Gerçek

 

Özdemir Özsoy  

Keşke bilselerdi


Devleti kuranlar ülkücü bir ruh taşıdığından “devlet-i ebed müddet” idealine içtenlikle bağlı olduğundan cumhuriyetimizin “ilelebed payidar” kalacağından hiç kimse şüpheye düşmezdi. Bilinir ki, gerçek manada bir devlet adamı olabilmek için yalnız iyi bir tahsil görmek yetmez, aynı zamanda yaratıcı bir zekâya sahip olmak gerekir. Deha dediğimiz üstün bir zeka ve ileri görüş yeteneği budur

O kuşak öyle yetiştirilmişti. Onlardan birinin aklına ne zaman bir şey takılsa ve anlamak için soruştursa hemen hemen hepsi aynı cevabı alırdı: “Büyüklerimiz bilir.”
Büyükler bilir, gerçekten büyüklerimiz bilir. Büyük sıfatını almış bazı kişilerin bilmesi lazım. Hiç değilse bazı şeyleri bilmesi gerek.
Ancak bu büyükler kimdi? Unvanlarını ve hiçbir hukuki dayanağı bulunmayan yetkilerini, güçlerini kimden, nereden alıyorlardı? Gerçi o zamanlar da siyasi partilerin (daha doğrusu dönemin tek partisinin) ileri gelen yöneticileri vardı ama hemen hepsi daha yukarıdakilere sıkı bir disiplin ile bağlı olduğundan her konuda uyumlu bir yönetim varmış gibi görünürdü.
Devleti kuranlar ülkücü bir ruh taşıdığından “devlet-i ebed müddet” idealine içtenlikle bağlı olduğundan cumhuriyetimizin “ilelebed payidar” kalacağından hiç kimse şüpheye düşmezdi.
Bilinir ki, gerçek manada bir devlet adamı olabilmek için yalnız iyi bir tahsil görmek yetmez, aynı zamanda yaratıcı bir zekâya sahip olmak gerekir. Deha dediğimiz üstün bir zeka ve ileri görüş yeteneği budur. Böyle dâhi liderlerden sonra ikinci adam olmak kolay değildir. Sırada ikinci olmakla, derecede ikinci olmak çok farklı şeylerdir. Birinci mevkide bir araya gelmiş her insanın aynı seviyede bilgi ve karaktere sahip olduğu kanaati birçokları tarafından kabullenilse de bu işin böyle olmadığını dikkatli gözlemciler hemen fark edebilir. Sırada ikici olmayı, dirayet bakımından birinci olan kişiden hemen sonra gelmek gibi göstermek, ancak bu sayede kendisine de bir rütbe verileceğini umanların işidir.
Anlamları değiştirerek, kavramları yozlaştırarak insanları belirli bir görüş doğrultusunda saplantılı hale getirmek düzeyli bir davranış olamaz.
Bir siyasi gurup içinde, dürüst bir insanın görüşünü, sırf karşı tarafın işine yarayabilir diye veya kendilerinin haksız, yersiz iddialarına (savlarına) ters düşüyor diye tutanaklardan çıkarttırmak ve böylece ketmetmeye (örtmeye, gizlemeye) çalışmak karakter zayıflığı değil midir? O değişik görüşteki kişinin haklı olmasına rağmen “meslekten hukukçu” olmamasının, söylediklerinin yanlışlığına tek delil olarak gösterilmesi sosyal terbiye ve ahlak bakımından doğru mudur? Aynı kişi, aksine bir görüş ortaya koyan, böylece onların savlarına paralel düşen bir ifade kullansaydı o zaman tam bir hukuk nosyonuna sahip olarak takdim edilecekti. Bu nasıl bir adalet anlayışıdır? Böyle hukukçular hukuka hizmet edemezler, bir hukukçular oligarşisine yol açarlar. Zamanla da temsil ettikleri kurumların itibar kaybetmesine neden olurlar. Siyasi rakiplerini sindirme gayreti marifet sayıldığından “hukuk herkese lazım olur bir gün” gibi aba altından sopa gösterenler çoğalmıştır. Ha şunu iyi bilin öyleyse! Aynı sözlerin (tehditlerin) sizin içinde bahis konusu olabileceğini düşünmelisiniz. Aynı hukukun size karşı da bir silah olarak kullanılabileceği ihtimalini akıl etmelisiniz.
Mevzu (yani vazedilmiş, konulmuş) kanunları istediği gibi yorumlayıp, işine geldiği gibi uygulayan bir hukuk anlayışına karşılık, evrensel hukuk normlarının ihmal edilmesi kendilerine çağdaşlık cüppesi biçenlerin hazın bir görüntüsüdür. Bu acıklı durumun sebebi hukukun siyasete alet edilmesidir. Bu ayıbın farkında olup görmezlikten gelenler de vicdani bir sorumluluk altındadır.
Bazı hukuk adamlarına olağan dışı bir rejimi benimseterek, ceket düğmelerini ilikletip marşlar söyletildiği dönemler de ülkemizde yaşanmıştır. Bunu yapanlar ve yaptıranlar AB dayatmalarının asıl müsebbibidir.
Bu çöküntü, dürüstlükten uzaklaşmanın, ilimden korkup kaçmanın sonucudur. Ortaya bir eser koyamayıp başkalarının kusurlarını arayıp bularak göreceli bir değer kazanma gayretinin göstergesidir.
İlimden bahsedeceksek irfandan uzak düşmemek gerekir. Evet, gerçek mürşit ilimdir. Ama “mürşit” olmadan gerçek ilim yapılamayacağı da görülmüştür. Her ne kadar bunu görmek ve kabul etmek istemeyenler varsa da…
Yunus bunu,
Bir yol bulup girmek gerek
Er eteğin tutmak gerek
diye anlatmaya çalışıyor.
İlim, irfana karşı olur mu hiç? İrfan da ilimsiz olur mu? Bu değerleri birbirine zıtmış gibi göstermenin kime ne faydası oldu ki?.. Arif olmak için ilimi bir kaftan gibi giyebilmek gerekir.
İlim ve irfan sahibi kişiler adalet anlayışının vicdanlarda yerleşmesi yolunda hizmet verecekleri için onların yolunu açmak herkesin hayrınadır.
Bir ülkede bazı okumuşlar kendilerin “aydın” sıfatı verilmesi için halkın inançlarına saldırmaktan başka bir yol bulamıyorlarsa durum gerçekten acıklıdır.
Gazetemizin bir değerli yazarı “Çağdaşlaştırmak bahanesiyle dinî içeriklerin, sadece kuramsal düzeyde kalmasına özen gösterilmektedir. Millî ahlak bilinciyle milli davranışın ortaya çıkacağı gerçeği inkar edilerek dini olan boyut, milli kimlik bilincini zedeleyecek bir şekilde tartışılmaktadır” diyor ve ilave ediyor. “Erken kazanılan dini davranışların kalıcılığı ve etkilerinin fazlalığı iyi bilindiğinden bu davranışların kazandırılmasını mümkün olduğu kadar ileri yaşlara ertelemeye çalışanlar vardır. Oysa kabul edilmiş, benimsenmiş dini içerikler yaşam için çok önemlidir.”
Dini bilgi verme ile dini ve ahlaki davranışları kazandırmanın farklı şeyler olduğunu bir türlü anlatamadık, hocam.
Meseleyi anlamak istemeyen, yalnızca şekle ve surete önem verenlere hitap etmek zor iştir. Karagöz oyununda derin bir hikmet olduğunu görmek istemeyen, onu yalnızca bir eğlence olarak belleyen kişilerle birlikte olmanın zorluğu gibi. Hem göze hem gönüle seslenen bu perde san’atının, tasavvuf felsefesinin bir tezahürü olarak ortaya çıktığı görüşü nedense anlatılamamıştır. Çocukluğumuzda komşu konağın bodrumunda “perde kurdum şem’a yaktım” diye söze başlayarak mum (şem’) ışığında Karagöz oynattığımızda biz de bu hikmetin farkında değilmişiz doğrusu…
Bursa’nın Çekirge denilen semtinde bir Karagöz türbesi vardı. Üzerindeki kitabede şöyle yazardı:
Sireti surette mümkündür temaşa eylemek
Hail olmaz ayn-ı irfana basiret perdesi
Ariflerin gözüyle bakanların “basiret perdesi” açılıyor; onlar gerçeği görüyorlar, demek istiyordu.
Her neye iman ile baksan olur iş aşikâr
Etmiş cihanı istila hab-ı gaflet perdesi
Büyük bir inanç ve teslimiyetle baktığında gerçekler ortaya çıkar. Şu cihanı kaplayan gaflet uykusundan ancak o zaman uyanırsın.
Hak ve hakikat yolunun yolcuları başkalarının yönlendirmesine gerek duymazlar ve doğru yoldan (sırat-ı müstakimden) sapmazlar.
Ancak bu kadar yıldan sonra, bu kadar didişme ve çekişmeden sonra hâlâ görüyoruz ki –büyüklerimiz bilir diyenler azalmışsa da- başımızdakiler bilir saplantısı çok kimsede değişmemiş.

1. Prof. Dr. Ali Osman Özcan Sur Dergisi, Mart 2008


www.ufukotesi.com - 05 / 2008  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.