1994 yılında Hacettepe Tıp Fakültesi hocalarına yeraltı otoparkı yapılırken duvarları ağır zarar gördüğü için 500 yıllık cami restore edilmiştir. Acaba vakıflar zararı, tıp fakültesine tazmin ettirmiş mi? Hiç sanmıyorum, üniversite yıkınca suç sayılmaz. Ama döner sermayeden mahkeme kararıyla tazminat istenirse seyredin gümbürtüyü!
Herhangi bir şekilde Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne intikal eden cami halılarının ve kilimlerinin depolarda beklediğini ve ancak yıldan yıla açılan sergilerde teşhir edildiğini biliyorduk. İstanbul’daki Vakıf Halı Müzesi’nin dışında devamlı bir sergi yoktu. Bir yıldan beri artık Ankara’da bir Vakıf Müzesi var.
Vakıflar Genel Müdürlüğü görevine getirilen sayın Yusuf Beyazıt, vakıf eserlerini hızla tamir ettirdiği gibi müzeler de açtırmaya başladı. Yıllar yılı halı müzesi ümidiyle bekleyen ve depolardaki halıların üstüne titreyen sanat tarihçisi Suzan Bayraktar hanımın da hayalini gerçekleştirmiş oldu. Nereden baksanız en az 25 yıldır Çin ve daha kötüsü naylon Belçika halılarının satıldığı bir ülkede halıcılık son nefesini vermediyse birkaç idealist sanat tarihçisi ve halı meraklısının sayesindedir. Bir aralar desenler o kadar soysuzlaşmıştı ki İtalyan el işi dergilerinin motifleri (Mani Di Fata) bile halı tezgâhlarının üstünde örnek olarak dururdu. Yirmi yıl kadar önce Kültür Bakanlığı tarihi Türk halılarının örneklerini toplayan bir purojeyle işe girişti de bu soysuzlaşma bir nebze önlenebildi. Üretilen halılar Sultanahmet’teki Haseki hamamında satılmıştı. Şimdi ise bazı halı satıcılarının neyi sattıklarını bilmediklerine şahit oluyoruz. Antik Yörük diye bir uydurma çıkmış, nedir diye soruyorsun cevabını alamıyorsun. Yörüğü anladık da antik nesi oluyor? Yund mu? Yağcıbedir mi? Döşeme altı mı? Yoksa Milas mı? Yakında Yörük de kaldırılıp yerine Yunan eklenirse biz bunu da yutarız merak etmeyin. BMW’nin patronu Türk halısı kolleksiyoncusuydu, galiba bir uçak kazasında torunlarıyla ölmüştü, siz onbin yıldır halı dokuyorsunuz, ikibinbeşyüz yıldır halı ihraç ediyorsunuz demişti tarih bakımından biraz iddialı olsa da. Dünyada hayvancılık yapan birçok soy halı, kilim dokumuş ve dokumaktadır, ama nedense bizimki biraz farklıdır, bu da ayrı bir yazının konusudur.
2007 yazında Sabancı Müzesi’nde Tıransilvanya Halıları sergisi açılmıştı. Bu halıları pek duyan olmamıştır, 15. yy.da Fatih Sultan’ın Moldavyalı tüccara ticaret izni vermesiyle ihraç edilen Batı Anadolu halıları. Bugün Romanya sınırları içinde kalan Tıransilvanya veya bizdeki adıyla Erdel’in Sibin (Sibiu) kenti bir halı ticareti merkezi imiş. Buradan satın alınıp kiliselere hediye edilen 15.yy Türk halıları duvarlara asıldığı için korunabilmiş ve günümüze gelebilmiş. Bu halılar müze müdürü Nazan Tapan Ölçer’in özel gayretleriyle İstanbul’da sergilenebilmişti. Acaba kaç Türk bu sergiyi gezdi? Hiç değilse vakıf müzelerindeki halılarımızı bilelim. Bakalım Ankara Vakıf Müzesi’nde neler var? Ankara Vakıf Müzesi’nin 3 büyük salonu halı ve kilimlere ayrılmış. Halı ve kilimler tekerlekli panolar üzerinde sergileniyor, halıların geldiği yerler konusunda iki merkez başı çekiyor, Kastamonu Nasrullah camisi ve Elazığ/Harput Sare Hatun camisi. Halıların kimlikleri de belirtilmiş, 18.yy.dan geriye giden çok nadir örnek var. Bu iki camiye de Türkiye’nin çeşitli yerlerinden halı gelmiş. Bu canlı bir halı ticareti olduğunun da işareti. Kırşehir/Mucur, Manisa/Kula, Gördes, Şak, Çanakkale, Tokat, Muğla/Milas halılarından örnekler ki bazıları artık halıcılık merkezi değil maalesef, Tokat ve Kırşehir gibi. Başka camilerden gelenler de var. Halıların yanında çok çeşitli kilim, zili, cecim, sumak örnekleri sergileniyor. Sivrihisar, Adana, Adıyaman, Çanakkale, Balıkesir, Fethiye, Aydın’dan. Türk soyut resim sanatından örnekler bunlar, renk cümbüşü ve motif zenginliği ise sanki bir kaleydoskop… Merdivenlerden çıkarken sağlı sollu kilim motifleri, elibelinde, koçbaşı, ying/yang, hayat ağacı, kırkboynuz, muska v.s duvarları süslüyor.
Ankara Vakıf Müzesi’nde halı ve kilimden başka eserlerde sergilenmekte.1925’de tekke ve zaviyeler kapatıldığında vakıf depolarına gelebilen malzemeden dervişlere ait başlıklar, devasa tespihler gibi, bugün artık bilinmeyen malzeme camekânlar içine özenle yerleştirilmiş.
Salonlardan biri hat sanatımıza ayrılmış. Girişte hüsnühatla ilgili açıklamalar var, bir kısmını buraya aktaralım diyoruz; Kuranı Kerim Mekke’de indi, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı diyen bir ifadeyi bilirsiniz. Arap yazısı 7. yy civarında sanat halini almaya başlamış, Hz. Ali ilk hat sanatçılarından. Biz Arap alfabesini İranlılardan almışız. Ama pek sanatkâr bilinen İran Talik yazıdan öteye gidememiş, herhalde İslam öncesi Pehlevi yazısı biraz Talik yazıya benzediği için. Ama Türkler Aklamı Sitte denen altı çeşit yazıda da var. Bir de fermanların yazıldığı Divani yazıyı bulmuşlar. Hat sanatında Amasya ekolü ünlü, Ortaçağ’da Yakut, 2. Bayezid’in ustası Şeyh Hamdullah Amasyalı. 16.yy.da Karahisari, 19.yy.da Kazasker Mustafa ve niceleri. 20.yy.da İ. Hakkı Altunbezer, Hamit Aytaç Emin Barın, yakınlarda ölen Prof. Ali Alpaslan ünlü hat sanatkârlarımız. Hattat padişahlarımız var, 3. Ahmet, 2. Mahmut. Bu Sultan 2. Mahmut’u da bir türlü anlayamadık. Delibaşı’lığı ilga edip Rumeli halkını korumasız bıraktı, Yeniçeri Ocağı’nı kapattı, iyi mi, kötü mü etti? Yorum yapacak halimiz yok da Hassa Mimarlar Ocağı’nı kapatması bugünkü çirkinliklerin bence başlangıcı. Ocak söndüren padişah demeye dilim varmıyor ( kendisi aynı zamanda okçu padişah olarak da tarihimize geçmiş). 1826’da gayrimüslimlere nakış izni vermesi de cabası (Prof. Ayşe Üstün’ün tebliğinden, Alevi/Bektaşi Bilgi Şöleni). Nakış tasarım anlamında kullanılmışsa da daha çok akla kalem işi süslemeleri getirir. Fırçayla yapılan duvar süslemeleri böylece gayrimüslim eline geçmiş. ODTÜ’den mimarlık tarihçisi bir hocanın “ince ve güzel olan ne varsa Hıristiyanlara yakıştırıyoruz” diye yakındığını hatırlıyorum. Bursa’da depremde yıkılan Sultan Osman ve Orhan türbelerinin sonradan yapılan kalitesiz ve sanatımızı hiç de yansıtmayan kalem işi süslemelerinin sebebi hikmeti anlaşılmış oluyor. Zaten Balyan kalfaların da Müslüman nakkaş çalıştıracak halleri yoktu herhalde ( Halk 2. Mahmut’a gavur padişah mı demiş, halkın sesi Hakk’ın sesi mi imiş?).
Hat eserleri salonunu anlatacakken yine tarihe daldık! Evet bu salonda paha biçilmeyecek bir şeyler var, Safranbolu İzzet Mehmet Paşa Kütüphanesi’nden gelen Kuranı Kerim’ler, icazetnameler, padişah minyatürleriyle süslü bir Silsilename. Hiç bu kadar güzel minyatürler görmemiştim, portre gibi neredeyse, Hz. Mevlana’ya ait Talik yazılı bir vakıf defteri ve padişahlara ait birçok vakıfname. Müzenin adına yakışır bir hazine anlayacağınız. Vakıfnamelerde beddua ve hayırdualar olduğunu artık herkes biliyor. Tamir eden onsun, tahrib edene lanet olsun mealinde. Çocukluğumuzda bir başvekil İzmir, İstanbul, Ankara, hatta Diyarbakır’da pek çok Osmanlı emanetini yol açma bahanesiyle yok etmişti. Ne yazık ki sonu acıklı oldu. Gelin de dualara inanmayın şimdi. Erken Cumhuriyet döneminde pek çok vakıf eserin ve kabristanın da satılarak yok edildiğini daha önce yazmıştık. 1926’da başlayan bu kıyım 3.4.1930/1530 sayılı yasayla resmileşmiş. Kim bilir düşmanlar ne sevinmiştir? Amerikan Bizans Enstitüsü falan. Bu kıyım sonra da sürdü, Devri Süleyman’da da. Olmuşla ölmüşe çare yokmuş, biz, ders alalım ve bir daha yapmayalım diye yazıyoruz. Bunlar Dr. Nazif Öztürk’ün “Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesi” adlı doktora tezinde anlatılmıştır. Kitabı Diyanet Yayınevi’nde bulunur. Ancak bu kitabı okuyacaklara önce bir yatıştırıcı içmelerini salık veririz. Satılan vakıf mezarlıklar, yani arşivimiz kimi belediyeler tarafından mahrukat deposu, bazı camilerse Ziraat Bankası ve TMO tarafından hububat deposu niyetine kullanılmış. Ödemiş/Birgi’de Birgivi Medresesi’nin yakın zamanlara kadar depo olarak kullanıldığına bizzat tanığım. Vakıf malı millet malı demek. Bugün devletin malları satılıyor diye üzülüyoruz değil mi? Üzülmeyin eskiden de böyle imiş. Hakimiyeti Milliye gazetesi yazarı Siirt Mebusu Mahmut Bey Kızılbey Vakıf mezarlığından metre karesi yirmibeş kuruştan yirmibeş dönüm arazi almış. Vakıf Bedduası kimin umurunda?
Ankara Vakıf Müze’sinde Türk yapımı ayaklı saatlerle birlikte Türk maden sanatına ait örneklerden şamdanlar ve alemler de sergileniyor. Alem tuğların, sancakların, camilerin, minarelerin üstündeki madeni süslemeler, çok sanatlı olanlarını görmüştük, tekke ve yeniçeri sancağı alemleri arasında Bektaşi tacı ve el şeklinde olanlar yaygınmış. Salonlardan birinde camekânlarda ahşap oyma eserler var, bazıları Divriği Ulu camiinden getirilmiş. İyi ki de öyle yapılmış. Hayvan üsluplu, Rumi motifli şaheserler. Ama tarife şaheser kelimesi bile yetmiyor, hani göçebenin kültürü olmazmış ya! Bunu söyleyenler göçebeliğin başlı başına bir kültür olduğundan bihaber olanlardır. Ankara’ya yolu düşenler Opera’nın karşısındaki bu müzeyi mutlaka görmeli. Müzenin işinin heyecanını duyan müdürü sanat tarihçisi Nilgün Çevrimli’yi ve ziyaretçilerle gezen öğrenmeye meraklı genç güvenlikçilerini tanımalı.
Evet, Vakıflar Genel Müdürlüğü sayın Yusuf Beyazıt’ın işbaşına gelmesiyle şaha kalktı desek yeridir. Sayın genel müdür yaptırdığı restorasyonlarla vakıf duası alıyor. Vakıfların iki yıllık restorasyon kursu açtığını duyuralım ve vakıf dergisinin düzenli yayınlandığını da. Mimar Kemalettin Bey’in anıt mezarının yapılışında Mimarlar Odası’yla işbirliği yaptığını da ekleyelim. Ankara’dan başka Tokat, Kastamonu, Konya, Bursa, Edirne, Gaziantep’te de vakıf müzeleri açıldığını, bir kısmının eski Mevlevihaneler olduğunu unutmadan belirtelim. Çok sevinçliyiz, çoook!
|