Kültür-Sanat

 

Coşkun Çokyiğit  

Ulak: Çağan Irmaktan Büyüklere Masallar


Babam ve Oğlum ile beklenmedik bir çizgi yakalayıp seyirciyi meftun eden Çağan Irmak, bu defa neredeyse aynı kadroyla Ulak’ı peliküle geçirdi. Irmak, Babam ve Oğlum’daki minik kahramanı Deniz’e gördürdüğü rüyalarda ipuçlarını verdiği fantastik hikâyeyi böylece biz sinemaseverlere sunmuş oldu.

Ulak filmini çok cüretkâr bulanlardanım. Türkiye’de bu güne kadar ciddi manada denenmemiş bir tür olan “fantastik” sinemayı deniyor olması, Çağan’ın cesaretinin bir göstergesi. Yönetmen, zaman zaman “Küstahlaşıyor mu?” sualini sorduracak kadar ileri gittiği Ulak’ta, bir takım istiarelerle (metafor: eğretimle: mecaz) “İşte içinde bulunduğunuz mağara bu! Kötüler, bu cehennemî ve karanlık yerde sizi yalanlarla avutuyorlar ama gerçekte olanlar şöyledir” diyor.
Filmin bu “Çocuğum sana söylüyorum babası, annesi siz de anlayın!” havası, ne anlatıldığını ve kime anlatıldığını karmaşıklaştırıyor olsa da, son tahlilde filmin mesajı net! Diğer bütün ayrıntılar, metinsel ve sinematografik detaylar işin sanat kısmı!
Babam ve Oğlum’un aksine, Ulak’taki tipler içselleştirilemiyor. Filmin zamandan ve mekândan soyut ‘gerçekliği’ üçüncü şahıslarda günümüze ilişkin göndermelere karşı direnç oluşturuyor.
Ulak’taki tipler, isimleri, davranışları, aile içi meseleleri, cemaatteki problemlere yaklaşım biçimleri tıpkı günümüz! Yani masalsı değil. Belki de bu sebepten, İbrahim, Yahya, Zekeriya, Mehmet, Davut ve diğer tipler bizim kolumuzdan tutup, hikâyenin içine sokamıyor. Özünde de, didaktik bir katılık taşıyor Ulak…
Çağan Irmak belki de, bu “kara masal” yahut bu “kara fantezi”sinde mesaj verdiğini saklamaya ihtiyaç duymamış.
Tam burada doğrusunu söylemek gerekirse filmin sinematografik ifadesi, metinsel ifadesinden daha güçlü ve dolaysız (Ulak’ın metninin karmaşık veya kafa karıştırıcı olduğunu söylemiş miydim?). Ulak’ı kendi kelimeleri ile çözümlemeye kalkmak onun kimi tutarsızlıklarını ve karmaşıklığını ortaya koyacak. Oysa bir seyirci olarak eğer ne anlatıldığından çok kendinizi görselliğe bırakırsanız –biraz dumanlı, bir hayli uçuk da olsa- farklı bir dünya algılayabilirsiniz.
Bugüne kadar Türk sinemasında var olmamış bir dünya!
Ah evet, yer kalmadı ama yine de söyleyeyim: Çetin Tekindor olmasa Ulak çekilmez bir film olup çıkardı! Usta oyuncuyu yeniden ve kalben kutluyorum.

4 Yıldızlı Bir Film İçin 5 Yıldızlı Sorular
Vietnam savaşının sonlarına doğru, “Ben sizin için askerlik yapmayacağım” diye haykıran Muhammed Ali’nin, Fransız İhtilâlinden bile önce, 4 Temmuz 1776’da ‘Bütün insanlar eşit ve hür doğar’ ilkesini getiren Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ne rağmen “Benim bir hayalim var!” sözleriyle özgürlük ve eşitlik arayan Martin Luther King’in, yanındaki Emir subayına “Başka bir çare yok mu?” diye sorduğunda, “Var efendim, siz Başkomutansınız, darbe yapabilirsiniz!” cevabına rağmen istifasını imzalayan Başkan Nixon’ın, dönemi hatırlatmak için birkaç saniyelik görüntü veya repliklerle ‘hatırlandığı’ Amerikan Gangsteri gerçek hayattan aktarılan bir hikâyeymiş!
Alelâde bir mafya-polis filmi gibi başlayan ve sıkıcı yanlarına rağmen, seyirciyi gittikçe daralana, karanlık bir koridora sokarak, “Ne olacaksa olsun, şuradan bir an evvel çıkayım” ile “Bakalım bu koridorun sonunda ne var?” ikilemi arasında bırakan Amerikan Gangsteri evet, yönetmen Ridley Scott’ın soyadının son hecesi gibi sert bir film.

Başkarakterlerimizden Frank Lucas’ın (Denzel Washington) Muhammed Ali ve Martin Luther King gibi zenci olması… Hikâyenin özgürlükçülük ve ırkçılık hareketlerinin en şiddetli biçimde yaşandığı bir zamanda geçmesi, çeşitli çağrışımlara sebep oldu.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde, “Bütün insanlar eşit ve özgür doğar ve yaşar” denmiş olmasına rağmen 200 yıl sonra bile hala zenciler hak ettikleri özgür ve eşit hayat için mücadele verdiğinde… Muhammed Ali böyle bir düzende asla askerlik yapmayacağını ringlerde ve ekranlarda haykırdığı için boks yapmama cezası aldığında… Martin Luther King ve Malcom X gibi siyahî Hıristiyan ve Müslüman liderler ise kurşunla susturulduğunda… Frank’ın hikâyesi devreye girer ve Vietnam’a özgürlük götürmeye gittiklerini sanan, orada “Büyük Amerikan ideali” için ölen (martry, fallen) askerlerin hatırasına saygısızlık yapılarak getirilen saf eroin bomba gibi patlar hikâyenin içinde…
Acaba yönetmen şöyle mi demek istiyor diye düşünmeden edemiyorsunuz: “İntikam böyle olur. Sen Muhammed Ali’yi Vietnam’a gitmediği için aşağılar mısın? Frank Lucas da seni aşağılar. 20 bin kilometre öteye gönderdiğin çocuklarının cenazesine saygısızlık yapar. Sen, M. L. King ve Malcom X’in ‘Kamu düzenine dokundukları için can güvenliğini sağlamaz mısın?’ Frank Lucas, saf eroini iç piyasaya dağıtarak koca bir nesli un ufak ederek nerdeyse kamu bırakmaz!”
Böyle de düşünebilirsiniz ama bu doğru olmaz. Çünkü işin başka boyutları var… Üstelik Frank Lucas’ın, insanlıktan nasip almamış olduğu, sokaklarda haraç kesen bir mafya babası tarafından yetiştirildiği için insanları sinek gibi öldürdüğü, kendi ırkdaşlarının eroinden ölmesine aldırmadığına ve eğitim düzeyine bakılırsa (hiç okula gitmemiş) başkalarını da hesaba katarak bir intikam plânlayamayacağı kesin. Zeki olmasına rağmen bu kadar katmanlı düşünecek bir kültürel donanım edinememiştir! Üstüne üstlük, 20 bin kilometre öteden kilolarca saf eroini, bizzat kendi kurduğu (!) basit bir organizasyonla getirterek Amerika’nın her yerinde, diğer mafya ailelerine rağmen elini kolunu sallaya sallaya satamayacağı da aşikâr…
Demek ki, Frank Lucas benim yukarıda varsaydığım gibi bir intikam plânlayıcısı değildi. O, olsa olsa çok daha büyük bir örgütün parçasıydı. Bir günah keçisine gerek duyulduğunda boğazlanıverecekken itirafları sayesinde sefil hayatını kurtarmıştı!
Çünkü artık Vietnam’daki savaş kaybediliyordu ve buradan kolaylıkla getirilen eroinin sonu da gelmişti. Evet, evet, bir de Vietnam’da üretilen eroini daha önce Fransız’ların kontrol ettiği, bilahare işin “Conilere” devredildiği rivayetleri de ayyuka çıkmıştı!

Film sonunda şu soruları sordurtuyor:
1- Frank Lucas, Vietnam’da sadece uydurma kuzen ile nasıl olup bu kadar büyük bir bağlantıyı kuruyor ve sevkıyatı sorunsuz biçimde işletebiliyordu?
2. Saf eroin özgür Amerikan vatandaşlarını parça parça eder ve polis şefleri aşağılık bir biçimde rüşvet karşılığı olanlara göz yumarken, Amerikan hükümeti pinpon mu oynuyordu?
3- Yoksa 1968’de bütün dünyayı kasıp kavurmaya başlamış gençlik hareketlerini, biz Türk’lerin “sev-genç” tabir ettiğimiz uyuz tiplere dönüştürmek için bizzat o günkü siyaset bu uyuşturucu trafiğine göz yummuştu?
4- Veya bazı kötü niyetlilerin iftirasını da tekrarlarsam: Acaba haşhaş tarımı, eroin üretimi ve kaçakçılığından sağlanan paralarla savaş finanse mi ediliyordu?
5- Frank Lucas’ın el konan servetinin miktarı 200 milyon dolar olarak gösteriliyordu ki, bu o dönemde (1970’lerde) Amerika’daki toplam eroin gelirinin tümü müydü? Değilse kaçta kaçıydı?
6- Gerçek hayattan aktarılan hikâye filme aktarılırken ‘gerçekliğin’ bir bölümü budandı mı? Yani gerçeklerin anlatılmayan tarafları var mı? Varsa bu suç imparatorluğunda asıl kazancı sağlayan “beyaz ırktan babalar” kimlerdi?


www.ufukotesi.com - 02 / 2008  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.