31 Aralık 2007 günü İran’ın Tebriz şehrinde, Şehriyar’ın doğumunun 100. yıl dönümü münasebetiyle yapılan beynelmilel kongreye, Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi Arap-Fars dilleri bölümünden purofesör Sadeddin Kocatürk’le birlikte katıldık. Sadeddin Hocayla Atatürk hava limanında karşılaştık (Azerbaycanlılar hava limanına veya hava alanına uçak alanı diyorlar ki bizce daha doğrudur). Sadeddin Hoca espirili, kolay diyalog kuran, çok iyi Farsça konuşan bir kişidir. Kendisiyle İran’da pek hoş günler geçirdik.
Tebriz’e her gün uçak seferi olmadığı için 27 Aralık 2007’de İran hava yollarına ait bir uçakla saat 19.05’te İstanbul’dan havalandık. Tam iki saat sonra 21.05’te Tebriz’e indik. Tebriz’in modern bir hava alan (furudgâh)’ı var. Tebriz’e THY de uçuyor. İran saati bizimkinden 1.5 saat ileridir.
Burada bizi Ağa-yi Kâmran Paşayi, Ağa-yi Cumeyri, Ağa-yi Cavadzadegân, Ağa-yi Ali Rıza Mutemednia isimli üniversite öğretim üyeleri karşıladı. Doğruca Şehriyar oteline gittik. Otelin otomatik kapısının üstünde Türkçe “açılan kapı” yazıyordu. Bu kapıların açıldığını her gördüğümde aklıma masallardaki “açıl susam açıl” parolası gelir.
203 nolu odamıza çıkınca Türk televizyonlarını açtık ve Benazir Butto’nun öldürüldüğünü üzüntüyle öğrendik.
Şehriyar oteli 6 ay önce açılmış, Tebriz’in en büyük binalarından biridir. İçinde saunası (İran’da sona deniyor), jakuzisi, havuzu vardır (Sonraki günlerde Sadeddin Hocayla burada vaktimizi iyi değerlendirdik).
Tebriz
28-30 Aralık günlerinde bize tahsis edilen otomobille Tebriz’in Örtülübazar (bizdeki Kapalıçarşı’nın karşılığı), Gök-mescid, müze, MÖ 1500’lerden kalma bir yeraltı mezarlığı, El gölü (Şah gölü), Erk kalesi, Meşrutiyet evleri, Şehriyar’ın mezarı (Mekberetüş Şuara), Şehriyar’ın müze-evini ziyaret ettik. Şehriyar’ın mezarında doğumunun 1285, ölümünün 1367 olduğu yazılı. Lakin doğumu 1286 kabul edilmiş olmalı ki 100. doğum yıl dönümü 1386’da kutlandı). Müzede Şehriyar’ın özel eşyaları ve hakkında çıkan eserlerin bir kısmı var. Ben de bir kitabıma rasladım.
Gök-mescid, “mavi cami” anlamındadır. Adını mavi çinilerinden almıştır. Mescid, İran’da cami demektir. Farsçası da aynı manaya gelen Mescid-i Kebud’dur. 1465’te en meşhur Karakoyunlu hükümdarı Muzaffereddin Cihanşah (1405-1467) tarafından yaptırılmıştır. Cihanşah, Mardin doğumlu olup Hakiki mahlasıyla Türkçe şiirler yazmış, şiirleri Bakü’de basılmıştır. Cihanşah’ın mezarı buradadır (Acaba Mardin’de adını taşıyan bir yer veya kurum var mıdır? Bilemiyoruz).
Tebriz’e ilkin 1988 yılında gitmiş, 13 Mart 1988 günü merhum Şehriyar’ı hastanede ziyaret etmiştik.
Tebriz 20 sene öncesine göre hayli büyümüş ve gelişmiş. Nüfusunun 2.5 milyon olduğunu söylediler. Büyük binalar, gökdelenler, iş merkezleri yapılmış. Her binada çanak anten var. Her Tebrizli Türk televizyonlarını seyrediyor ve Farsça Türkî-yi İstanbulî (İstanbul Türkçesi) denilen Türkiye Türkçesini konuşuyor.
29 Aralık 2007 cumartesi (hicri-şemsi takvime göre 8 Dey 1386) günü Kadr-i Humm bayramı ve resmi tatildi. Şiiler bu gün Hazreti Muhammed’in Kadr-i Humm mevkisinde Hazreti Ali’yi halife tayin ettiğine inanır ve bu yüzden o günü bayram olarak kutlarlar.
Bayram günü bizi Daş Derbend küçesinin (sokağının) yanındaki mescide (camiye) götürdüler. Herkes yerde bağdaş kurup Hazreti Ali için söylenen Türkçe ve Farsça mersiyeyi dinleyip neredeyse ağlamaklı olmuştu. Mersiye-han “Canem Ali, canem Ali; ey can, ey can, canem Ali” nakaratlarını yanık ve etkileyici bir ifadeyle tekrar ediyordu (Türkçesi “Canım Ali, canım Ali; ey can, ey can; canım Ali” demektir). Biz de etkilendik. Muz ve kurabiye sundular. Yarım saat oturduktan sonra kalktık. Görüştüğümüz şahısların bayramını “bayramınız mübarek” diyerek kutladık.
Kâmran Paşayi, Firuz Cemali bizi evlerine davet ettiler. Cemali coğrafya purofesörü. 1944’te Şehriyar’ın Tebriz üniversitesinde kendilerine ders verdiğini söylüyor (Bu bilgi Şehriyar’ın biyografisinde yer almaz). Kızı üniversite öğretim üyesi, oğlu müzisyen. Oğlu, Abdülkadir Meragi’ye ait şarkıların notalarını İran’da yayımlamak istiyor. Meragi’nin 9 şarkısının notasını bulamadığı için bu şarkıların notalarını bulmamı rica etti. Bulmaya çalışacağımı vadettim.
İran’da insanlar birbirlerine ağa kelimesiyle hitap ediyorlar. Bu kelime Türkçenin bildiğimiz ağa kelimesidir. Bazıları Moğulca sanırsa da öyle değildir. Bunu yaptığımız, fakat henüz yayımlamadığımız bir deneyle (evet deneyle) isbat ettik. Türkçedeki Hasan ağa hitabı, Farsça kurala göre ağa-yi Hasan oluyor. Sayın karşılığında kullanılıyor. Farsçada pek çok Türkçe kelime var. İnsana kolay geliyor. Herhalde üniversitede iki yıl Farsça gördüğümüzden ve edebiyatta Farsça kelimelere aşina olduğumuzdan böyle hissediyoruz. Tebriz’in zaten yüzde yüzü Türkçe konuşuyor.
İran’da evler çok geniş. Gittiğimiz evlerin birinin salonu en az 100 metre kare, ikincisinin en az 150 metre kare, Tahran’da ziyaret ettiğimiz üçüncüsünün en az 250, balkonu ise 60 metrekareydi. Üçüncüsü gümüş işi yapan zengin bir İranlının eviydi. Zenginlerin oturduğu Kayferiye semtinde (bu adı Kayseri şehrinden aklımızda tuttuk) bulunan bu evde sauna, jakuzi bile vardı. Verilen bilgiye göre Tebriz’de eskiden 2 (iki) bin metrekarelik evler de bulunurmuş. Bu evler enderun, “ev sahibi ve ailesinin oturduğu yer” ve birun “misafirlere hasredilmiş yer” olmak üzere ikiye ayrılırmış.
Enderun iç manasına gelir, Osmanlı’nın Enderunu ile aynıdır. Birun dış demektir. Ünlü bilgin el Birunî (973-1051) birunda, yani şehir dışında doğduğu için böyle adlandırılmıştır. Kongre başkanı Ağa-yi Ali Asgar Şi’rdost, bize dedesinin 300-400 kişiyi yedirip yatırdığını söyledi. Şehriyar’ın babası da böyle biriydi.
İran yemekleriyle damak tadımız uyuşuyor. En meşhur yemekleri çilov kebaptır. Bu Adana kebabı ve yağsız pirinçle yapılan bir yemektir. Fakat bize göre en az üç porsiyonluk kebap ve en az iki tabaklık yağsız pirinç içeriyor. Pirince kere (tere) yağı gömülüp yeniyor. Tabii ki çoğu yenmiyor, atılıyor. Bunun İslam’a göre israf olduğunu, Afrika’da insanların açlıktan öldüğünü söyledik ve Türkiye gibi porsiyon usulüne geçilmesini tavsiye ettik.
Göbelek (mantar) çorbasını da pek güzel yapıyorlar. Tebriz’in kızıl alabalığı balı ve kaymağı da meşhur olduğu gibi, kırmızı ve iri bir elma çeşidinin adı da kızıl almadır (Aynen böyle. İstanbul’daki manavlara sorduk, sıtargine deniyormuş).
İran’da somun yok. Lavaş veya sengek (fırında çakıl taşları üzerinde pişirilmiş lavaşa benzer ekmek) veriliyor. Somun olmadığını görünce en çok ekmek yiyen millet olduğumuzu bir kere daha hatırladık.
Kongre
Beynelmilel Şehriyar kongresi daimi bir kongredir. Amacı Şehriyar’la ilgili sorunsalları halletmek ve Şehriyar’ı İran dışında tanıtmaktır. İran içinde zaten tanınıyor. Kongre başkanı Ağa-yi Ali Asgar Şi’rdost’tur.
Kongre idaresi Şehriyar’ın bütün Farsça şiirlerini ve Şehriyar hakkında yazılan makaleleri toplayıp neşretmiştir. Ayrıca hazırlanan 23 bölümlük bir Şehriyar belgesel-filmi de çekilmiş, şu anda İran televizyonunda gösterimdedir. Dönünce TRT’ye yazdığımız bir dilekçede bu belgesel-filmin Türkiye’de de gösterilmesini teklif ettik (24 Ocak günü TRT’den bir hanım arayarak konuyla ilgilendiklerini belirtti).
Bu arada Şehriyar’ın Türkçe şiirlerini içeren Şehriyar ve Bütün Türkçe Şiirleri kitabımızın dördüncü baskısının bu yıl yayınlanacağını haber verelim.
Kongreye Türkiye, Ürdün, İngiltere, Azerbaycan ve Tacikistan’dan bilim adamları davet edilmişti. Azerbaycan’dan kimse gelmedi veya gelemedi. Tacikistanlılardan birisi hanım şair Mehrnisa Bababekova idi. Türkçe bilmiyordu. Ancak yarım yamalak Farsçamızla sohbet ettik. Türkçenin “şirin-zeban (şirin bir dil)” olduğunu söyledi.
Kongre azad (özel) İslam üniversitesinin salonlarında yapıldı. Üniversite Ankara’nın Bilkent’i gibi şehirden 20-30 km. uzaklıkta idi. Oturum Kur’an-ı Kerim ve İran milli marşıyla açıldı.
Salonlar hayli büyüktü. Salonun bir tarafı kadınlara ayrılmıştı ve dinleyicilerin yarısı kadındı (Belediye otobüslerinde de kadınlar arka kısımda oturuyor. Ama otobüsler kalabalık değil; kalabalık olsa ayrımı uygulamak imkânsız olacak. Bununla beraber salonda erkekler arasında oturan kadınlar da vardı).
Oturumlar uzun sürmesine rağmen dinleyiciler sabırla izledi. Öğleden sonraki oturum aralıksız tam 3.5 saat sürdü. Bu oturum petro-kimya fakültesinde yapıldı. Konuşmaların hemen tamamı Farsçaydı. Bazı gençler niçin Türkçe konuşulmadığından şikâyet ettiler. Kongreye İran cumhurbaşkanı yardımcısı da katıldı ve konuştu.
Kongrede Şehriyar’ın bacısının kızı, emekli öğretmen Feride Turabi de konuştu ve espirili konuşmasıyla dinleyenleri güldürdü. Feride Turabi Hanım, Şehriyar’ın kendisine şöyle dediğini aktardı: “Seni han neneme çok benzediğin için seviyorum.” Şehriyar han nenesini (baba annesini) çok severdi ve baba annesi hakkında yazdığı Han Nene şiiri, en güzel şiirlerinden biridir.
Biz Şehriyar’ın doğru, efsane ve menkıbelerden arındırılmış gerçek bir biyografisinin yazılmasının çok mühim olduğunu, zira bir insanın eserlerinin hayatından müstakil olarak tam manasıyla anlaşılamayacağını bilhassa vurguladık (Şehriyar hakkında doğru bilinen tek tarih, ölüm tarihidir.18 Eylül 1988’de rahmetli olmuştur. Başka hiç bir tarih doğru değildir). Sonra İran televizyonuna beyanat verdik.
İran’da ilk okula ibtidai, orta öğretime mütevessite (yeni Farsçada debiristan) ve rah-ı nümaye (rehberlik), üniversiteye danişgâh, fakülteye danişkede deniyor.
İran’da kadın
Zannettiğimizin aksine İran’da kadının eve kapatılmadığını, dışarıda, her yerde olduğunu gördük. Kadın devlet dairesinde, otelde, dükkânda, çarşıda, pazarda, sokakta her yerde vardı. Genellikle başın ön kısmı açık kalmak üzere iğreti bir baş örtüsü takıyorlar. Saçların dörtte biri görünüyor. Üzerlerine çarşafa benzer bir örtü alıyorlar. Baş örtüsü ve çarşaf insanda lüzumsuz izlenimi bırakıyor. “Saçlar görünüyorsa, baş örtüsüne ve çarşafa ne lüzum var?” diye düşünmek mümkün ama rejim bunları kaldırsa, tabii ki kadın daha fazlasını isteyecek. Kısaca denilebilir ki, rejim kadınlarla baş edememiş. Kadınlar rejimin yasaklarını delmiş. Zira hanımlarla uğraşmak kolay değil.
Tahminimize göre Tebriz’deki kadınların yüzde 80’inin başı açıktı, yüzde 10’unun türbanlı idi. Yüzde 10’u da çarşaf giyiyordu. Ancak çarşaflıların yüzü kapalı değil. Tebriz ve Tahran’da bulunduğumuz bir hafta içerisinde tek bir kadının dahi yüzünü örtülü görmedik. Tahran’da ise başı açık olanların sayısı daha az. Bu da herhalde oranın başkent oluşundan ileri geliyor. Başkentlerde devlet otoritesi her zaman daha ziyade hissedilir.
Ancak kadınlar evlerde çok serbest. Başları tamamen veya yarı açık. Erkeklerle tokalaşıyor, görüşüyor, konuşuyorlar. Hatta bazı genç kızların belleri ve göbekleri de açık.
Tahmin edilebileceği gibi hiç bir kadın etek giymiyor. Hepsi kot pantolon giyiyor.
Tahran
1 Ocak 2008 salı günü, saat 5.30’da kalktık. İran saatiyle 9.05’te uçağa bindik. Beyaz bulutların ve beyaz dağların üzerinden uçarak tam bir saat sonra Tahran’ın Mehrabad hava alanına indik ve Hotel-i Bozorg-i Tahran (Büyük Tahran) oteline yerleştik.
Tahran’da üç hava alanı var. Tavşantepe (Türkçe isimli bu hava alanı şimdilerde sivil uçuşlar için kullanılmıyor), Mehrabad ve en son yapılan İmam Humeyni.
Tahran bizde düzenli bir şehir intibağı bıraktı. Tırafiği İstanbul kadar sıkışık değil. Caddeleri İstanbul’a göre biraz daha genişçe. Çok eski bir şehir olmadığı için fazla tarihî eser yok. Buranın da bir Örtülübazar (Kapalıçarşı)’ı var ve içinde her şey bulunuyor. El sanatları revaçta. Bu tür gereçlerde eski Pars tarihinden alınan figürlerin sıkça işlendiği görülüyor.
İran’da camiler genellikle minaresiz yahut da kısa minarelidir. Bizde büyük binaların arasında ihtişamları gölgelenmiş, fakat yine de güzel görünen minareler İran’da yok. Ancak camilerin dış görünüşleri pek güzel ve çinilerle (İran’da Kaşan şehrinin adından dolayı kaşı deniyor) süslenmiş ve tabii hoş görünüyor.
Tahran’da iki gün kaldık. Tahran soğuktu ve kar yağıyordu. Her yer beyaza, saflığa, temizliğe bürünmüştü. Otelimiz yüksek olduğu için şehre tepeden bakabiliyorduk ve manzara güzeldi. Lakin dönme vaktimiz de gelmişti. 2 Ocak 2008 çarşamba günü her yeri beyaza bürünmüş Tahran’ı, kar çiçeği açmış ağaçları ardımızda bıraktık ve İmam Humeyni hava alanından İran hava yollarının Ankara uçağına bindik. Bu hava alanı Tahran’a 60 km. uzaklıkta ve Humeyni’nin mezarı da bu hava alanının yakınındadır. Türkiye saati ile 17’de bindiğimiz uçak, bizi tam iki buçuk saatte, 19.30’da Ankara’ya ulaştırdı. Böylece 27 Aralık 2007 - 2 Ocak 2008 günleri arasındaki İran seyahatimiz sona ermiş oldu.
Batılılık ne demektir veya nasıl batılı olunur?
İki yüz yıldan beri batılılaşmak, başka deyişle modernleşmek için gayret sarf ettiğimiz malumdur. Bu hususta yeteri kadar yol alamadığımız da ortadadır.
Bir çok defa batılılığın müsbet yönüyle zamanı değerlendirme, çalışkanlık, iş ciddiyeti (meslek ahlakı), araştırıcılık demek olduğunu; menfi yönüyle Makyavelcilik, sosyal Darvincilik, oportünizm ve çifte sıtandart demek olduğunu yazdık. Ama gelin görün ki devlet ve millet, batılılığın müsbet yönlerinden hâlâ bihaber ve eski alışkanlıklarını sürdürmekte hâlâ berdevamdır.
23 Ocak 2008 günü Zeytinburnu belediyesinin daveti üzerine, Yesevi Vakfı Başkanı Erdoğan Aslıyüce ile birlikte Doğu Türkistan’dan yapılan göçlerin anlatıldığı Sürgün ve Ölüm belgeselinin galasına gittik. Gala Lütfi Kırdar kongre sarayında idi. Davetiyede açılışın 19’da yapılacağı yazılıydı. Biz 18.30’da oradaydık. 19’a doğru yerlerimize oturduk. Fakat bekle bekle açılış yok. Hiç bir bilgi de verilmiyor. O esnada kültür bakanı sayın Ertuğrul Günay teşrif etti. Nihayet başlama saatinden tam 63 dakika sonra bir vatandaş mikrofon başına geçti. Sonra da sıkıcı, beylik laflarla dolu, uzun purotokol konuşmaları başladı. Şimdi bekle ki bunlar da bitsin. Artık dayanamadık. Salonu terk edip eve geldik ve bu yazıyı yazdık.
O akşam orada bulunan bin kişinin 63’er dakikalık zamanı toplantıyı düzenleyenlerce çalındı. Basit bir hesaplamayla bunu anlayabiliriz: 1.000 x 63 = 63.000 dakika : 60 = 1.050 saat : 24 = 43.75 gün. Neticede insanların mesai saatleri içinde toplam 43.75 (44) günlük bir iş kaybı yaşandı.
Bir kaç yıl evvel Ankara’da Atatürk’ün kurduğu bir kurumda puroğram tam 57 dakika geç başlamıştı. Bir şey desek olmuyor, demesek olmuyor. Geçenlerde İstanbul üniversitesinde yapılan bir oturumda puroğramda belirtilen saatten tam 1 saat 15 dakika sonra konuşmaya başlayabildik. Aslında oturumu terk edecektik ama oturum başkanı saydığımız bir hoca olduğu için sabrettik. Artık bundan sonra kim olursa olsun, tepki göstereceğiz.
Bazen AB’nin Türkiye’yi almak istememesine hak veriyor insan. En az bir saatlik gecikmelerle mi AB’ye gireceğiz? AB’ye girersek biz mi onlar gibi olacağız, yoksa onlar mı bizim gibi olacak? Korkarız ki onları da kendimize benzetiriz.
Eğer devlet yetkilileri gecikecekse, bir telefon edip puroğramı başlatsınlar. Puroğram onlarsız da olur. Purotokolda da herkesin konuşması şart değil. Ayrıca devlet adamları purotokol konuşmalarıyla değil pilan, puroğram, puroje yapmak ve uygulamakla meşgul olmalıdır. Bu sahada da artık batılı olmamız gerek. Yapılan işler zaten fark edilir.
|