Aykırı Bakış

 

Dr. Yusuf Gedikli  

Babam (Hacı) Mustafa Gedikli’nin ardından


1978’de Erzurum’da, Atatürk üniversitesinin edebiyat fakültesinde okurken ikinci yurtta kalıyordum. Yaz tatiline girilirken üzerime zimmetli battaniye haberim olmadan yurt idaresince alınmıştı. 1981’de babam Şinik karakoluna çağrılmış, battaniyenin tutarı olan 1.500 lira faiziyle beraber kendisinden tahsil edilmişti. Merhum bu parayı benden almış, “devletin kolu uzundur” demişti.

Babam (Hacı) Mustafa Gedikli, 26 Ekim 2007 Cuma günü Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Farabi Hastanesi Kardiyoloji (kalp-damar) servisinin 112 nolu odasında, sabah saat 6’da ebediyete intikal etti.
Babam 1920 temmuz ayının ortalarında dünyaya gelmişti. 87 yaşını bitirmiş, 88 yaşından takriben üç buçuk ay almıştı.
Babam 19 nisan 1943’te askere gitmiş, 21 ocak 1947’de terhis olmuştu. Askerliğini Merzifon ve Giresun’da yapmıştı. 1947’nin 11 veya 12. ayında Asiye Hacere hanımla evlenmiş, ilk çocuğu olan Sevim 1948’de doğmuştu (Babamın verdiği tarihlerdir. Askerlik tarihlerini günü gününe kadar hatırlaması, lakin evlilik tarihini hatırlayamaması manidar değil mi?).
Merhum uzun boylu, ince ve sağlam yapılı, sevimli, beyaz sakallı, gülümser yüzlü, mat mavi (masmavi değil) gözlü bir adamdı.

* * *

Ölüm tabii bir sondur. Bir mekân değiştirmedir. Her canlı ölecektir. Böyle olmasına rağmen bir yakınını kaybeden herkes üzülür. Tabiatiyle ben de üzüldüm. Çünkü babam çalışkanlığıyla, dürüstlüğüyle kısaca şahsiyetiyle olağan üstü bir yaradılışa sahipti.
Geriye dönüp şöyle bir bakıyorum. Babamla yaşadığım unutulmaz günlerden biri aklıma geliyor. 1959 veya 1960 gücük (şubat) ayının güneşli bir günü; 5 veya 6 yaşındayım. Babamla birlikte Gedikli deresinde (vadisinde) yapılmakta olan evimizin başına karayemiş ağacı dikiyoruz. Babam bana bir arkadaş gibi davranıyor, seviyor, okşuyor, konuşuyor, para veriyor. Belki bu davranışlarından dolayı o günü unutmadım, unutamadım. Hâlâ aklıma gelince hem o günmüş gibi seviniyorum, hem de boğazım doluyor.
1964-65’lerde 9-10 yaşlarındayım. Babam bana bir asma dalı vermiş, “bunu deredeki karaağaca dik, gelen geçen yolcular yesin” demişti.
“Bunda ne var?” demeyin. O yoksulluk yıllarında üzüm, karayemiş, kiraz meyveleri mısır ekmeğiyle yendiği vakit, köylünün ana öğünü yerine geçerdi. Üzümü veya karayemişi olmayan, olandan sadece bir kere alma hakkına sahipti. Dolayısıyla 42-43 yıl evvel “bu üzümü gelen geçen yolcular yesin” demek her yiğidin kârı değildi.
Karaağaca diktiğim asma dalı o kadar büyüdü ki, sonradan üç dört karaağacı daha kapladı ve karaağaçların tümüyle kuruduğu 1970’li yıllarda köyümüzde hayatta kalan yegâne karaağaç, babamın verdiği ve benim diktiğim asmanın bürüdüğü karaağaçtı (Karadeniz’deki üzüme bölge halkınca kokulu üzüm denir ve sarılgandır. Karayemiş de Karadeniz’e özgü, üzüm salkımı şeklinde, üzüm tanesi büyüklüğünde meyvesi olan bir ağaçtır. Buruk bir tadı vardır. Bazı yerlerde taflan denir. İstanbul parklarında çoktur).
Dışarıdan bütün Anadolu babaları gibi çok sert görünürdü. Ancak kalbi o nisbette yumuşak, merhametli, hatta ağlagandı. 1963’te küçük kardeşi Kadem verem hastalığından vakitsiz öldüğünde, 1980’de büyük ağabeyisi Salih ve 1981’de ufak ağabeyisi Halil İbrahim öldüğünde ağlamıştı. 1972-73’te bir yanlışlık sonucu Diyarbakır sıkıyönetim komutanlığınca gözaltına alındığım zaman da ağlamıştı. Asker ve polislerin vurulmasına çok üzülür, siyasileri tenkit ederdi. Ölümünden bir kaç saat önce de “askerimiz vuruldu mu?” diye sormuştu.
Öyle acıgandı ki, kurduğu tuzağa düşen bir porsuğu öldürmemiş, salıvermişti.
Çok çalışkandı. Köy deyişiyle dağları aşağı alırdı. Tabii ki çalışkan insan pek çoktur. Lakin babam hem çalışkan, hem dürüsttü. Bu iki meziyetin bir arada olması ise ender rastlanan bir durumdur. Sözü senetti. Başkasının işini kendi işi gibi yapardı. Alacakaranlıkla işe başlar, akşam namazıyla bitirirdi. Çalışkanlık ve dürüstlük gibi iki olumlu erdemi şahsında birleştirmesi ona köyünde ve çevre köylerde büyük bir itibar ve saygınlık kazandırmıştı.
Öyle dürüsttü ki, 1992-93’te KTÜ tıp fakültesinde okuyan en küçük çocuğu Ahmet, “kaldığımız yerde kaçak ceryan ocağı yakacağız” deyince rahmetli babam, “ben böyle şeyleri sevmem” demiş, ısınması için köydeki sobasını oğluna vermişti.
Bize her zaman sahteciliğin (böyle derdi) sonunun olmadığını, doğruluktan ayrılmamak gerektiğini, yalancının mumunun yatsıya kadar yandığını söylerdi.
1978’de Erzurum’da, Atatürk üniversitesinin edebiyat fakültesinde okurken ikinci yurtta kalıyordum. Yaz tatiline girilirken üzerime zimmetli battaniye haberim olmadan yurt idaresince alınmıştı. 1981’de babam Şinik karakoluna çağrılmış, battaniyenin tutarı olan 1.500 lira faiziyle beraber kendisinden tahsil edilmişti. Merhum bu parayı benden almış, “devletin kolu uzundur” demişti.
Sigara içtiğimi işittiğinde çok üzülmüştü. Çünkü hem vücuduma, hem cebime zarar veriyordum. Babamın üzüntüsünü dikkate alarak 1974’te başladığım sigarayı, 1982’de ebediyen bıraktım.
Fizik gücü çok yüksekti. Bitmez tükenmez bir enerjisi vardı. Sıtresten kaçardı. Sağlam bir bünyeye sahipti. Lakin fazla çalışma itkisiyle vücudunu ezmişti. Eğer böyle olmasaydı -şüphesiz Allah bilir-, uzun müddet yaşayabilirdi. Alacakaranlıktan akşam namazına kadar çalışırdı. Yatsıyı kılar, hemen yatardı. Çalışkanlığıyla onu Sait Faikin Karanfiller ve Domates Suyu hikâyesinin kahramanı olan Mustafa’ya benzetmek kabildir ama babam hikâye kahramanı olan Mustafa’dan kesinlikle çok daha üstündü.
Sosyal çevresine karşı çok hassastı. İnsanlara yardımı severdi. Mahallelinin şehirde ne satacağı, ne alacağı onun vazifesiydi. Ne kadar yağ satılacak, kaç kilo gübre alınacak, tarla ne zaman ekilecek, çayır ne zaman biçilecek, bu ve buna benzer işlerin kararını babam verir, bir kısmını bizzat yerine getirirdi. İstediği herkesten borç alır (zira herkese güven telkin etmişti), isteyen herkese borç verirdi. Bir kere borç veremediği kişiye ikinci defa geldiğinde, “yahu sana da hiç yardımcı olamadık, iki gün sonra uğra” der, para temin eder, verirdi. Adeta köyün bankasıydı. “Para ve kız istemeye adamın ayağına gideceksin” derdi. Sevildiği ve sayıldığı için hiç kimsenin aklından ona borç takmak geçmezdi, geçmemiştir. Öylesine bir pirestij sahibiydi.
Tabiata karşı da son derece duyarlıydı. Tarlasında, komşularının tarla ve bahçelerinde, yollarda bulduğu, naylon, poşet, kâğıt, teneke ve sair bütün çöpleri toplar, ateşte yakardı. “Ben olmasam buralar batar” derdi. Yaş ağaç kesmezdi. Odunlarını ya kuru ağaçlardan ya karın, yelin kırdığı; sellerin, heyelanların kopardığı ağaçlardan yapardı. Daha küçükken tarladaki bir karaağaç fidanını koparmamak için ağabeyisiyle münakaşa etmişti. Liyara mevkisinde satın aldığı tarlada biten bir sakız (ladin) fidanını koparmamış, bunu gören öğretmen, merhum Mehmet Sarıtaş, “senin ne kadar ağaç seven biri olduğunu şimdi anladım” demişti (Normalde tarlanın ortasında bir ağacın olmaması gerekirdi. Çünkü ağacın kökleri ve bazen dalları ekinlere zarar verir).
Toprak onun için bir tutkuydu. Biriktirdiği bir miktar parayı şehirde apartmana veya arsaya yatırmamış, köyde toprak almakla değerlendirmişti.
Tarlaları, bahçeleri dikenden, çeşitli otlardan, taşlardan temizlemeyi, terbiye etmeyi çok severdi. Kaşta kapanda bulduğu elma, armut, kiraz, ceviz, dut fidanlarını koparır, Fidanlık dediğimiz mevkiye dikerdi. Bir müddet büyüdükten sonra onları aşılar, sonra tekrar söker, uygun gördüğü yerlere dikerdi (Bu fidanların bir kısmını ben ve kardeşlerim dikmişti).
Sadece meyve fidanlarını değil meşe, gürgen, kayın, ladin, akasya ve benzeri ağaçları da yarlara, bayırlara dikerdi.
Her hafta perşembeyi cumaya bağlayan gece akşam namazından sonra Yasin okur, ev halkı dinlerdi. Yasinle birlikte İhlas, Felak, Nas surelerini ve Bakara suresinin bir kısmını da okurdu. Yasine niyet ederken “nenem (köy şivesinde anne demektir), babam, abayı ecdadım, geçmişlerimiz, Cevahir halam, Topçu’nun Yusuf, Çolak Arif’in ruhları için” derdi (Son ikisinden kendisine bir miktar toprak kalmıştı).
Hakiki Müslümandı. Yatıp kalkıp Müslümanlığa aykırı işler yapanlardan değil, inandığı gibi yaşayanlardandı. Hac farizasını da 1984’te ifa etmişti.
Her namazdan ve Yasinden sonra “Allahım, ordumuzu, yurdumuzu muhafaza eyle” diye dua ederdi. Siyasete karışmamızı istemezdi.
Gerçekte entelektüel bir adamdı. Yüksek tahsil yapamadığı için öğretmen, mühendis, purofesör ve saire olamamıştı. Çünkü o devrin şartlarında ilkokuldan sonra okumak mümkün değildi. Babam da köydeki ilkokulu bitirmiş, fakat tahsiline devam edememişti. Askerde yazıcı olmuştu.
Radyo ajanslarını (merhum acans derdi) hiç kaçırmazdı. Sizi temin ederim ki dış işleri bakanı dahi onun kadar ajans dinlemezdi. Hatta yazı çiziyle uğraşan ben dahi onun kadar haber dinlemediğimi itiraf ederim. Dedikodu ile uğraşmazdı. Çünkü işiyle gücüyle meşgul olur, dedikodu yerine yurt ve dünya haberlerini anlatırdı.
1950’lerin sonunda günlük tuttuğunu hatırlarım. Her akşam eve geldiğinde günlüğünü yazar, “bu gün filancaya hızar kestim, şu gün tarlayı ektim, öbür gün çayır biçtim” diye kayıt düşerdi. Ne yazık ki babamın bu günlüğü 1959 ocağında yanan Hıdır’ın-kıran mevkisindeki evimizle birlikte yok olmuştu. 1959 yılında köylü bir vatandaşın günlük tutmasının ne kadar sıra dışı bir davranış olduğunu takdir edeceğinizden eminim.
Babam okumanın ve çocuklarını okutmanın önemini kavramıştı. Her daim ve her fırsatta, bilinçli bir sorumlulukla okumamız gerektiğini söylerdi ve bunun için elinden geleni yapmıştı.
İlkokulu bitirdiğim 1967 senesinde girdiğim yatılı imtihanlardan hiç birini kazanamamıştım. Bundan bir kaç gün sonra babamla Kayalık dediğimiz mevkide ağaç buduyoruz. Sıcak bir gün. Babam terden sırılsıklam olmuş. Eliyle alnından terlerini siliyor ve bana şöyle diyor: “Halime bak. Okumazsan işte böyle çalışmak zorunda kalırsın. Ona göre…” (Ağaçları budamanın amacı sığırlara yiyecek temin etmekti).
Fen ve matamatikte de kuvvetli olmama rağmen sosyal bilimlere kayışım da babamın tesiriyle olmuştu. Bir gün hayat bilgisi dersine çalışırken babam, “tarih yok mu, ben tarihi severim” demiş, bu söz beni tarih, dil ve edebiyata meylettirmişti.
Okumanın önemini o kadar erken kavramıştı ki, 1946’da ayakkabılarını satıp küçük kardeşini dağ yollarından Beşikdüzü öğretmen okuluna götürüp kaydettirmiş, 1951’de öğretmen çıkmasını sağlamıştı.
Babamın yedi erkek, iki kız çocuğu oldu. İlk iki erkek daha bebekken öldüğü için üçüncü erkek olan bana kurban kesmişti. Neticede hayatta yedi evladı kaldı.
Onun şuurlu gayretiyle hepimiz okuduk ve dördümüz doktor olduk. Bendeniz filoloji (dil-edebiyat) doktoru olarak dil, tarih, edebiyat sahasında çalıştım. Azerbaycan edebiyatını Türkiye’de tanıttım. Kıbrıs meselesinde Türkiye’de tek çözüm teklifini ürettim. Bilhassa Hun Türkçesine ait Çince tıranskıripsiyonları çözerek Türkiye’ye ve Türkiye Türkolojisine itibar kazandırdım.
Fethi Gedikli hukuk doktoru ve doçenti, Eyüp Gedikli veteriner hekim, Ahmet Gedikli tıp doktoru ve anestezi uzmanı, İsmail Gedikli laboratuvar teknikeri oldu. Evimiz yandığı için Sevim ablam okuldan ayrılmak zorunda kaldı, bacım Havva da iş güç yoğunluğundan ilkokuldan sonra tahsilini ilerletemedi.
Babam bizim için elinden gelen her şeyi yaptı. Hem de ziyadesiyle ve dürüstçe çalışarak. Bundan daha fazlası olamazdı.
Çocuklarının mürüvvetini, torunlarını gördü. Şerefli, şanlı bir ömür sürdü. Temiz bir isim bıraktı ve açık alınla Uçmağa vardı.
Aslında sadece babam değil, bütün babalar burada anlattığım gibidir. Bu yazıyı yalnız babam için değil, babamı vesile kılarak bütün babalar için kaleme aldım. Çünkü babalar ve tabii analar, ne yapıyorlarsa bizim için, çocukları için yapıyorlar. Bazen yanlış yapsalar da…
Nur içinde yat sevgili babacığım. Mekânın Cennet olsun. Fatihalar sana vasıl olsun. Allah sana ve bütün geçmişlerimize rahmet eylesin. Amin…


www.ufukotesi.com - 12 / 2007  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.