Üniversitelerde baş örtüsüne izin veren anayasa değişikliği, 22 Şubat 2008 günü cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından imzalandı, 23 şubatta Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlük kazandı. Değişiklik mecliste 411 gibi oldukça yüksek bir sayıyla onaylanmıştı.
Kamu oyunda MHP'nin değişikliğe destek vermesi farklı tepkilere yol açtı. Bilhassa sol kesimden gelen bazı tepkiler "biz CHP'ye, DSP'ye oy vermeyecekseniz, MHP'ye oy verin demiştik, yanlış yaptık" ifadelerini haizdi.
MHP'nin üniversitelerde baş örtüsüne izin veren değişikliğe destek vermesi bizim için de sürpriz oldu. Gerçi MHP "baş örtüsünü ürkekler değil, erkekler halleder" ve "baş örtüsünün çözüm yeri meclistir" gibi vaatler vermiş, sözler etmişti. Ancak siyasette verilen sözlere pıratikte uyulması kaydı olmadığından dolayı, MHP'nin tavrı bizim için de sürpriz teşkil etti. Yeri gelmişken MHP'nin verdiği sözleri tutmaya gayret eden, yapıcı muhalefet uygulayan bir parti olduğunu belirtmek gerekir.
MHP daha evvel de bir sürprize imza atmıştı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde devlet kurumlarının görüşlerinin aksine meclise girmeye karar vermiş, sonuçta Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesini sağlamıştı.
MHP bu sürprizleri niçin yaptı?
Bize göre MHP tabanın baskısından ötürü bundan evvel uyguladığı devletçi politikaların yanlış olduğunu gördü. Tabana daha yakın durmak gerektiğini hissetti. Son seçimdeki başarısızlık üzerine eski siyaset ve görüşlerle bir yere varamayacağını anladı ve halka, millete daha yakın olmaya karar verdi.
Bilindiği gibi MHP devletçi bir partidir. Zaten Türk milliyetçiliği fikrinde devlet mefhum ve müessesesinin özel bir yeri ve önemi vardır. Devlet kutsal kabul edilir. Hatta Hegel (1770-1831)'in devleti yücelten, devleti kutsallaştıran idesi, kutsallaştırmanın felsefi temeline dayanak yapılır.
MHP, zıt gibi görünmesine rağmen bu ve daha bir çok yönden CHP ile örtüşür. 22 Temmuz 2007 seçimleri öncesinde MHP-CHP koalisyonu söylentileri ortalığı kaplayınca bir çok kişi, bu arada bir çok MHP'li, CHP ile koalisyonu "olmaz, olamaz" diye nitelemişti. Fakat gerçekte bu doğruydu. Bunu her iki partinin genel başkanları da zımnen kabul etmişti. Pilan aslında 2006 baharında tatbike başlanmıştı. Gazetelerde "Baykal'ı Sivas'ta MHP'liler karşıladı" haberini okuyunca, jetonumuz hemen düşmüştü. Zira böyle bir karşılama izinsiz olamazdı.
Tabii ki MHP, CHP ile koalisyon kurabilir. Memlekette iki parti matamatiksel olarak koalisyon kurabiliyorsa, buna kimse bir şey diyemez, dememelidir. Memleket hükümetsiz, otoritesiz kalacak değil ya! Ayrıca demokrasiler uzlaşma ve karşılıklı saygı rejimleridir. Bu bakımdan MHP-CHP koalisyonu yadırgansa da "olamaz" diye düşünülmemelidir. Gerekirse olur.
CHP ve MHP'nin benzerlikleri
Madem mevzubahis ettik. MHP ile CHP arasındaki benzerliklere ve örtüşmelere şöyle bir göz atalım da demek istediğimiz daha iyi anlaşılsın.
1. CHP de, MHP de devleti fetişleştirir (kutsallaştırır). CHP'nin tek parti döneminde İtalyan faşizminden, Alman Nazizminden ve Sovyet komünizminden etkilendiği ve uyguladığı faşizmi meşhurdur.
MHP de genellikle milletin değil, devletin yanında yer alır.
2. CHP de, MHP de orduyu fetişleştirir. Dolayısıyla ikisinin de militarist bir tarafı vardır.
Devletin ve ordunun fetişleştirilmesi, askerin üstünlüğünün kabulü ve aynı zamanda kendine güvensizliğin göstergesidir. Başları dara düşünce her iki parti de ordudan medet umar ve darbelere davetiye çıkarır.
3. CHP de, MHP de jakoben (tepeden inmeci)'dir. Onlara göre halk, iktidar erkinin karşısında önem arzetmez. CHP'nin tek parti dönemi bu tür uygulamalarla doludur. MHP'nin fikirleri ve 1999-2002 arasındaki uygulamaları da benzer niteliktedir. Her ikisi de demokrasiyi tam hazmetmiş değildir.
4. CHP'de de, MHP'de de lider fetişizmi vardır, lakin biraz farklıdır. CHP için lider Atatürk'tür, İnönü'dür ve sairedir. Şevket Süreyya Aydemir, Menderes'in Dıramı'nda CHP'nin "Atatürk'ü putlaştırdığını" yazar.
MHP'de bu, lider-doktirin-teşkilat üçlemesiyle ifade eder.
5. CHP de, MHP de laiktir. Yalnız CHP'nin MHP'den farkı, laikliği de fetişleştirmesidir.
CHP ve MHP'nin farklılıkları
Her iki partinin yekdiğerinden farklı yönleri de vardır:
1. CHP'de din unsuru hiç yer almaz. Din, devletin defterinde de yoktur, daima devre dışı tutulmuştur. Devlet sadece 1946-1991 yılları arasında dine sınırlı müsamaha göstermiştir. Bunun sebebi manevi değerleri canlı tutarak komünizme geçit vermemekti. 1991'in Aralık ayında Sovyetlerin yıkılmasıyla dine lüzum kalmadığı için devlet dine müsamaha göstermekten vazgeçmiştir.
MHP ise dine saygılıdır.
2. CHP'de parti içi demokrasi vardır; MHP'de bu, çok sınırlıdır. CHP demokratik merkeziyetçi, MHP mutlak merkeziyetçidir. CHP'nin parti içi demokrasisi aşırıya kaçtığı için sık sık hiziplere ve bölünmelere yol açar. Türk siyaset tarihinde "Baykal hizbi" deyimi meşhurdur.
MHP ise sıkı mutlakıyetçi olduğu için tabanda sıkıntı yaratır.
MHP'nin yeni yüzü
Görüldüğü gibi CHP ile MHP bir madalyonun iki yüzü gibidir. CHP yukarıda belirttiğimiz özellikleri dolayısıyla 1950'den biri koalisyonlar hariç, bir defa bile tek başına iktidar olamamıştır. Bundan sonra da olacağı şüphelidir.
MHP de kendine güveniyorsa, tek başına iktidar olup memlekete hizmet etmek istiyorsa, millete daha yakın durmalı, akıl gerektiriyorsa milletin yanında yer almalıdır. Bu bakımdan biz, MHP'nin son iki hadisedeki siyaset değişikliğini; millete daha saygılı, daha demokratik olan yeni politik çizgisini müsbet karşılıyoruz. Ancak bizim MHP'den esas beklediğimiz Türkiye'nin yeniden yapılanması için fikir ve siyaset üretmesi, adeta bir gölge kabine gibi çalışmasıdır.
Baş örtüsü meselesi
Üniversitelerde baş örtüsü veya türban (kelimelerle uğraşmayı gereksiz görüyoruz) yasağının kalkması gerektiğini bir çok defa ifade etmiştik. Çünkü 18 yaşını bitirmiş bir kişinin istediği gibi giyinmesi gerektiği düşüncesindeyiz. 40 yıldan beri süregelen bu yasağın toplumun vaktini ve enerjisini israf etmesini lüzumsuz buluyoruz. Son 15 yılda YÖK başkanlarının gereksiz hassasiyetleri ve sert siyasetleri yüzünden eskisine nisbetle daha büyük gerginlik yaşandığı bir gerçektir. Bu bakımdan yasağın kaldırılması gerekli ve yerinde bir karardır.
Fakat kanaatimize göre anayasa değişikliği, sorunun kalkması için yeterli değildir. MHP'nin dediği gibi YÖK kanununun ilgili maddesi de değiştirilmelidir. YÖK kanununun değiştirilmemesi, tartışmaları istenmeyen şekilde devam ettirecektir. Şu anda bile üniversitelerde bir kargaşa yaşanmaktadır.
Hükümetin YÖK kanununu değiştirmekten kaçınması, "ben elimden geleni yaptım, Anayasa Mahkemesi iptal etti, daha ne yapayım?" der gibi bir izlenim bırakmakta, meseleyi çözmekte samimi olmak yerine seçmene mesaj gibi görünmektedir.
Zaten yapılan anayasa değişikliği de büyük ihtimalle Anayasa Mahkemesinden dönecektir. Bize göre anayasa değişikliğine de gerek yoktu. Daha önceki bir yazımızda dediğimiz gibi puroblemin hukuki yollarla değil, uygulamanın gevşetilmesi yoluyla çözülmesi daha uygun olurdu. Çünkü yüksek yargı organlarının konu hakkındaki kararları bellidir (Bakınız "Bırakalım millet istediği gibi soyunsun, bırakalım millet istediği gibi giyinsin", Ufuk Ötesi, Aralık 2002, 9. sayı, 26-27. s.).
Devlet dairesinde baş örtüsü olur mu?
Üniversitelerde baş örtüsü yasağına pıratikte izin verilmesi, yeni tavizlerin isteneceği ve bunların kabul edilmek zorunda kalınacağı anlamına gelmez, gelmemelidir. Tavizler ancak diktatörlük rejimlerinde verilirse önü alınamaz. Demokrasiler ise uzlaşma, toplumsal sözleşme ve karşılıklı saygı rejimleridir. Milletin devlet üzerinde hakları olduğu gibi devletin de millet üzerinde hakları vardır. Dolayısıyla devletten isteklerde ölçü kaçırılmamalıdır. Özetle Sezar'ın hakkını Sezar'a, İsa'nın hakkını İsa'ya vermek gerekir.
Mesela liselerde ve devlet dairelerinde baş örtüsüne izin talebinde bulunulmamalıdır. Buralarda konulan kurallara uyulmalıdır. Devlet dairesine giren bir hanım, zaten burada böyle bir yasağın olduğunu bilerek ve durumu mecburi de olsa zımnen kabul ederek girmektedir. Girdikten sonra kurala uymalıdır. Uymak istememesi, hak talep etmesi dürüstlük olmayacağı gibi, devletin hakkına da saygısızlıktır.
Devletin iki yönden böyle bir hakkı vardır. Birincisi her düzen, kural, emir, talimat bir ölçüye göredir. Devlet de bir ölçü, bir düzen koymuştur. İkincisi devlet kişiye maaş ödeyerek karşılığında bir hizmet satın almaktadır. Dolayısıyla "ben sana maaş ödeyeceğim, sen de benim kurallarıma uyacaksın" deme hak ve hukukuna sahiptir. Aynı şekilde bir mağaza sahibi de "ben iş yerimde sadece baş örtülüleri çalıştırırım" diyebilir. Çünkü o da ödeyeceği ücret mukabilinde böyle bir kaide koyabilir.
"Devlet beni baş örtülü okuttu, o halde çalıştırırsa baş örtülü çalıştırmak zorundadır, bu en tabii insani hakkımdır" demek, düz mantık kullanmak ve tevil yoluna sapmaktır. Bu mantıkla "devlet her okuttuğu kişiyi memur olarak almak zorundadır, yoksa niye okutuyor?" önermesine varılır ki, böyle bir şey olmadığını ve olamayacağını hepimiz biliriz (Devlet vatandaşını aydınlatmak için okutur. Okutmasa bu sefer de "niye okutmuyor?" deriz. Ayrıca herkes memur olsa, diğer meslekleri kim yapacak?)
İşin başka bir yönü daha vardır: Devlet dairelerinde işlerin iyi yürümediği bilinir. Baş örtülü bir hanımın (zira neticede hepimiz insanız) yorgunluk, mecburiyet, imkân yokluğu, elde olmayan bir sebepten ötürü vatandaşa lakayt, sert, menfi davranışı, baş örtülü hanımı o kadar da ilgilendirmeyecektir. Ama o hanım memurun baş örtüsünü, başka bir deyişle dinini, İslamiyet'i çok ilgilendirecektir. İstediğini elde edemeyen vatandaş, eleştiri oklarını baş örtülü hanım memura değil, dinine, İslamiyet'e yöneltecektir. Şüphesiz ki kabahat İslamiyet'te değildir; farzedelim ki başını örten hanım memurdadır. Fakat insanlar böyledir; memuru değil, dinini eleştirir ve böyle durumlar şahısları dinden uzaklaştırır, soğutur. Dolayısıyla dinen sorumluluk altına gireriz. Halbuki hepimiz dinimize halel getirmemek için davranışlarımızda kendimizi sorumlu hissetmeliyiz. Bu bakımdan da devlet dairesinde baş örtmek, sakıncalıdır.
Fıransız danıştayının "hizmet alanların kıyafetine karışmamak, fakat hizmet verenlerin kıyafetine ölçü koymak" şeklinde özetlenebilecek görüşü bizce de en uygun görüştür.
Devlet dairesindeki hanım memur, başını açıyorsa da mecburiyet, zaruret neticesinde açmaktadır. İslamiyet'in zaruret, mecburiyet karşısındaki hükümleri bellidir. İslam ulemasının bu hususta kafa yorması gerekir.
Netice olarak maalesef baş örtüsü meselesini hâlâ ve yine halledemedik. Görünen o ki, 40 yıldan beri olduğu gibi önümüzdeki yıllarda da zamanımızı ve enerjimizi yine bu meseleye teksif edeceğiz. En iyi yol hukuki yollar değil, daha önce dediğimiz gibi uygulamayı gevşetmek yoludur. Ortalığı bu kadar karıştırmadan bunu yapmak mümkündü. Sonucu başarısızlıkla biteceği bilinen, görülen bir yola niçin girildi? Anlamak kabil değil.
Kosova ve Kıbrıs
Kosova 17 Şubat 2008'de bağımsızlığını tek taraflı olarak ilan etti ve başta batı ülkeleri olmak üzere bir çok ülke tarafından tanındı. Böylece 21. yüzyılda Doğu Timor ve Karadağ ile birlikte bağımsız olan üçüncü ülke oldu.
Kosova 10.887 kilometre kare genişliğinde, yaklaşık iki milyon nüfuslu, başkenti Piriştine olan bir bölge (artık ülke ve devlet)'dir. Yugoslavya federasyonunda özerk bölgeydi. Nüfusunun takriben yüzde 85'i Arnavut'tur. Türkler ve Sırplar da vardır.
Kosova'nın bağımsızlığıyla iki Arnavut devleti meydana geldi ve Arnavutlar 10 milyona ulaşan nüfuslarıyla Balkanların önemli bir gücü oldular (Arnavutlar, Makedonya ve Yunanistan'da da yaşamaktadır).
Kosova'nın bağımsız olmasında ABD ve batı belirleyici rol oynadı. Batının Kosova'yı bağımsızlaştırmasının en önemli sebebi, Sırpların Sılav olmak dolayısıyla geleneksel olarak Rusya'ya olan yakınlık ve yatkınlıklarıydı. Sırpların 1991-95 arasındaki Bosna savaşı esnasında 250 bin Müslüman Boşnağı öldürmesi de antipati kazanmalarına sebep oldu. ABD ve AB, Yugoslavya federasyonundan 6 devlet çıkararak Rusya'nın Balkanlardaki en önemli müttefikini zayıflatmayı başardı. Siyasi tarihte görülen "Balkanlaşma", her etnik guruba bir devlet metoduyla çözülmeye çalışıldı!?.
Kosova hadisesinin en mühim tarafı tek taraflı bağımsızlık ilanı ve bunun tanınmasıdır. Zira şu ana kadar bütün bağımsızlıklar iki veya çok taraflı anlaşmalarla oluşmuştur. Tarihte ilk defa böyle bir istiklal ilanı vukua gelmektedir. Demek ki arkanız güçlü olursa her şey mümkündür.
Kosova'nın bağımsızlık ilanı, devlet başkanlığı seçimleri aynı güne tesadüf eden Rumları çok korkuttu. O kadar ki, bir kaç gün öncesine değin favori sayılan Papadopulos'un seçimleri kaybetmesine dahi yol açtı.
24 şubattaki ikinci turda yüzde 53.3 oyla seçilen Hıristofyas, meseleyi çözeceğini söylüyor. Görünen o ki, Kıbrıs'ta yeni bir dönem başlıyor.
Aslında Papadopulos ile Kıbrıs gayet iyi gidiyordu. Herkes kendi devletinde yaşıyor, KKTC gün geçtikçe daha çok tanınıyor, fiilen devletleşiyor, ada taksime doğru yol alıyor, 3 Aralık 2007 tarihli Independent'ın haberine göre Kıbrıs Türklerinin yüzde 60'ı ebediyen ayrı yaşamayı arzuluyordu.
21 Eylül 2007'de Magosa-Lazkiye feribot seferlerinin başlaması, Suriye'nin KKTC pasaportunu kabul etmesi, 19 Aralık 2007'de KKTC'nin Roma'da temsilcilik açması, Sami Kohen'in 11 Ocak 2008 tarihli Milliyet'te "ya çözüm, ya taksim" demesi, Şöreder'in 1 Şubat 2008'de adayı ziyaret etmesi, KKTC'nin son bir yıllık tarihinde önemli ve olumlu gelişmelerdi.
Papadopulos'un ikinci defa seçilememesi bizim için büyük talihsizlik oldu. Şimdi Hıristofyas nasıl bir çözüm teklif edecek? Yeni yapılacak pilanlar KKTC ve Türkiye tarafından nasıl karşılanacak? AB, ABD, BM neler pilanlayacak? Bütün bunları önümüzdeki günlerde göreceğiz. Fakat her zaman söylediğimiz gibi Kıbrıs meselesinin çözümü kolay değildir ve meselenin tek doğru çözümü, bağımsız Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, başka deyişle adanın iki devletli olarak yoluna devam etmesidir.
|