Seyran

 

Hayri Ataş  

İstiğna makamında bir adam: Sait Başer


Sait ağabey Seyran Kitabevi’ni sadece kitap satışı yapan bir yer değil aynı zamanda hem edebî, hem de ilmî neşriyatın yapıldığı bir yayınevi olarak da düşündüğü için daha kurulur kurulmaz kitap neşriyatına da başlamıştı. İlk kitap da Sait ağabeyin Kutadgu Bilig’te Kut ve Töre isimli kitabının yeni baskısıydı. Sait ağabey bu kitaba daha önce Türk kültür ve medeniyetiyle alâkalı olarak yazdığı yazıları da ekleyerek Kutadgu Bilig’te Kut ve Töre’den Sevgi Toplumuna adıyla neşretti.

“Sana da burs verelim Hayri”, dedi; ben ise “öğrenci kredisi alıyorum”, diye itiraz edecek oldum. “Öğrenci kredisinin ne kadar olduğunu biliyorum, biz sana burs verelim de hiç olmazsa bazı kitaplarının bedelini buradan öde, zaten biz de çok fazla bir şey veremiyoruz, ancak bir cep harçlığı”, dedi. Oysa o günlerde o cep harçlığına ne kadar ihtiyacım olduğunu ifade edemiyordum ki… Bahsettiğim yıl 1992 baharıydı sanırım, belki de yaz ortası; daha geç olamaz (bu aralar tarihleri unutur oldum, neye alamettir acaba?!).
Bazı toplantılarda birkaç defa kendileriyle karşılaşmıştım. Daha öncesinde ise Kültür Bakanlığı yayınları arasında çıkmış olan Kutadgu Bilig’te Kut ve Töre isimli o nefis incelemesini okumuş ve çok istifade etmiştim. Kendilerini hocam Halil Açıkgöz’ün vasıtasıyla daha yakından tanımış, Çarşıkapı’daki çalıştığı mekâna çeşitli vesilelerle daha sık uğrar olmuştum. Birçok kişiyi orada tanımış, o sayede birçok kimseyle dostluk ve arkadaşlık kurmuştum. Sait Başer’le (bundan sonra kendisinden hep ağabey diye bahsedeceğim, bunun sebepleri yazdıklarımdan daha iyi anlaşılacaktır kanaatindeyim) tanışmamız işte bu minval üzere olmuştu. O zamanlar Sait Ağabey Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın müdürüydü. Aynı zamanda Vakfın kitap satışı yapan işletmesi olan Seyran Kitabevi’nin de kurucusuydu. Sait ağabey daha çok burada bulunurdu. Seyran hemen her yaştan ve meslekten kişinin uğradığı, sohbet ettiği bir yerdi. Ben de hem bursumu almak için hem de ihtiyacım olan kitapları temin etmek maksadıyla Seyran’a gider gelirdim (Sait ağabey hem indirim yapar, hem de bize kredi açardı, bir ton kitap alır, ufak ufak öderdik veya ödemeye çalışırdık!..). Sait ağabeyin kendine has konuşması, fevkalâde bilgisi ve kültürü, fevrî olmayan, abartısız davranışları karşısında ve hemen hepsi yol yordam bilen Seyran müdavimleri arasında elim ayağım dolaşır, şaşırır kalırdım çoğu zaman. Ben ve benim gibilerin, bazen yaptığımız patavatsızlıklar, lüzumsuz çıkışlarımız ve hele cehaletimiz yüzümüze vurulmaz, fakat lisan-ı münasiple bu hatalarımız gösterilir, sivriliklerimiz onların tatbikini takip ederek törpülenirdi. Ben kendi adıma âdâb-ı muaşerete dair birçok şeyi orada öğrendiğimi bilhassa söylemeliyim (Burslarla ilgili bir hatıramı “Bir Bayram Hatırası” adlı yazımda anlatmıştım, bakınız: Ufuk Ötesi, Ekim 2006).
Sait ağabey, sanırım 1993 yılı ortalarında, Vakıf’tan ayrıldı. Ara sıra yine karşılaşıp görüştük Sait ağabeyle, bilhassa Halil (Açıkgöz) hocamın vasıtasıyla. Ben okulu bitirmiş, iş telâşesine düşmüştüm. Bu arada Sait ağabey 1995 başlarında Beşiktaş’ta yeni bir kitabevi kurmak niyetinde olduğunu söylediğinde çok sevinmiştim. Hatta bir yer de kiralamıştı ve buranın tefrişi meselesi vardı. Burası Beşiktaş’ta Serencebey Yokuşunun hemen başında dar ve uzunca bir yerdi. Hemen hazırlıklar yapıldı. Raflar yerleştirildi. Ben bu işlerin hepsine katılamadım, ancak kitapların yerleştirilmesi sırasında uzakta kalmadım. Buranın ilk sermayesi, Sait ağabeyin kütüphanesindeki kitaplarıydı, bunlara yayıncı dostlarının bedeli daha sonra ödenmek üzere yani açık hesapla verdiği kitaplar da ilave edildi. Böylece bu küçük kitabevi şenlenmiş oluyordu.
Bu küçük yer kısa zamanda Çarşıkapı’daki yeri aratmaz olmuştu. Zira Sait ağabeyin dostları onu burada yalnız bırakmamışlar, kendisinin dost sohbetinden uzak kalamamışlardı. Bu küçük mekân yetmeyince Seyran bir yıl kadar sonra Deniz Müzesi’nin karşısında bulunan Büyük Beşiktaş Çarşısının alt katındaki yerine taşındı. Burası öncekine nispetle daha geniş bir yerdi. Buradaki sohbetler daha düzenli hale getirilmeye çalışıldı. Bilhassa Perşembe günleri öğleden sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’nden, Konservatuar’dan, Yıldız Teknik Üniversitesi’nden ve Mimar Sinan Üniversitesi’nden hocalar ve öğrenciler çıkışta buraya uğrarlar, konuşurlar, fikir alış verişinde bulunurlardı. Bu küçük yerde hemen her fikirden insanın bir araya gelip konuşması oldukça faydalı aynı zamanda eğlendiriciydi. Çünkü burada oldukça ciddi tartışmalar sürerken gayet zekice ve çarpıcı espriler de yapılırdı. Bilhassa İsmet Bozdağ hocamın anlattığı tarihî olaylar ile kayıtlara geçmemiş anekdotları zikretmek lâzım. Buraya gelenler arasında hemen hatırıma gelen isimlerden bazıları şunlar: Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, Nermin Suner Pekin, Hacı Cemal Öğüt'ün kızı Hikmet Öğüt Hanımefendi, Çiçek Derman Niyazi Sayın, Cinuçen Tanrıkorur, Prof. Dr. İskender Pala, Beşir Ayvazoğlu, Memduh Cumhur (Seyran tabiriyle Büyük Memduh), gençliğine rağmen aile yâdigârı Osmanlı-Türk muaşeretini hakkıyla temsil edebilen Memduh Süzer beyefendi (Küçük Memduh), Prof. Dr. İbrahim Bakırtaş, Emin Işık, Ali Murat Daryal, Beşiktaş müftüsü Kamil Hayati Aydın, Dursun Gürlek, Necati Asım Uslu, Aydil Erol, Halil Açıkgöz, Prof. Dr. Teoman Duralı, Prof. Erol Sayan ve isimlerini yazamadığım daha birçok ilim, kültür ve sanat erbabı… Hatta 1997 yılında rahmetli Cinuçen bey için burada bir imza günü düzenlendiğini de hatırlıyorum, zira o gün kendilerine Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler (Ötüken yay. İstanbul, 1998) isimli kitabı ile Cinuçen Tanrıkorur’un Bestelerinde Yahya Kemal (İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri, A.Ş, 1996) isimli albümünü imzalatmıştım.
Sait ağabey Seyran Kitabevi’ni sadece kitap satışı yapan bir yer değil aynı zamanda hem edebî, hem de ilmî neşriyatın yapıldığı bir yayınevi olarak da düşündüğü için daha kurulur kurulmaz kitap neşriyatına da başlamıştı. İlk kitap da Sait ağabeyin Kutadgu Bilig’te Kut ve Töre isimli kitabının yeni baskısıydı. Sait ağabey bu kitaba daha önce Türk kültür ve medeniyetiyle alâkalı olarak yazdığı yazıları da ekleyerek Kutadgu Bilig’te Kut ve Töre’den Sevgi Toplumuna adıyla neşretti. Bu kitabın yayını ve Seyran’ın kuruluşu da kalabalık bir davetli topluluğunun katıldığı bir iftar yemeğinde ilan edilmişti.
Sait ağabey Sakarya Üniversitesi’nde hoca olarak göreve başlayınca Seyran Kitabeviyle ilgilenmesi de ister istemez azalmaya ve zorlaşmaya başladı. 2000 yılında tamamen Sakarya’ya yerleşme kararı alınca Seyran’ı da devretme veya kapatma düşüncesi ortaya çıktı. İşte bu esnada yıllardır içimde olan heves kabarınca Sait ağabey Seyran’ı olduğu gibi bana devretti. Seyran müdavimlerinde de ister istemez bir azalma oldu, çünkü oranın cazibe merkezi Sait ağabey idi. Ben ne kadar uğraşsam da onun kadar ilgilenemiyor, Seyran’ı istenilen duruma getiremiyordum. Zaten o yıl sonuna doğru patlak veren ekonomik kriz beni epey zor bir duruma sokmuş, artık altından kalkamayacağımı anlayınca da Seyran’ı 2001 yılı sonuna doğru kapatmak zorunda kalmıştım. Bu durum Seyran müdavimlerini epey üzmüştü, ancak benim elimde de başka çare kalmamıştı. Buranın kapanması Seyran müdavimleri dışında Çarşı esnafını da üzmüştü, aradan yedi yıl geçmiş olmasına rağmen birçok kişi başka bir yerde devam edip etmediğimizi sorar. Orası Beşiktaş’ta insanların bir nefes alma yeriydi âdeta. Şimdi maalesef öyle herkesin rahatça girebileceği ve kendisini rahat hissedeceği bir yer yok Beşiktaş’ta.
Aslen Ispartalı olan Sait ağabey uzun yıllardır İstanbul’da yaşamış, üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde okumuş, hem bitirme tezini hem de yüksek lisansını burada İbrahim Kafesoğlu nezaretinde hazırlamıştır. Türk kültürü üzerine incelemeleri ile tanınan Kafesoğlu’nun ilmî dikkat ve endişesi Sait ağabeyin çalışmalarına da yansımıştır. Eski Türk dini üzerine bir etüt hazırlayan Kafesoğlu, Sait ağabeye bitirme tezi olarak da eski Türk inancı (veya dini) Göktanrı inancıyla bir çalışma yaptırmıştır. Bu çalışmasında Sait ağabey ilk defa Göktanrı’nın sıfatlarına Esmâü’l-Hüsnâ açısından yaklaşarak ortaya önemli tezler ve sonuçlar koymuştur (bakınız: Göktanrı’nın Sıfatlarına Esmâü’l-Hüsnâ Açısından Bakış, Seyran yay., İstanbul, 1991.). Kut ve töre kavramlarını da, Türk edebiyatının İslâmî dönemdeki ilk yazılı eseri olan Kutadgu Bilig’teki yansımalarıyla ayrıntılı bir şekilde incelemiştir. Bu çalışma da Kutadgu Bilig üzerine yapılmış en önemli çalışmalardan birisidir.
İslâmiyet sonrası Türk tarihi üzerindeki incelemeleri sonucunda Türklerin İslâmiyeti nasıl anladıklarını ve pratiğe nasıl uyguladıklarını da “Türk Müslümanlığı” kavramıyla ortaya koymuştur. Bu alanda yaptığı çalışmalarda İslâm dünyasının geri kalma ve bilhassa Türklerin onaltıncı yüzyıldan itibaren Batı karşısındaki güç kaybının ve nihayet hezimetinin İslâmiyeti anlama ve uygulamadaki farktan kaynaklandığını, bu farkların neler olduğunu, müesseseleri nasıl etkilediğini ayrıntılı bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Bu konudaki çalışmalarını ve fikirlerini yirminci yüzyıl Türk şiirinin en büyük üstadı kabul edilen Yahyâ Kemal’e uygulamış, onun sadece bir şair değil bir fikir adamı olarak tarihe yaklaşımını ve İslâmiyeti nasıl algıladığını, bunu eserlerinde ne şekilde işlediğini ayrıntılı bir şekilde Yahyâ Kemâl’de Türk Müslümanlığı (Seyran Kitap, İstanbul, 1998) adlı çalışmasında ortaya koymuştur.
Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı müdürlüğünü yaptığı sırada bu Vakfın kurucularından olan edebiyat tarihçisi Nihat Sami Banarlı’nın kitaplaşmamış yazılarını tasnif ve tertip ederek 1984-1986 yılları arasında yedi cilt halinde (Târih ve Tasavvuf Sohbetleri, Nihat Sâmi Banarlı’nın Kaleminden Yahyâ Kemâl, Bir Dağdan Bir Dağa, Kültür Köprüsü, Kitaplar ve Portreler, İstanbul’a Dâir, Devlet ve Devlet Terbiyesi, İman ve Yaşama Üslûbu,) yayınlamıştır. Yine müdürlüğü esnasında Vakfın yayınladığı Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın ve birçok kitabın editörlüğünü yaparken yıl boyunca düzenli olarak yapılan konferansları da tertip etmiştir. Bu konferansların bir kısmını daha sonra kitap haline getirmiştir: Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve İman Zemini (Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı Yay., İstanbul, 1988). Son çalışması olan Toplumsal Aklı Anlamak isimli eserinde ise akıl ve hikmet kavramları üzerinde durmuştur. Burada “hikmeti sürgüne göndermenin” (bu tabir Sait ağabeye aittir) doğurduğu sıkıntıları ele almıştır (Toplumsal Aklı Anlamak, Ataç Yayınları, İstanbul, 2006).
Sait ağabey tam bir mahviyetkârdır. Hemen her söylediğinde ve yaptığında karşınızda yüreği yanık bir insan olduğunu fark edersiniz. Milletinin derdiyle dertlenen, sevinciyle sevinen kimselerdendir. Ben kendi adıma elimden tutan kişilerden biri olarak bilirim Sait ağabeyi, gerek öğrenciliğimde gerekse daha sonra birçok konuda yardımlarını gördüm. Hakkını ödeyemem. Özellikle geçen yıl Mayıs ayında kaybettiğimiz Cem Özdemir’in Sait ağabeye olan bağlılığı ve Sait ağabeyin Cem’in elinden tutup onu âdeta rehabilite etmesini bir başka yazımda anlatmıştım (bakınız: “Bir Garip Ölmüş Diyeler”, Ufuk Ötesi, Mayıs 2007). Birçok kimsenin okulunu bitirmesine, iş güç sahibi olmasına vesile olmuş bir kimsedir Sait ağabey. Üstelik kendisi sıkıntılı anlarında hiç kimseden de bir şey istememiş, beklememiştir de...
Samimidir, inandığını dobra dobra söyler, inanmadığını da üzerine basa basa belirtir. Ancak bütün bunları yaparken lüzumsuz polemiklere girmez ve asla nezaket sınırlarının dışına çıkmaz. Mütevazıdır, kendisiyle konuşurken onun bilgisi ve muhakeme gücü karşısında şaşırırsınız fakat bu durum sizi ezmez, bilakis kendinizi o seviyeye yaklaşmış hissedersiniz. Babacandır, yanında kendinizi rahat hissedersiniz. Ara sıra parladığı zamanları oluyor Sait ağabeyin, o zaman anlamalısınız ki ya şekeri düşmüştür, ya da fırlamıştır. İşte o zaman biraz dinlenmesini sağlayıp, bir şeyler atıştırmasına fırsat verirseniz sohbet kaldığı yerden aynen devam eder. Sait ağabeyle konuştuğum zamanlar kendimi gerçekten rahatlamış, moralimi yükselmiş hissederim. Bu durum kendileri İstanbul’dayken daha sıkça oluyordu, Sakarya’ya taşındıktan sonra biraz aralıklı olmaya başladı. Ara da bir Sait ağabeyi ziyarete giderim veya çeşitli vesilelerle Sakarya’ya gittiğimde muhakkak kendisini ararım. Sağolsunlar Sait ağabey ve Fatma abla beni bırakmazlar ve bir huzur mekânı olan evlerinin bahçesinde çaylarımızı içerken bir yandan sohbet eder, bir yandan da dertleşiriz. Bu arada evin neşesi “Gufran ağabeyle” de oynamayı ihmâl etmeyiz. Bu arada Fatma abla da sohbetimizi yaptığı güzel atıştırmalıklarla zenginleştirirken yine akşam yemeğinde Fatma ablanın maharetli elleriyle yaptığı tadı damağımızda kalan yemekleri yer ve ben kalmam için yapılan bütün ısrarlara rağmen, geç bir saatte İstanbul’a doğru yola çıkarım; içimde hem bir dostu ziyaret etmiş olmanın sevinci, hem de derdine hemdert bulmuş birisinin rahatlığı ve huzuru içinde.


www.ufukotesi.com - 02 / 2008  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.