Soyut olarak “yakınlık” ve “uzaklık” kavramlarından çok, insanların büyük bir kısmı için “kime” veya “neye” yakın oldukları daha önemlidir.
Konuyla ilgisi olanlara kulak verdiğimizde ya da yazdıklarına göz attığımızda anlarız ki “Allah, bir kulunun, başına gelen musibetlerin kaldırılması yolundaki yakarışından dolayı onu sabırsızlıkla suçlandırmaz.” Evet sabır şikayetten nefsini men etmek şeklinde tarif edilmektedir. Hâlbuki aslında sabır “Allah’a değil, Allah’tan başkasına şikâyetten nefsini men etmek” olarak tarif edilmelidir.
Bizim kuşak çok sabırlıdır. İnanın, bu yargı bin nükte (espri) olarak ortaya atılmış değildir; bir gerçeğin ifadesidir. Çok sabırsız görünen, hatta huzursuz görünen şu insanlar aslında özenilecek bir disiplin içinde, kendini frenleme gayretindedir. Her gün öyle bir “yaklaşım” ile karışlaşmaktadırlar ki onların itiraz şekli bile bir katlanışın (tahammülün) ifadesidir. Saplantıların zebunu olan mevki sahibi bazı kişilere baktığınızda, onların davranış biçimlerindeki yanlışlığı aynı zamanda çirkinliği gördüğünüzde sükûnetinizi (sessizlik değil) korumanız sizin toplum olarak çok ileri bir seviyede olduğunuzu gösterir. Tabii bu ağırbaşlılık bir sorumluluktan kaçış değilse… Tabii bu “efendilik” bir özentiden ibaret değilse…
Türk-İslam kültürünün hâkim olduğu topraklarda tefekkür hayatımızda, edebiyatımızda hatta tasavvuf alanında öyle hanımefendiler yetişmiştir ki Batı dünyası onları hayranlıkla izlemiştir. Seyretmekle değil, takip ederek, yolunda yürüyerek izlemiştir. Ne acıdır ki, ne acıklıdır ki son zamanlarda “sahne alan” akademik unvan sahibi hanımların bazıları hiçbir olumlu girişimde bulunamayıp yalnızca uzlaşmazlığa neden olmaktadırlar. Laiklik gibi insanlık onurunu yüceltmesi gereken güzel bir kavramı ideolojik anlamda “bağımsızlığı sınırlayan” bir olgu halinde öne sürmeleri kendileriyle beraber bu kavramı da zedelemektedir. İnanç hürriyeti gibi insanlığı süsleyen bir anlayışın, bazı kişiler tarafından bilgisizlik yüzünden veya maksatlı olarak bir baskı unsuru halinde kullanılmasının kendilerini basitleştirdiği gibi ülkeye de hiçbir faydası olmadığını niçin göremezler? Hele bu tutumun öğrenim hakkına gölge düşürdüğünü nasıl görmezlikten gelirler?
Anayasalar, bir milletin beraberliğinin, dayanışmasının temeli olan milli mutabakat belgeleridir. O halde bizi aydınlığa götürmesi gereken bu “laiklik” prensibi bize niçin bir ayrılık, “gayrılık” ve bölünme sebebi olarak sunulmaktadır.
Gelin bunu hep beraber bir uzlaşma ve birlik sebebi haline getirelim ve benimseyelim.
Yıllarca önce belirttiğimiz gibi, biz aslında bu laiklik konusunun yerli-yersiz, ikide bir ortaya atılmasının ve her seviyedeki açık oturumlarda tartışılmasının faydasına hiç inanmadık. Bu tartışmalar kamuoyunu önemli meselelerden uzaklaştırmakta olduğu gibi üstelik saplantılı insanları cepheleşmeye itmektedir.
Laiklik konusunda şimdiye kadar –izlediğimiz- hiçbir açık oturumda içtenlikli, insancıl, seviyeli ve asıl önemlisi vukuflu (bilgiye dayanan) bir savunmaya rastlayamadık. Daima bazı özgürlükleri kısıtlama tutumu benimsendi. Meseleyi kavrayan ve halkımızın bu konuda uzlaşmasını isteyen az sayıda kişinin konuşmaları da sunucular tarafından kısıtlanınca bu oturumlar faydadan çok zarar getirir oldu. Şurası bir gerçektir ki birtakım şartlanmış kişilerin herkesi küçümseyen ifade tarzı yüzünden birçok tarafsız vatandaşın onların karşılarındakilere destek verdiğine şahit olduk.
Türk Milleti, töresinin gereği olarak ne kendisi üzerinde bir baskı uygulanmasından hoşlanır ne de başkalarına baskı yapmayı kendine yakıştırır.
Gündemi saptırmaktan başka bir işe yaramayan, hele olumlu hiçbir işte imzası bulunmayan bazı kimseler, kendilerini kullanan ya da kendileriyle aynı düşünce kıtlığına uğramış kısır bir medyanın düzeysiz oturumlarının demirbaşı halinde aynı eda ile ve iyen kendilerin tatmin etme çabası içinde aynı saldırgan üslup ile konuşup durmaktalar. Bizim talihsizliğimiz de bunların “öteki” diyerek öteye ittiği kişiler adına değil, kendilerinin sömürerek tükettiği hak ve hukuk adına uğraştığımızı bir türlü anlatamayışımızdır. Öbürlerinin içinde gerçekten hakkı yenen masum ve mazlum insanlar olduğu gibi din istismarıyla geçinen bazı kişilerin bu masum insanların arkasına gizlendiklerini de görmekteyiz. Yani bu laiklik istismarı yapanlar gibi dincilik sömürüsü yapanların bulunduğunu da biliyoruz.
Kendilerinin seçkin kişiler olduklarını davranışlarıyla her zaman belirtmeye çalışan bir azınlık, geniş bir kitleyi her vesileyle baskı altında tutarak kendi değer yargılarını zorla kabul ettirme gayreti içindedirler. Böylece ortaya çıkan husumet cephelerinin ülkeyi bir psikolojik savaş içine sokması onların umurunda değildir. Yeter ki kendi maddi ve manevi çıkarlarını yitirmesinler. Asıl dertleri bu çıkarları koruyabilmek, başka zümrelere kaptırmamaktır. Ama devlet, millet bu gerginliklerden zarar görüyormuş; öyle bir tasaları yoktur. Halka ne zaman “uzaktırlar” nasıl “yakın” olurlar, hep belirsiz kalmıştır.
Elit bir zümre “tahakküm” arzusundan bir türlü feragat etmemektedir.
Hâlbuki bir toplumun “millet” olarak adlandırabilmesi için aralarında nifak değil uzlaşmanın bulunması gerekir. Âlem denilen aynanın aydınlık vermesi, ışığı yansıtması için cilalanması (sırlanması) lazımdır. Bu aynanın cilası sevgi, saygı, hoşgörü ve anlayış sahibi bir yaratıktır; insandır. Milletin gerginliklerden kurtulup birlik halinde yaşayabilmesi için yapılan özveriler hiçbir zaman yenilgi değildir. Tam aksine kazançtır; bir meziyettir, bir erdemdir. Elini verebilmek üstünlüktür; uzatılan eli geri çevirmek değil.
Ülkemizin çok ciddi, çok önemli meseleleri vardır. Önüne ne kadar set çekilse yine de ekonomik dalgalar gelip çatmak üzeredir. Yakın bir gelecekte yapılmak zorunda kalınan bir devalüasyonun ne gibi yaralar açacağını kestirmek zordur. Gelin bu yapay sorunlardan sıyrılın! Elbirliğiyle asıl sorunların üzerine gidelim; çözümünü arayalım. Bizans’ın son günlerindeki tartışmaları bırakalım. Birbirimize uzak düşmeyelim, yakınlaşalım.
İç barışa ülkemizin gerçekten ihtiyacı var.
|