Ölçü

 

Cem Sökmen  

SÜRGÜN VE ÖLÜM


“Bilemezsiniz, ben de bilemem, anan da bilmez. Hiç sönmeden yanıyor, hiç sönmeyecek. Yüzlerce yıldan beri, binlerce yıldan beri hiç sönmedi! Nereye gitsek, kül içinde ocağımızdan aldığımız odu taşırız. Onunla tutuştururuz bütün ocakları. Odu ocağı söndürmemek bizde kutsal bir gelenektir...."

23 Ocak Çarşamba gecesi Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda “Sürgün ve Ölüm” adlı belgeselin galasına katıldık. Yönetmenliğini Ahmet Okur’un yaptığı, senaryosunu Cemil Yavuz’un yazdığı, müzikleri Ali Otyam’a ait olan belgesel 9 bölümden oluşuyor. 130 kişilik bir ekiple, 3 yılda çekilen “Sürgün ve Ölüm” büyük ölçüde Osmanlı tarihinin son 150 yıllık dönemini işlese de Osmanlı ve Türk-İslam coğrafyasında 20. yüzyıl boyunca yaşanan
sürgünler ve katliamlar belgeselde yerini bulmuş. Bu belgeselin Türk milletinin tarihi boyunca yaşadığı coğrafyalarda ürettiği kültür birikiminin işlenmesi için bir örnek ve yol gösterici olarak anlaşılmasını ve layık olduğu ilgiyi görmesini temenni ediyoruz.
Bu zulüm tarihi güçlülerin yanında olmayı tercih eden bir aydın tabakasına sahip olduğumuz için yazılamadı. Kırım’da, Doğu Türkistan’da, Balkanlar’da bu millete yaşatılan acılar merak edilmedi. Tarihçiler, 1774’te yapılan Küçük Kaynarca Anlaşmasının devletimizin süper güç olma özelliğini kaybettirdiğini söylerler. Gerçekten de bu anlaşma sonrasındaki süreçte 1780’lerden itibaren Kırım coğrafyasından göçler yaşanmaya başlamıştır. 1821’de şimdiki Yunanistan bölgesi karışmış bu bölgede yaşayan Türklere büyük zulümler yaşatılmıştır. 1828-1856-1877/78 Osmanlı-Rus savaşları hem Balkanlarda hem de Kafkaslarda acıların birkaç nesli birlikte kuşatmasına sebep olmuştur. Anadolu toprakları bütün Osmanlı ve Türk-İslam coğrafyasının merkezi olarak görüldüğü için göçler Anadolu coğrafyasına yöneldi. Dilaver Cebeci ölümü, zulmü ve kalanların istikametini şöyle anlatır: “Bayram sabahlarında babalarının elini öpmeden kesilen çocukların kanında, camilerde yakılan babaların, anaların küllerinde, direklerde sallanan cesetlerin soğukluğunda sana gelirim. Adını tırnağımdan saçına dek yazdım. Sevgin beynime kök saldı. Gahi parça parça, gahi bütün, gerek hasta, gerek sağlam, gerek diri, gerek ölü ben sana gelirim…”

“ŞAHESERDİR, ONUN İÇİN DE OKUNMAZ!”
Kendisi de kaybettiğimiz Üsküp’te doğan; makaleleri, şiirleri ve sohbetlerinde kaybedilmiş toprakların hasretini dile getiren Yahya Kemal, “Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım” isimli eserinde bu vahşete olan alakasızlığa şu cümlelerle dikkat çekiyor: “Senelerden bir gün Fatih’ten geçerken bir mahalle bakkalının camında bir kitap gözüme ilişti: “Tarihçe-i Vaka-i Zağra, müellifi Raci Efendi, Kapta bir kıta vardı ki hatırımda kalan ilk mısraı bu idi: ‘Aziz-i vakt idik a’da zelil kıldı bizi!’ Kitabı satın aldım. Bu kıraatin teessürü iliklerime kadar geçti, Zağra müftüsü Raci Efendi doksan üçde, General Gorko’nun Eski Zağra’ya nasıl girdiğini, Müslümanların çoluk çocuk, kadın, ihtiyar nasıl kesildiklerini, sonra Süleyman Paşa ordusunun melekü’s-sıyane gibi yetişip Eski-Zağra’yı nasıl kurtardığını, Müslümanların cehennemi bir matemden birdenbire delice bir sevince nasıl geçtiklerini, mağlubiyetten sonra da ikinci ve son felaketi, İstanbul’a doğru o acıklı hicreti bütün sahneleriyle naklediyordu. Lakin nasıl temiz, yavaş ve duygulu bir naklediş. Tarihçe-i Vaka-i Zağra’yı Falih Rıfkı gibi Türk nasirlerine gösterdim. Onlar benden ziyade hayran oldular. Bu kitap Türklerin vatan edebiyatında en samimi, yüksek bir şaheserdir. Onun için de okunmaz!”

“OCAKLAR SÖNERSE AİLE SÖNER, SOY SOP SÖNER.”
Göç eden milyonların isteği hür yaşamaktı. Aileyi töresiyle ve değerleriyle yaşatmaktı. Özün ve devamlılığın korunması için gösterilen hassasiyet “Ocağımız Sönmesin”de bir babanın kızıyla dertleşmesinde kendini gösterir: “Bilemezsiniz, ben de bilemem, anan da bilmez. Hiç sönmeden yanıyor, hiç sönmeyecek. Yüzlerce yıldan beri, binlerce yıldan beri hiç sönmedi! Nereye gitsek, kül içinde ocağımızdan aldığımız odu taşırız. Onunla tutuştururuz bütün ocakları. Odu ocağı söndürmemek bizde kutsal bir gelenektir. Şu ocağın odunu Akmescit’teki evimizden getirdik. Dedelerimize dedelerinden, onlara da daha önceki dedelerinden kalmış. Bizim orada her aile böyle saklar ateşini. Odsuz ocaksız kalmak tükenmektir… İnsanlar bir yerden başka yere göç ederler, ama ocak söndürmek için değil, söndürmemek için. Od taşımanın anlamı budur işte. Amacımız odur ki ocaklar yanar olsun, bacalar tüter olsun. Ocaklar sönerse aile söner, soy sop söner.” O topraklar bizimdi. Fakat terk etmek zorunda kaldık. Anadolu’nun etrafındaki büyük bir çemberi oluşturan milyonlar için ya ölümü ya da göçü tercih etmek mecburiyeti doğdu. 150 yıllık geri çekilişimizde 5 milyon Müslüman-Türk öldürüldü. Olmayan Ermeni Soykırımı etrafında oluşturulan kamuoyu bu 150 yıllık süreçte yaşananların bir parçasıyla dahi ilgilenmedi. Dedelerinin yaşadığı acıları merak etmeyen bir toplum olmamız için ne gerekiyorsa yapıldı. Aydında vicdanın yokluğuna şahit olduğumuz bu zamanlarda “göçün”, “sürgünün” ve “ ölümün” izini süren, “Sürgün ve Ölüm” belgeseli ekibini tebrik ediyor, yeni çalışmalar için başarılar diliyoruz…


www.ufukotesi.com - 02 / 2008  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.