Sadece aşırılıkların, bu toplumla alakası olmayan tespit ve önermelerin tartışıldığı, birikimin, orijinalitenin çatışanlarda ne kadar bulunduğunun neredeyse hiç sorgulanmadığı bir kitle iletişim ortamına mahkûm ediliyoruz. Aşırılıklardan beslenenlerin milat üretme merakında ve geleneğe karşıtlıkta koalisyon halinde olduklarını görüyoruz. |
Seyyid Ahmet Arvasi’nin günlük gazete yazılarından oluşan kitaplarından birinin adı da “Sahte Dindarlar ve Sahte Laikler”dir. 20 yıl önce yazılmış olan bu yazılar Türkiye’nin bugünkü atmosferini anlamak için kılavuz gibidir. Arvasi Hoca bu yazılarda genel olarak çatışır gibi görünen iki mekanizmanın bu toprakların geleneğine ve tarihine “soğukluk” tavrında birleşmeleri üzerinde durur. Bugünün medyasına, yazarlarına baktığımızda aynı manzara daha da olumsuz bir şekilde devam ediyor. Fikirlerin değil, kliklerin hâkimiyeti sürüyor. Büyük çoğunluk, herhalde okuyucuya verebilecekleri bir şey olmadığı için sadece laiklik-dindarlık gerilimi üzerinden yazıp çizmeye devam ediyor. Mesela Fazıl Say bir açıklama yapıyor, sayısız köşe yazarı günlerce Fazıl Say üzerine tartışmalar yapıyor. Ortalık gündem olan bir konuya balıklama atlamayı ve sakız gibi uzatmayı meslek haline getirmiş köşe yazarından geçilmiyor.
OMURGASIZ AYDIN VE VİCDAN
Eğer siz yazarsanız, Türkiye’nin gündemine giren olayları istismar etmek yerine sizi okuyarak “gaza gelenlere” kültürel kimlik olmadan siyasi kimlik sahibi olmanın anlamsızlığını hiç olmazsa arada sırada hatırlatırsınız. Çünkü aydın vicdanı bunu gerektirir. Aydın vicdanının iyice aşındığını gördüğümüz bu günlerde az da olsa farklı sesler çıkabiliyor ve bu yaşananları sorguluyor. Ahmet Turan Alkan şubat ayının son günlerinde yazdığı “İnsâfın o yerde nâmı yok mu?” başlıklı yazısında aydın vicdanını şu cümlelerle arıyordu: “Birbirimize benzemek zorunda değiliz ama anlamak ve birlikte yaşamak için saygı duymaya mecburuz. Niçin laikçi cenahın en abuk-sabuk sözcülerine gramofon borusu oluyor basınımız? Din nâmına, İslâm nâmına bir şey söyleyenlerin niçin en galîz üslûplusuna, en küstahına, en ağzı bozuğuna dikkat kesilip iklimimizi zehirliyoruz? Basın niçin aykırılıkları ayyûka çıkarmaya memur hisseder kendini; kitleleri niçin galeyân halinde tutmak yerine teskini tercih etmeyiz? Kabahat hep karşı tarafa ait. Suç niçin hep karşı tarafta; bu kadar tesadüfün üst üste gelmesi bizi niçin şüphelendirmez? Anladık iktidar oyunu, tiraj, reyting, şöhret vesaire; iyi ama bu oyunun da kendine mahsus bir "fair play"i, bir civanmertlik sözleşmesi var ve bazılarımız için daha mühim olmak üzere ellerimizin yanı başımıza uzatılacağı bir an var. O gün ardımızdan "adam gibi adamdı; yalan söylemedi, emanete hıyanet etmedi, gerçeği çarpıtmadı, ömrünce doğruyu aradı" dedirtmenin marjinal faydası, iki cihanda hükmünü yürütecek kadar değerli değil mi? Hangi cenâha ait olursak olalım; her birimizi diğerinden üstün ve kıymetli kılan şey fikri-siyâsi içtihâdımız değil; o içtihâdı savunurken belkemiğimizi ne kadar dik tutabildiğimizdir, çünkü dünyanın en yüksek fikri bile çarpık bir karakter üzerinde düz durmuyor.”
AŞIRIILIKTAN BESLENEN TETİKÇİLER
Sadece aşırılıkların, bu toplumla alakası olmayan tespit ve önermelerin tartışıldığı, birikimin, orijinalitenin çatışanlarda ne kadar bulunduğunun neredeyse hiç sorgulanmadığı bir kitle iletişim ortamına mahkûm ediliyoruz. Aşırılıklardan beslenenlerin milat üretme merakında ve geleneğe karşıtlıkta koalisyon halinde olduklarını görüyoruz. Bu durumun bir başka kötü etkisi de Türkiye’nin “bunlardan” ve tartıştıklarından ibaret olduğunu sanmak ve taraf olmaktadır. Aşırılıkları tartışmaktan medet umanlara taraf olmak, Türkiye’nin sesini yansıtmak demek değildir. Vicdan bir kenara konulursa bir şeylere taraf olmak insanın kendi kendini hiçleştirmesidir. Birikimi, kültürü olmayıp da “kendini göstermek” isteyenlerin “laf ola beri gele” tarzında rahatça konuşmanın çok kolay olduğu “siyasi” tartışmalara taraf olduğunu her ortamda görüyoruz. Bazılarının tam bir “tetikçi” hüviyetiyle yazıp çizdiği, köşe yazarlarının hep aynı konuları tekrar ederek ürettiği kirlilik, bilgiyle muhatap olduğunu zanneden kitlenin giderek daha fazla rutine bağlanmasına sebep oluyor. Onların yegâne hassasiyetleri küresel hegemonyanın üflediği gündem maddelerini tekrarlamak ve bunlara biat etmektir. Aşırılıklardan beslenenler çoğu zaman polemiklerle popüler oldukları için, artık bir “şöhretli sınıf” bilinciyle hareket ettiklerini söyleyebiliriz. Bu da ister istemez akla şu soruyu getiriyor: “Türkiye’de halkı yansıtan şey yeni bir “mutlu azınlık” inşa etmek midir yoksa “mutlu azınlığı” Türkiye’nin gerçeklerine mi davet etmektir?”
|