayı tercih etmiş, okuyan, araştıran, düşünen birisiydi. Kitapçılık onun için sadece bir kazanç kapısı değildi. O bu mesleği bilhassa tercih etmişti, bunun bir hizmet olduğuna inanıyordu. O, işini seven ve yaptığı işten zevk alan bir kişiydi. Bu yüzden kahrına da lutfuna da razıydı.
Mehmet, kitabevine gelen hemen herkese karşı nazik, anlayışlı davranır, insanlarla çok rahat iletişim kurar, tavır ve davranışlarıyla etrafında saygı ve sevgi uyandırırdı. Kitabevine gelen herkese -müşteri olsun veya olmasın- elinden gelen yardımı yapar, hüsnüniyet gösterir; kendisi yeterli olmuyorsa yol göstermeye gayret ederdi. Ben de kendisinden birçok konuda istifade etmişimdir. Kitapçılığa soyunup Beşiktaş’ta bir kitabevini devraldığım zaman da Mehmet bana gerek kitap temin etmekte gerekse fotokopi makinesi ve kâğıt temin etmekte yardımcı olmuş, hatta ilk sarf malzemelerini benim için kendisi temin etmiş, onun sayesinde işlerimi yoluna koyabilmiştim. Oldukça cömert ve yardımseverdi. Bunları da gönülden yapar ve gösterişten uzak dururdu. Yardıma ihtiyacı olan birçok öğrencime aynî ve nakdî yardımlarda bulunmuş, onları sevindirmişti. Kendisine gönderdiğim hiç kimseyi boş çevirmemiş, onlara mutlaka yardımcı olmuştu.
Mehmet inandığı gibi yaşayan, millî ve manevî değerlerine bağlı, bu hususlarda hassas bir kişiydi. Milletinin derdiyle dertlenen, sevinciyle sevinen Mehmet, komplekssiz, hoşgörülüydü. Doğru bildiklerini açıkça söyler, yanlışlarında ise ısrar etmez doğruyu arar, ona uyardı. Bu yüzden de onu tanıyanlar söylediklerine itibar eder, güvenirdi.
Karadenizli (Trabzon) olan Mehmet’in mizahtan uzak durması da elbette söz konusu olamazdı. Hemen her uğradığımda sohbete mutlaka bir Karadenizli fıkrası yahut yaşanmış bir olayla başlardı. Bir gün gene içeri girer girmez “Gel, gel. Sana ne anlatacağım…” diye başladı. Hadise şuydu: Benzine zam yapılmış, televizyoncular da ellerinde mikrofon sokaklarda vatandaşların zam konusundaki fikirlerini soruyorlarmış. Karadenizli bir vatandaş “Beni etkilemez, ben her gün bir milyon liralık benzin alıyorum!..” demiş. Mehmet, buna o kadar gülmüş, o kadar gülmüştü ki, günlerce diline dolamış, hatta karşılaştığımız zamanlarda da “Ben bir milyonluk alıyorum!..” demişti.
Sahhaflar Kitap Sarayı’nı Mehmet’in babası Adil Amca kurmuştu, ancak kitabevini çekip çeviren, işleri takip eden uzun zamandır Mehmet’ti. Bu yüzden de çalışanlar (kardeşi, amcası, yeğenleri) ona hep “Şef” diye hitap ederlerdi.
Her zaman titiz ve düzenli olan Mehmet, yapacaklarını bir deftere yazar, alacağını vereceğini de yine oraya kaydederdi. Benim de o kara kaplı defterde bir hesabım vardı ve ay başlarında hesabımı kapatırken, daha çok da Eşref Ağabey (Eşref Bengi Özbilen) verdiği kitap siparişlerini almak için Lüleburgaz’dan geldiği zamanlarda Mehmet bizi yemeğe davet eder, hem sohbet eder hem de yapılacak işlerden bahsederdik. Ben bazen takılırdım Mehmet’e “Hem kitabı veresiye alıyorum senden, hem de sana yemek ısmarlatıyorum!..” diye. O da bu espriye “Yoksa senden paramı nasıl alacağım, sen memur adamın tekisin, ancak böyle koparıyorum” diye karşılık verirdi.
Mehmet’in gönlünde Sahaflar Çarşısı’nın tarihinin yazılması vardı. Bu sebeple de konuyla ilgili eline geçen belgeleri çoğaltıyor, dosyalıyordu. Hatta bir ara bu işi “Sen yapar mısın?” diye bana da sormuş, fakat ben “Beraber yaparsak olur!..” demiştim. Ancak bunu yapmak için ikimizin de hiç vakti olmadı. Bu iş daha sonra Adil amcanın himmetleriyle Ömer Faruk Yılmaz tarafından yapıldı (Tarih Boyunca Sahhaflık ve İstanbul Sahhaflar Çarşısı, İstanbul, 2005, 279 s.).
Mehmet’le en son 2002 yılı Ramazanının son günlerinde görüştük. Okuldaki işlerimi bitirmiş, üzerinde çalıştığım bir konuyla ilgili sipariş verdiğim kitapları almak ve birkaç sayfa fotokopi çektirmek için Mehmet’e uğramıştım. Kitabevi sair zamanlarda kalabalık olduğu halde o gün sadece Mehmet vardı. Gene her zamanki gibi espriyle karşıladı: “Memur, nerde kaldın?..” Ben de “İşte geldim!..” diye cevap verdim. O gün telaşlıydı. Diğer zamanlarda onu hiç bu kadar telaşlı görmemiştim. Fakat yine takılmadan edemedi: “Hâlâ Şehzade Sofrasına beni yemeğe götüreceksin, bak kızım da büyüdü, sözünü tut artık!..” dedi. Mehmet’in Şehzade Sofrası dediği yer Şehzade Camiinin arkasındaki medresede açılan ve bize özgü tatlar sunan bir lokantaydı. Kaç defa “Gidelim!” dediğim halde hep işlerini bahane ederek geçiştirmişti. Bu sefer, “Hadi iftar saati de yakın, hemen gidelim, iftarımızı orada açalım…” dediğimde, “Çocuklar Sultanahmet’teki kitap fuarındalar, onları yalnız bırakmayayım, çok yoruldular…” dedi. Arkasından “İşin var mı?” dedi, ben de “Hayırdır, yapılacak bir şey mi var!..” dedim. “Yok, yok, öyle demek istemedim, yapılacak işin varsa hemen yapalım. Zira ortalığı toplayıp çocukların yanına gideceğim, bekliyorlar…” dedi. Sipariş ettiğim kitaplar henüz gelmemişti. Fotokopileri çekti. Vedalaşıp çıktım.
Mehmet, bayramda eşi ve kızıyla beraber Kütahya’ya kayınvalidesini ve kayınbabasını ziyarete gitmiş. Orada bir bayram ziyaretine giderlerken bulundukları araca karşıdan gelen bir aracın çarpması sonucu aramızdan ayrıldı (06.12.2002). Arkada kızını, eşini, ailesini ve dostlarını bıraktı. Daha otuz yedi yaşındaydı. Hayalleri vardı. İdealleri vardı. Fakat ecel fırsat vermedi. Rivayet odur ki, Şeyh Galib’i teneşirde gören babası, “Bu simsiyah sakallar, o beyaz mermere yakışmamış oğul!..” demiş. Mehmet de teneşire yakışmadı fakat emr-i ilahiye karşı elimizden ne gelir, dua etmekten başka. Mekânı cennet olsun.
|