Çanakkale Şehidi Muallim Hasan Ethem’i rahmet ve minnetle anarak…
Şehzadebaşı’ndan Vezneciler’e doğru yürüyüp, Vezneciler Hamamının önündeki yola saparsanız yüz elli iki yüz metre ileride, sağınızda başınızı kaldırdığınızda bahçe içinde yüz yüz elli yıllık bir bina görürsünüz. Burası Vezneciler İşitme Engelliler İlköğretim Okulu’dur. Burada çocuklar, sessiz dünyalarına ses bulmaya çalışırlar. Binayı çevreleyen bahçe duvarının bitiminde yol dörde ayrılır. Siz sağa dönüp yukarı doğru çıkmaya başladığınızda solunuzda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi ve İletişim Fakültesini, sağınızda ise İşitme Engelliler İlköğretim Okulu ile aynı bahçe içinde yer alan bir başka okulu Ford-Otosan Beyazıt İlköğretim Okulu’nu görürüsünüz. Tertemiz, pırıl pırıl bir okul. Henüz iki yaşını doldurmamış bir bina. Bu okulun adı geçen seneye kadar Beyazıt İlköğretim Okulu idi. Fakat depreme dayanıklı olmadığı tespit edilince yıkılma kararı alındı ve bu karar neticesinde İstanbul’da bu durumdaki 50-60 kadar okulla birlikte bu okul da boşaltılarak başka bir okula nakledildi. Daha sonra Millî Eğitim Bakanlığının yaptığı protokoller neticesinde bu okullardan bazıları hayırsever şahıslar tarafından, bazıları da çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından yeniden yaptırıldı. Okulu yaptıran kuruluş da yapılan protokole dayanarak okulun adına kendi adını da ekledi. Böylece Beyazıt İlköğretim Okulunun adı oldu size Ford-Otosan Beyazıt İlköğretim Okulu.
2001-2005 yılları arasında yaklaşık dört yıl görev yaptığım bu okulun kuruluşu bazı kimselere göre tâ Sultan Bayezid devrine kadar gider. Bazı kimseler de 1890’lı yıllardan beri Sıbyan Mektebi, Numune Mektebi ve İlkokul olarak eğitime devam ettiğini, hatta İstanbul’un en eski ilkokullarından biri olduğunu söylerler. Bu hususları bir kenara bırakıp, asıl söylemek istediğimiz hususa gelmek istiyorum. Bu okulda öğretmenlik yaparken Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla Çanakkale cephesine giden Hasan Ethem’i bize anlatan bir yazıdan bahsetmek istiyorum. “Muallim Ethem Nasıl Öldü?” adlı bu yazı İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) tarafından 1933 yılında Mektepli Gazetesi’nde (9 Mart 1933, 25. sayı, 3. sayfa) yayınlanmıştır. İsmail Hakkı yazısında onunla nasıl tanıştığını, onun hayallerini ve nasıl şehit olduğunu anlatır. Yazının tamamını buraya alıyorum:
“1912’de Beyazıt Numune Mektebi’nde muallimdi. Kendisini orada tanıdım. 22 yaşlarında, orta boylu, hafif kara sakallı, yağız çehreli, çok sevimli bir insandı. Bütün hayatında yalnız bir şey düşünüyordu: Çocukları iyi yetiştirmek… Ethem’in bütün hayatında aradığı, yapmaya çalıştığı bu idi. Ben o zaman Küçükçamlıca’da Kamanto Köşkü’nde Açık Hava Mektebini kuruyordum. Bu mektepte kız ve erkek talebe beraber yaşar, muallimler çocuklara arkadaşlık eder, dersler bahçede, ağaçlar altında yapılırdı… Muallim Ethem bu mektebe sık sık gelir, benimle görüşürdü.
Bir gün şu sözleri söylediğini hatırlıyorum: ‘Hocam, biz ne kadar çalışsak yine sizin gibi muvaffak olamıyoruz!...’ Dediğim gibi, Ethem hep hocalık aşkıyla yanıyor, hep çocuklara iyilik etmek için çalışıyordu. Beyazıt müdürü onun fedakârlık hayatını anlatırken herkes hürmet duyuyor, hayret gösteriyordu… Günün birinde Birinci Dünya Harbi ilan edildi. Muallim Ethem cepheye gitti, dediler. Düşmanla harp ederken yanında bulunan bir arkadaşı anlattı.
‘Anafartalardayız. Ethem her an vazifesini yapıyor, şerefli insanlar, Türkler gibi. Onu bu ateş deryasında oyalayan pek mühim meseleler vardı; çocuk, mektep, yeni terbiye… Ethem bu mefkûresinin hastası olmuştu. Obüsler patlıyor, mitralyözler işliyor, dünyayı dehşet kaplıyor, Azrail nefeslerinin sıcaklığı yüzümüze vuruyordu. Bir aralık Ethem’in iri gözleri yüksek bir tepeye dikildi, adeta sayıklıyordu: ‘Bir mektep, bir mektep, şu tepenin üzerinde, açık havada, çocukların hürriyeti için çalışan bir mektep yapmak isterdim ben…’ diyordu. Tam bu sırada bir kurşun Ethem’in kalbini deldi, hakkın, hürriyetin yoldaşını öldürdü…’
Çocuklar, gençler, size söylüyorum, bu dünyada yalnız fenalık var diyenlere sakın inanmayınız. Bu toprakların içine sizin hürriyetiniz, sizin iyiliğiniz için çalışan insanların ölüsü de gömülmüştür. Dünyada fenalık da vardır, iyilik de…”
İşte İsmail Hakkı’nın anlattığı Muallim Hasan Ethem’in çocuklar için düşündükleri. O Çanakkale mahşerinin içinde bile kuracağı okulu, yetiştireceği çocukları düşünüyor, onların hürriyetini temin için yedi düvele karşı çarpışıyordu. Ne yazık ki, okulunu yarım bırakıp, adam gibi ve hür nesiller yetiştirmek için bir an tereddüt etmeden cepheye giden ve orada canını veren Muallim Hasan Ethem’in okuluna adını veremedik. Çünkü o bu nesillerin hürriyeti için canını vermişti, zira verecek parası da yoktu zaten. Maalesef ki bazılarımızın gözünde en aziz varlığımız olan canımızın paraya veya reklâma tahvil edilecek bir değeri yoktur. Daha önce bu sayfalardaki bir yazımda da belirttiğim gibi (‘Okulumun Adını Değiştirmeyin!’, Ufuk Ötesi, Mayıs, 2006), tekrar diyorum ki, bu okulun ismi değiştirilecekse keşke Hasan Ethem’in adıyla değiştirilseydi, keşke hem o mekanik ismi telaffuz etmek zorunda kalmasak hem de aziz şehidimizin adını yâd, ruhunu şâd edebilseydik. Fakat ne yazık ki büyüklerimiz mutlaka bizden daha iyi, doğru ve güzel düşünmüşlerdir ve mutlaka uygun olanını yapmışlardır. Ne demişti asırlar önce Nasreddin Hoca “Parayı veren düdüğü çalar…” Peki ya canını veren…
Birçok yerde defalarca yayınlanmış olmasına rağmen Hasan Ethem’in şehit olmadan kısa bir süre önce annesine yazdığı mektubu da okuyucularımıza bu sayfalardan bir kez daha hatırlatmak için aynen dercediyorum:
Valideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!
Nasihat-âmiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.
Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cığıl cığıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu... Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedasile beni teşhir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.
İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:
— Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi.
— Pekâlâ, dedim. Aldım baktım, sütlü çay...
— Mustafa bu sütü nereden aldın? dedim.
— Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?
— Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.
— İşte onun çobanından 10 paraya aldım.
Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim.
Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor?
Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: “Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi.”
Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür.
Fakat valideciğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir.
O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.
Ey Allah’ım, bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu.
Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.
Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum.
Ellerimi kaldırdım, gözlerimi yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim:
— Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Hâlikı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.
“Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle, ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!” diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes’ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.
Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı?
Kadir’e mektup yazdım.
Valideciğim, evdeki senet vesaireyi kimselere kat’iyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin.
Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim., bu dünya böyledir.
Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister.
Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.
Oğlun
Hasan Ethem
4 Nisan 1331 (17 Nisan 1915)
|