1998 yılında biri çıkıp da deseydi ki “Bu petrol fiyatları on yıl sonra şimdikinin on misline ulaşır” ona o zaman kötümser bir kişi gözüyle bakardık. Yahut da ekonomiden anlamayan kimselerle tartışmaya değmez, havasına girerdik.
Enerji kaynakları, özellikle petrol, belirli sermaye zümrelerinin elinde (tekelinde) toplandıkça bunlar tarafından, silah olarak daha da çok kullanılmaya başlamıştır. Onun için yakıtın ve diğer kaynakların çeşitlendirilmesi imkânlarını araştırmak ve bunu “siyasî müttefiklerimizin” ne diyeceğine bakmadan en ucuz (en verimli) şekilde elde etmek zorunluluğu vardır.
Yıllar önce “Türk devletleri işbirliği ve dostluk kurultayında” bu konunun önemi dile getirildiğinde –sayısı az da olsa– duyarlı bazı delegelerin yakından ilgilendiğini görmüştük. O kurultaylarda Orta Asya kaynaklarından enerji taşımak için petrol, doğal gaz borularının hangi komşu ülkelerden geçirilmesi, elektrik hatlarının ve demiryolu şebekesinin nasıl geliştirilmesi gerektiği hakkında tebliğler verilmişti.
Bu kurultaylarda, Türk devletleri arasında iş birliği, kültür birliği ve hatta lehçe bakımından dil birliği sağlayabilecek aydınların yetişmesinde Türkiye’nin öncülük yapması görüşü gittikçe benimseniyordu.
Ülkemizin hiçbir yabancı devletin kontrolüne girmeden, kendi özüne dönerek ve öz kaynaklarına dayanarak kalkınmasını istemeyen bazı dış çevreler ve onların yerli işbirlikçileri bizi Orta Asya’ya bağlayacak köprünün ayaklarını dinamitlemek için, komşu devletleri hasım haline getirecek projeler üretiyorlardı.
Bazı komşu ülkelerin “rejim ihraç ettiği” görüşünü bir tehlikeye işaret etmek bakımından içtenlikle dile getiren düşünürler veya vehim dolu bir saplantı ile gündeme getiren yazarların suikasta uğradığını ve olayın üzerinden yarım saat geçmeden “kahrolsun irtica” sloganı ile yürüyüşler düzenlendiğini gördük. Böylece halkımızın nefret ve husumeti küresel hegemonyaya boyun eğmeyen bazı –Müslüman– ülkelere yönlendiriliyordu. Ve böylece “İslamî terör” diye yeni bir kavramın zihinlere yerleştirilmesi için zemin hazırlanıyordu. Burada hemen belirtmek gerekir ki o ülkedeki rejimler tarafından böyle birtakım suikastların tertip edilmesi için yöneticilerinin çok akılsız olması veya yine bu işte çıkarı olan egemen güçlerin oyununa gelmesi gerekirdi.
Bundan 25-30 yıl önce hayata geçirilebilecek kalkınma projeleri ve dirayetli politikalar Türkiye’yi her alanda sözü geçen büyük bir devlet haline getirebilir ve dünyanın siyaset dengeleri bambaşka bir şekilde (insanlığın yararına olarak) gerçekleştirilebilirdi. Ancak iç politika hayatındaki gerginlikler sürekli gündemde tutularak daima çekişmelere bölünmelere yol açmıştır. Bu bölünmeler bünyeyi zayıf düşürmüş ve hiçbir konuda hiçbir zaman birlik sağlanamamıştır. Öyle ki, çok daha önceleri, adı “Milli Birlik Komitesi” olan 27 Mayıs ihtilalinin bir araya getirdiği askeri kadro içinde bile birlik sağlanamadığından yeni yaralar açılmıştır. Hatta “14’ler” diye adlandırılan, daha bağımsız radikal grubun tasfiye edilerek kurşuna dizilmesini isteyecek kadar idraki zayıf kişilerin aralarından çıktığı görülmüştür.
Elbette yakın tarihimizdeki askeri darbelerin sosyal ve siyasi analizi objektif bir şekilde yapıldığında bazı olayların da gerçek yüzü ortaya çıkacaktır.
İşte, siyasi çalkantıların sebep olduğu istikrarsızlıklar yüzünden ülkenin iktisadi sorunları da dürüst ve bilgili ekonomistler tarafından masaya yatırılıp bir türlü çözüme kavuşturulamamıştır.
Şimdi de, dışarıdan şu veya bu şekilde getirilen yabancı paranın piyasalarda yarattığı akıcılık çok büyük bir başarı olarak gösterildiğinden bunun muhtemel sonuçları üzerinde konuşulamamaktadır. İhracatçının önünü tıkayan, dolayısıyla üreticinin elini daraltan yine dolayısıyla sanayi yatırımlarını önleyerek işsizliğe yol açan bu sıcacık para, üstelik YTL’nin dolara göre değer kazanmasını sağladığından iktisatçılarımızın sesini kısmaktadır. Hâlâ çok kimse, dış paraya göre değerlenmesinin, yerli paramızın satınalma gücünü artırmadığını belki de tam aksine azaltmakta olduğunu görmemekte, görmek istememektedir.
Böyle dolambaçlı yollardan gidilerek millî gelirin arttığını söylemek, enflasyonu eteklerinden çekerek yerinde tutmak sağlıklı bir gidiş midir acaba? Tarım üreticisini yanıltarak kısırlaştırmak, sınaî üretimi dışlayan bir kalkınma yolu aramak ülkeyi nereye götürür? Bilgili ve vatansever ekonomi uzmanlarını bu konuları dürüst bir şekilde tartışmaya davet ediyoruz.
Fiyat artışlarının gerçek sebebi olduğuna inandığımız petrol talebinin bu kadar alevlenmesinin altında acaba dünya piyasalarında para akışının hızlandırılması maksadı mı yatmaktadır?
Borsaya ve bankacılık sektörüne yabancı paranın hâkim olması ve riskli müşterilere bile –ipotekli– gayrimenkul kredilerinin kullandırılmasıyla ekonomi katarının hızlandırılması, sağlıklı bir gidiş midir yoksa frensiz bir araçta mıyız, bilmek istiyoruz.
Büyük ekonomik güçlerine dayanarak dünyanın her tarafına para akıtan devletler son yıllarda itibarlarını yitirdikleri gibi iktidarlarını da yitirecekleri endişesiyle panik içinde Ortadoğu ülkelerinin enerji kaynaklarını gasbetme projelerini uygulamaya koyulmuşlardır. Onlara buralarda ve Orta Asya’da ne aradıklarını sorabilecek aydın insanların gözlerini de “başörtüsü” ile örterek, işgal ettikleri topraklarda at oynatmaya başlamışlardır.
Eli kolu bağlı oturup işgalcileri kınamakla bir yere varılamadığı artık açıkça görülmektedir. Zor kullanılarak soyulan ülkeler gibi kendi kaynaklarının da –yöneticilerin gafleti yüzünden– ellerinden çıkmasını istemeyen aydınlar bu işin çaresini aramak, bulmak zorundadırlar.
Yerli yatırımcının her işi bırakıp yine üçüncü boğaz köprüsünün ayakları civarında arsa spekülasyonu yapmaya yönlendirilmesiyle ve İstanbul’un göbeğindeki çok değerli arsaların ve limanların ecnebilere satılmasıyla nereye gideriz ve ne zamana kadar gidebiliriz; soruyoruz?
Bilenler ortaya çıkıp mertçe konuşsunlar!
|