gezi

 

Nazan Sezgin  

Bir Olalım, İri Olalım, Diri Olalım


Yirmi yıldan beri Gazi Üniversitesi bünyesinde araştırmalarını sürdürmekte olan Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırmaları Merkezi 17–18–19 Ekim günlerinde Başkent Öğretmenevi’nde bir bilgi şöleni düzenledi. Katılımcılar üç ayrı salonda 125 adet bildiri sundu. Romanya, Bulgaristan ve Macaristan’dan da katılımlar oldu.

Gazi Üniversitesi’nde 2. Uluslararası Türk Kültür Evreninde Alevilik
ve Bektaşilik Bilgi Şöleni.
Toplantıyı düzenleyen Merkez Başkanı Prof. Filiz Kılıç kapanış konuşmasında bütün milletvekilleri ve derneklere davetiye göndermelerine rağmen katılımın düşük olmasından yakınsa da toplantı gerçek bir bilgi şöleni oldu. Alevi/Bektaşiliğin siyasetiyle meşgul olanların bu işin ilmine ilgi duymaları da esasen pek beklenemezdi. Prof. F. Kılıç ve emeği geçen bütün arkadaşları tarihimizin derinliklerine ışık tuttukları için tebrik ederiz. 125 adet bildirinin hepsini takip etmek mümkün olmadığı gibi dinleyebildiklerimizin (ki hepsi birbirinden güzeldi) ancak bazılarını burada okuyucularımıza özetlemeye çalışacağım.
Önce sınırlarımız dışındaki kültür varlığımızdan başlayalım. Romanya’dan gelen 82 yaşındaki Türkolog Mustafa Mehmet 1940’larda Romanya ile Bulgaristan arasında pay edilen Dobruca’nın İslamlaşmasının temellerinin Selçuklu çağında Sarı Saltuk Baba tarafından atıldığını, Komünist rejim gelinceye kadar belli günlerde tekke ve zaviyelerde dini törenlerin yapıldığını anlattı. 2. Dünya Savaşına kadar Deliorman’dan Karadeniz kıyısındaki Balçık’a kadar yerleşmiş Türk-İslam topluluğunun Kızılbaşlar olarak anıldığını belirtti. Şeyh Bedreddin de Batı Anadolu dışında kendisine bu bölgeden taraftar toplamıştı, okuyucularımız bilir. Son zamanlarda bazı türbe ve tekkelerin onarıldığını da anlatan bu 82 yaşındaki Türkolog hatırlandığı ve davet edildiği için teşekkür etti.
Şeyh Bedreddin’i nasıl bilirsiniz? Aslında Selçuklu hanedanındandı, Serez çarşısında asılmıştı değil mi? Halen müridleri olduğundan haberiniz var mıydı? Şaşırmayın. Mübadelede onun gavur eline kalmasına razı olmayan müridleri kemiklerini İstanbul’a getirmişlerdi, galiba Divanyolu’ndaki bir müze mezarlıkta yatıyor şimdi. O müridlerin torunları olacak elbet. Tırakya’dan bir çiftçi araştırmacı, Refik Engin iz sürmüş, müridlerin Kırklareli, Lüleburgaz, İstanbul Bayrampaşa ve Beykoz’da olduğunu tesbit etmiş. Araştırmacı kendisi de Bedreddinî’lerin Amucalar yani amcalar kolundanmış, bir uçları da Kars’ta imiş.
Ocağı batasıca hepimizin bildiği beddualardan değil mi? Ya ocak söndürmek, ocak tüttürmek sözleri, evin tembel kızlarına ne denir? Bu “ocak uyandıramaz”, belli de olmaz belki uyandırır. Yrd. Doç. Dr. Nilgün Cıblak “Tahtacılarda Ateş ve Ocak Kültü” adlı bildirisinde Türk mitolojisinde ateşin tanrı Ülgen tarafından insanlara hediye edildiğini, tahtacıların halen ateşe ve ocağa çok değer verdiklerini belirtti. Yeni bir ev kuran gençlerin ocağının dini törenle açıldığını anlattı. Tahtacılar şimdi zorda dostlar, gözünü altın hırsı bürümüş tamahkârlar Kazdağları’nda Çepnilerin ocağını söndürmeye uğraşıyor.
Oğuz’un Çepni boyunun asıl büyük kütlesi Karadeniz’e yığılmıştı. Kürtün ve Harşid çayı çevresi. Daha sonra Tırabzon’un batısı, Akçaabad, Giresun ve Batı Karadeniz dolaylarına yayıldılar. Araştırmacı Coşkun Kökel “Güvenç Abdal Ocağı” adlı bildirisinde Kürtün Taşlıca köyünün Güvenç Abdal tarafından kurulduğunu, onun Hacı Bektaş tarafından Çepni kütlesini yerleştirmek, Karadeniz’i yurtlaştırmak amacıyla görevlendirildiğini söyledi. Çepni boyu Erdebil ocağına yakınlık duyarmış, Şeyh Cüneyd’in Trabzon Rum İmparatorluğu kuşatmasına yardımcı olmuşlar. Daha sonra da Fatih Sultan Mehmed’in Tırabzon’un fethine katılmışlar. Ve maalesef daha sonra Safevi puropagandası etkisinde kalarak bir kısmı İran’a gitmişler. Bildiriden bunları öğreniyoruz ve burada biraz mola verip düşünüyoruz, geçmişin muhasebesini yapıyoruz, Anadolu’yu “Türksüzleştirme” çalışmaları demek ki şimdi değil beş yüzyıl önce başlatılmış. Bütün Türk hükümdarları Gök Tanrı’dan KUT almıştı, yani sevk ve idare yetkisi. Yavuz’la Şeyh İsmail Safevi’nin KUT kavgası Anadolu Türk nüfusunun azalmasında önemli sebeplerdendir. Kandırılan bazı Alevi Türkmen aşiretleri İran’a göçmüştür de ne olmuştur? Şeyh İsmail kendine sığınan Şahkulu’na ne yapmıştır? Daha 16. yy. bitmeden Türkmen aşiret reislerinin dirlikleri ellerinden alınarak, Safevi idaresinde Çerkes, Gürcü ve Ermeni gulamların yani devşirmelerin yanında ikinci pilana mı itilmişti? Yalnızca cihadla olmayıp Fıkıh gerekince Safevi Kum kentinin mollalarının eline düşüp Şii’leşmiş mi? Yavuz’un Arapça, Şeyh İsmail Safevi’nin Türkçe şiir yazdığını öne sürenler onun oğluna koyduğu Tahmasb adına hiç dikkat etmiş mi acaba? Neticede Osmanlı Türkçe ama İran Farsça konuşmuştur. Görünen köy budur. Şeyh İsmail Safevi’yi ne kadar tanıyoruz? O da bizim tarihimizin bir parçası değil mi? Kişiliği hakkında yorum yapmıyoruz, okuyucularımızdan tarih meraklıları Alevi tarihçi Reha Çamuroğlu’nun “İsmail” adlı kitabını okuyabilir. Biz, “niçin bu kadar zulmediyorsun?” diyen validesini bile katlettiğini yazalım sadece. Oysa Hacı Bektaş Veli “düşmanının bile insan olduğunu unutma!” demişti.
Kalan Alevi Türkmenlere ne olduğu malumunuz. Yüzyıllarca dışlandılar, hak etmedikleri ithamlarla rencide edildiler. Bu onların içine kapanmalarına ve yoksullaşmalarına sebep oldu.
Bu öyle bir içe kapanış olmuş ki Osmanlı kadısına gitmemek, “münkir ve Yezid”e muhtaç olmamak için hukuk işlerini bile kendi içlerinde halletmek üzere Düşkün mahkemelerini kurmuşlar. Dr. Harun Yıldız’ın “Alevi Bektaşi Geleneğinde Düşkünlük” adlı bildirisinden birçok şey öğrendik. Düşkünle konuşulmaz, alışveriş yapılmaz, sadece cenazesi olursa yardım edilirmiş. Düşkün alevi, halini tek düşkün ocağı olan Hıdır Abdal Sultan Ocağın’a arz edebilir, bu ocak gerekli görürse düşkünlük halini kaldırabilirmiş. Köyden şehre göç bu ağır cezaların geçersizleşmesine sebeb olmuş. Çoktandır Cumhuriyet Hukuku işlemekteymiş.
Dışlanan Alevi Türkmen’in başına gelenlerden birinin de dil kaybı olduğu artık anlaşılıyor. Kendisi de Erzincan Balabanlularından olan Vatan Özgül’ün bildirisi bu gerçeği irdelemekteydi. Bu gencecik araştırmacı Balabanluların beş yüzyıl önce Dimetoka’dan kalkıp Konya üzerinden Malatya ve Erzincan’a göçtüklerini, Kızıl Deli Sultan Ocağı’na bağlıyken Kureyşan Ocağı talipleri olduklarını ifade etti. Ocakla birlikte “Dil” de gitmiş, anlaşılan. Cemlerse halen Türkçe yapılıyormuş. PKK’ya yardım ve yataklıktan hüküm giyen bir bayan milletvekilinin Balabanlı olduğu gazetelerde epey yazılmıştı seçim sonrasında. Esas dil yaresi bu işte.
Amasya müzesinde görevli sanat tarihçisi Muzaffer Doğanbaş’ın “Cemevi Mimarisine Giriş: Amasya Örneği” adlı bildirisindeki örnekler bize başka bir yarayı daha hatırlattı. Amasya köylerindeki terkedilmiş “Kırlanguç” çatılı, penceresiz, ahşap direkli tarihi cemevleri göçebe zevkini yansıtması bir tarafa sanki ilk mescidin sadeliği içindeydi. Araştırmacı belli ki yeni cemevlerinin veya kılasik tanımıyla “Meydan Evleri”nin yeni yapılan camilerle bir görgüsüzlük ve kültürsüzlük yarışına girdiğine dikkat çekmek istiyordu. Kırlangıç çatının anlam ve önemine ve yeni yapılara konması gerektiğine işaret etmekte çok haklıydı. Öyle de, gelenekli, örflü Türk mimarisi, üniversiteden içeri giremedi ki, ÖSS’yi aşamadı. Mimarlar Odası camiyi biliyor mu ki meydan evini bilsin. Bunlar Holzmayster Ekolü’nden.
Sakarya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Purof. Ayşe Üstün ve Araş. Gör. Orhan Altuğ Hacı Bektaş Veli türbesinde tezhipli hat sanatı ve aynalı hatlarla ilgili araştırmalarının sonuçlarını sundular. 1925’te tekke kapatılırken toplanan levhaların bir kısmı 1958 restorasyonundan sonra yerine iade edilmiş, müzede küçük bir hazine olduğu anlaşılıyor. İcazetname ve Bektaşi tuğralarından örnekler, kimi Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Mehmed Şefik Bey, Hezargradlı Ataullah Efendi gibi ünlü sanatkârlara aitmiş. Tekkelerin bir zamanların akademileri olduğunu düşünürsek şaşmamak gerek (İnşallah bu yazıyı da üst seviyeli kaçakçılar okumaz).
Dergahlarda başka sanatlar da var, taş işçiliği gibi. Araştırma Mer. Müd. Yard. Yrd. Doç. Dr. A.Turan Mısır’da, Kahire’ye bakan bir dağda bulunan Kaygusuz Abdal’ın dergahına ulaşmış, dergah şimdi Atom Enerjisi Kurumu’nun bahçesindeymiş. A.Turan Hanım kitabelerin silindiğini, mezartaşlarının kırıldığını görmüş, bildirisinde üzülerek anlatıyordu. Konuşmanın sonunda dayanamayarak söz aldım; Karacaahmet Kültürünü Koruma Derneği’nin bir kara cehalet örneği sergileyip Üsküdar’daki türbenin mezartaşlarını sökerek, kendi tarihlerini yok edip yerine bir çirkin cemevi yaptıklarını, 3 No’lu Koruma Kurulu tarafından mahkemeye verildiklerini, ama Rahşan Hanım affı ile kurtulduklarını anlattım. Bu da korsan bildiri oldu. Dernek nüfus kaydımızı yok etmiştir. Bence Alevi/Bektaşi’ler tarafından “Düşkün” ilan edilmeleri gerektir.
Bugünün Türkiye’sinde şartlar büyük Türk Milliyetçisi Hacı Bektaş Veli’nin yüzyıllar önceki çağrısına kulak vermemiz gerektiğini düşündürüyor. “Bir Olalım, İri Olalım, Diri Olalım.” Birbirimizi daha iyi anlayalım. Laiklik kendimizi unutalım, inançlarımızdan uzaklaşalım demek değildi herhalde. Sünni Türk, Arap Emevi soyunun Yezid’i olmadığı gibi “Cemevi” de” Cümbüşevi” değildir. Bu cahilane hükümler çoktan tarihe gömülmeliydi. Mevlevi ayinleri ‘aman ne ilginç!’ de semahlar değil mi? O semahları iyi koruyalım, bir “turnalar semahı” özbeöz bizimdir ve bir daha yaratılamaz. Ve Alevi/Bektaşileri birileri azınlık ilan edip asıl unsuru “ötekileştirmek” için pusuda beklemekte. Onlara Milli Mücadele’de yaşanmış bir olayı hatırlatmak isteriz: Maraş civarındaki Alevi Hüsnümilli aşiretine Mustafa Kemal Paşa haber gönderir, silahlarınızı alın, gelin diye. İleri gelenler toplanır, “Bu bir Osmanlı Paşasıdır, bizi öldürür” derler. Aşiret kadınları bunu duyunca Antep’e inip postaneye gider ve Mustafa Kemal’e tel çeker, “Erkeklerimiz korkmuştur paşam, söyle, biz nereye gelek?” Bacıyan yani.
Bilgi şöleni bildirileri iki cilt halinde kitaplaştırılmıştır. Gazi Üniversitesi ayrıca üç ayda bir çıkan çok güzel bir araştırma dergisi yayınlamaktadır. Daha çok bilgi almak isteyen okuyucularımız internet yoluyla www.hbektas.gazi.edu.tr ve hbektasdergi@gazi.edu.tr adresine başvurabilir.


www.ufukotesi.com - 11 / 2007  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.