Geniş Açı

 

Ali Arif Esatgil  

İki kişiye bir bilet


Ben bunlara defolu adamlar diyorum. Bir ezik yanları, bir bozuk dosyaları olan bu tipler bir yerlerden bulunup buluşturuluyor ve diyet olarak sürekli konuşturuluyor... Yüzlerine, gözbebeklerine dikkatlice bakınca söylediklerine kendilerinin de inanmadığı ayan beyan okunuyor. Çünkü davalarının ruhu yok, günlük hazlar, anlık zevkler uğruna kendilerini pazara sürmüş zavallı bir güruh...

Öykü bizim... İçinde hale hale azaplar barındıran... Neresinden tutsanız hüzün kokan. Aslında 'üçüncü tekil şahıs'ın ölüme giderken yüzüne kondurduğu sitem demek gerek buna. Ölmüştü işte. Her fani gibi göçüp gitmişti. Elbette her ölüm bir şeyleri de götürür ardı sıra... Ama bu denli sorguya açık olur mu, bilmem? Kendisini bir iki kez görmüştüm. Fakat kızımla birlikte bir fotoğrafı olduğunu hatırlıyorum. Bir iskemlede oturuyordu. Kızımı koltuğunun altına almış şefkat dolu gözlerle bakıyordu.
Dört yıl önce o semtten ayrılmıştık ve bir daha da görüşme imkânımız olmamıştı. Oysa hemen her hafta sonu eski mahalleme iner, kolaçan ederim. Kızımı götürdüğüm de olur. Fakat ne kadar sık giderseniz gidin, ayrılık bir kez yer etti mi içinize, yabancılık çöker yüreğinize... Günden güne suretler soluklaşır, merhabalar azalır... Uzaktan uzağa haberler gelir, haberiniz gider...
Gün boyu kamuoyuna pompalanan Ankara mahreçli haberlerinin arasında, sizin kişisel 'haber'lerinizin bir anlamı olur mu sanıyorsunuz?..
Bir hafta öncesinden hazretlerinin Türkiye'ye geleceği duyurulmaya başlandı. Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso'dan söz ediyorum... Ne diyecek, kime gidecek, ne isteyecek, ne demeyecek?.. Yorumlar, ahkâmlar birbirini izledi. Ve zat-ı şahaneleri (!) geldi. Adamın ağzının içine bakıyoruz: Kimin yanında yer alacak? Sözleri kimden yana? Cımbızla çekilip öne çıkarılan laflar, kimilerinden 'aferin', kimilerinden 'yuh'lar...
Barroso sonunda orta yolu buldu. Biz iliklerimize kadar işleyen Batı'ya girme telaşımızı canhıraş feryatlarla ayan ederken, o damardan girdi: "Brüksel'den verilen mesajlardan, Türkiye'de herhangi bir partiyi desteklediğimiz sonucu çıkmasın. Biz, Türkiye'yi destekliyoruz. Türkiye'nin iç siyasi tartışmalarında taraf olmayı hiçbir şekilde istemeyiz..."
Adam iki kişiye bir bilet kesti... Makro ekonomiyi, bizim 'kaldırımdan kalkınan' zevattan daha iyi bildiği kesin. Hep kazanan olmanın yolunu, nabza göre şerbet vermekte buldukları bir gerçek. Artık yazmaktan bıktığım hakikati Batılar öylesine güzel kullanıyor ki, kimseye kaçacak yer kalmıyor.
Kuyruğuna basılan, lafı biten herkesin "Bak AİHM de böyle diyor" safsatasına bel bağlaması bunun en güzel sonucu değil mi? O ne iğrençlik öyle, kuyruğu kaptırınca 'milli kimliği'ni bir kenara itekleyip, başkalarının kantarında kendine gram mesabesinde yer edinmeye çalışmak...
Bakın o adı batasıca Batı'nın bizi getirdiği noktaya işaret için 'bireysel bir haber'den söz edecektim... Laf nerelere geldi...
Neyse, Barroso'yu bir kenara bırakıp, biz dönelim öyküye...
Kızımı saatlerce ağladıktan sonra, kitabının üzerinde uyuya kalmış buldum eve geldiğimde. Kötü haberler hep yemek sonrasına bırakılır... Adet yine bozulmadı...
"Ağlaya ağlaya uyudu" dedi, eşim... "Dersanede arkadaşları söylemiş. Çok üzüldü... Edibe öğretmen ölmüş..."
"Allah rahmet eylesin..." dedim...
Çocuk elbette üzülür... 4 yıl hem anası, hem babası gibiydi onun... İşini hakkıyla yapan biri olduğunu biliyordum. Diğer sınıflardaki öğrencilerden hayli ilerdeydi onun sınıfındaki öğrenciler. Eşinden ayrılmış tek çocuğuyla yaşıyordu. Hayli kiloluydu. Emekli olacağı günü bekliyordu. Ölüm, çocuk, öğretmen, görev derken, hanım asıl can alıcı cümleyi ağzından kaçırdı gecenin o saatinde. Söylediğine de söyleyeceğine de pişman oldu ya, geri dönüşü yoktu artık. Çocuğun odasına gidiyordum, donakaldım. Kötünün de kötüsü olabiliyor... Bakalım ardından ne gelecek diye beklemeye başladım... Kafam allak bullak olmuştu.
Kanepeye oturup televizyon izliyormuşum gibi yaptım. Kumanda ile bir o kanal bir bu kanal... Kadrolu papağanlar yıllardır tekrarladıkları teraneleri sıralıyorlardı. Hepsi en batıcı, hepsi en halkçı, hepsi en şeffaf, hep dürüst, hepsi en az götüren... Tövbe bu sonuncusu olmadı... Hepsi 'hiç götürmeyen'di... Ben bunlara defolu adamlar diyorum. Bir ezik yanları, bir bozuk dosyaları olan bu tipler bir yerlerden bulunup buluşturuluyor ve diyet olarak sürekli konuşturuluyor... Yüzlerine, gözbebeklerine dikkatlice bakınca söylediklerine kendilerinin de inanmadığı ayan beyan okunuyor. Çünkü davalarının ruhu yok, günlük hazlar, anlık zevkler uğruna kendilerini pazara sürmüş zavallı bir güruh... Kabul etmek gerekiyor ki, çok az bir bölümü, bir davanın sahibi olduğuna kendini inandırmış. Gerçekten maddi bir beklentisi, koltuk, makam hırsı yok. Belki onlar da geride bıraktıkları yıllarda hep 'ortada bırakılmış' olmanın hırsıyla bir yerlere vuruyor...
Evet bu papağanlar korosunun bir ruhu yok...
Çünkü, söylediklerinin içinde 'halk' yok... Bölünmüşler 'biz ve onlar' diye... Aslında halka göre onlar, aynı insanlar... Kimi zaman biri sıtma, diğeri ölüm oluyor... Kimi zaman tersi... Ayrım bu kadar. Eğer öyle olmasaydı...
Ben o akşam, sadece Batı'ya yakışacak bir ölüm haberi alabilir miydim?
Edibe öğretmen ölmüştü... Üstelik ölüm haberi yedi gün sonra ortaya çıkmıştı... Bir 'komşusu' ortalarda göremeyince harekete geçmiş, zavallı kadının evinde yapayalnız can verdiği anlaşılmıştı...
Rahat ol Barroso, bakma bizimkilerin bağırıp çağırmalarına... Biz Batı'yı çoktan solladık... Bunların vaveylası 'kazanımları'nı güvenceye almak için...
Barroso, Batı çoktaan bizim Doğu'muzda kaldı...
Aştık biz onları aştık...
Uzat bir bilet daha suareyi kaçırmayalım...


www.ufukotesi.com - 04 / 2008  

aliarifesatgil@hotmail.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.