Gerçek

 

Özdemir Özsoy  

Buyursunlar bakalım


Darbe deyince neyi anlarsınız? Sözlüğe bakmayın! Çünkü düşünmek istemediğiniz manalara da gelebilir. Vurma, devirme olarak anlamak bize yeter. Halkımız bunu “askerin siyasete müdahalesi” olarak öğrenmiştir. Gerekçeleri ne olursa olsun bu şekilde vurulan sopanın acısını sırtında ve gönlünde hissetmiştir. Vatandaşın, kendi seçtiği kişilerin yanlış yaptığına inanması kolay değildir.

Üstelik bu yanlışların, zaten kırılıp dökülmüş bir demokrasinin paketlenip kenara konulması metoduyla düzeltilebileceğini kabul etmek ona daha da zor gelir.
Avrupa Birliği yolculuğu sürüp giderken artık darbelerin öncesinde -1960 yirmiyedi mayısında olduğu gibi- devrimci gençlerin kıyma makinelerinde kıyıldığı, cesetlerinin buzhanelere konulduğu haberlerini yaymak pek inandırıcı olamayacağından, elbette başka yöntemler aramak yoluna gidilecektir. Zaten AB macerasına dört elle sarılanlar, onun şemsiyesi altında “küresel ısınmaya” karşı çare bulacaklarını umut ediyorlardı. Yoksa elli yıldan bu yana tepilen yolda adımlarını bu kadar sıklaştırıp AB’nin gölgesine sığınmazlardı. Kesinlikle söyleyebiliriz ki bu birliğe katılmayı heyecanla isteyenlerin bir kısmı, antidemokratik müdahalelerin önüne bu şekilde geçilebileceğini uman iyi niyetli insanlar veya her zaman olduğu gibi kendini mağdur hissedenlerdir.
Hep söylenegeldiği gibi, demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan siyasî partilerimizin ülkemizde –mevcut düzeni sürdürmekten yarar sağlayanların istediği biçimde- acayip bir hukuk anlayışına sahip olmaları ve de bu sebeple zaman zaman gülünecek hale düşmeleri yüzünden halkımız zaten demokrasiyi yalnızca parlamento seçimleri olarak algılamaktadır. Orada hür iradesini kullanabildiğine kendini inandırmaya çalışmaktadır. Modern, postmodern gibi çalımlı sıfatları bir yana koyalım, internet sitelerinde görünmeye başlayan yönlendirmelerin –bu işi kotaranlar gibi- ülkeyi nereye götüreceğini hiç düşünmek istememektedir. Onlar, yani bu suskun soylu millet, iradesine set çekilmesini, kaderinin bir tecellisi gibi görerek böylece teselli bulmaktadır. Çünkü bu gibi kısıtlamalara biraz da –icra mevkiinde bulunan- yöneticilerin başıbozukluğunun fırsat verdiğini düşünmektedir.
Halkımız, mensubu olmakla onur duyduğu bir siyasî görüşün hatta yalnız seçmeni olmakla kişilik bulduğu bir siyasî partinin akıl almaz hatalarını bile görmek istemezse de o partinin başında bulunanların –daha doğrusu başındaki kişinin- saygı dışı sorumsuz bir tavırla tek seçicilik yapmasını hazmetmekte artık zorluk çekiyor.
İşsizliğin, gelir dağılımındaki kokuşmuşluğun, bitmez tükenmez eğitim hastalığının, sağlık hizmetlerindeki bir türlü düzeltilemeyen aksaklıkların hiç konuşulmadığı, yalnızca dincilerin ve laikçilerin karşılıklı yobazlıklarının öne çıkarılarak parsa toplandığı bir seçim sath-ı mailine (eğik düzlemine) gelip oturduk. Kayıp gidiyoruz, yuvarlanıp gidiyoruz.
Dostlar alışverişte görsün diye, seçim sistemi ve baraj üzerinde, cılız bir sesle birkaç tartışma yapıldıysa da bu konuyu mertçe seslendirmekten –başta şimdiki iktidar ve onun biricik muhalefeti olmak üzere- bütün partiler kaçtılar. “Aman barajı aşamamaktan korkuyormuşuz imajı vermeyelim” kompleksi içinde hemen hepsi konuşmaktan çekindiler.
“Sen yüzde otuzbeşle parlamentonun üçte ikisine sahip oldun” diye iktidara çatan meclisteki tek muhalif parti bunu söylerken kendisinin yüzde yirminin altında bir oy ile milletvekili sayısının yüzde otuzundan fazlasına ulaştığını düşünemeyecek kadar komik oluyordu. İkisi bir araya gelip “Yahu geçerli oyların yüzde kırktan fazlası mecliste temsil edilmediği halde biz bunları zimmetimize geçirdik. Bunun utancından kurtulmanın bir yolunu arayalım” demediler. “Yönetimde istikrar” diye tutturdular, “temsilde adaleti” hiç düşünmediler. Sanki tek başlarına hükümet kurmakla istikrarı sağlayabiliyorlarmış gibi…
İstikrarsızlığın ne olduğunu, nelere gebe olduğunu biliyoruz da şu istikrarın gerçek manada ne olduğunu anlamak istemiyoruz. Öyle, kendi anladığımız şekilde asayişi yerleştirmekle görevli kıldığımız, daha doğrusu kendi koyduğumuz disiplini dikte etmek için kullandığımız birtakım yerli, yabancı güçlerin sükûn sağlamasına istikrar diyorsak yanılgılarımız devam eder. İstikrar (kararlı denge) sosyal, siyasî ve iktisadi alanda huzurun sağlanması olarak düşünülmüyorsa bunun başka türlü tarif edilmesine kimse heves etmesin. İstikrarı, devletin baskı ile vatandaşı sindirmesi olarak anlayanlar hep hüsrana uğramışlar, hem kendilerine hem de milletle yazık etmişlerdir.
Birçok konuda bizimle aynı doğrultuda bulunan ya da öyle görünen aydınlar başta olmak üzere herkese açıkça bildiriyoruz ki zaman zaman bizleri de birtakım toplumsal hareketlerde kullanmak isteyenler olduğu açıkça görülmüştür. Bu çarpıklıklara alet olmamanın tek çıkar yolu güçlü bir kişiliğe sahip olmak ve kendisini başkalarının tanımlamasına meydan vermemektir.
Bir kere açık yüreklilikle kabul etmek zorundayız ki bizim duyarlılıklarımız çok defa ve birçok alanda sömürülmüştür. Bu yüzden aydın arkadaşlarımız bile saplantılı bir kafa yapısı çerçevesi içinde gösterilmek istenmiştir. Bunu en çok yapanlar da sömürgecilerin parayla tuttuğu basit fakat maddi imkânları geniş medya mensupları olmuştur. Bunlara fırsat vermemek için kemiyete (sayı çokluğuna) değil keyfiyete (üstün niteliklere) önem vermek gerektiğini çeşitli vesilelerle ifade etmeye çalışmışızdır.
Evet, istikrar bir bakıma sağlam bir tabana oturmak demektir. Tam denge –bilirsiniz- üç ayakla sağlanır. Sacayağının üç ayaklı olduğunu herkes bilir. Çünkü üç noktadan tek bir düzlem geçer. İki noktadan geçen düzlemlerin ekseni aynıdır ama sayısı sonsuza ulaşır. Hele tek ortak noktadan geçirmek isterseniz yine sonsuz sayıda ve üstelik ekseni belirsiz düzlemler aklınızı karıştırır. Onun için “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletini” yalnızca laik devletten ibaret göstermek gayretiyle sizi zorlayanlara kayıtsız şartsız katılırsanız çok yanılırsınız. Hele son zamanlarda “cumhuriyetin kazanımları” deyimiyle ifade edilen değerleri, yalnızca “laisizm” olarak kabul ettirmek isteyenlere uyarsanız onlar gibi kişiliğinizi yitirirsiniz. Prof. unvanlı bir zavallı hanımın çağdaşlık adına ortaya attığı zırvalara katılmış gibi görünürsünüz. Millî değerleri gerçek anlamıyla, geniş anlamıyla tarif edemeyecek hale düşersiniz. “Millî” sıfatıyla bağrınıza bastığınız kurumların milletler arası piyasaya çıkarıldığını görüp hayal kırıklığına uğrar ve çok üzülürsünüz. Milliyetçiliği “yükselen değer” olmaktan uzaklaştırıp saplantılı, dolayısıyla zararlı bir eğilim gibi göstermek isteyenler milliyetçileri de “militarist” olarak sunarlar. Onun için bu iki kavramı ayrı tutmak zorunluluğu vardır.
Bugün, bu ülkede “devlet başkanlığı” makamının siyasî görüşler karşısında tarafsızlığını kaybettiği kanaati vatandaşlar arasında yaygın bir hale gelmiştir. Bunu artık yalnız belli bir siyasî partinin yöneticileri değil aynı zamanda çeşitli basın mensupları da dile getirmektedir. Böyle bir şeyin tartışılır olması bile zararlıdır. Çünkü kamu vicdanını incitir. Aslı olmasa bile konuşulması hoş değildir.
Dikkatinizi çekmiştir. Seçim arefesinde bir “merkez” lafı, bir “merkeze yaklaşma” kavramı ortalara düştü. Aslında bununla, daha sağlam duranların, kolay savrulmayanların, kayırılanların kastedilmesi gerekirken hemen her parti yöneticisi bu sözden fayda umarak ağzında geveleyip durmaktadır. Bununla demek isterler ki kendileri “marjinal” olmaktan çıkmaktalar. Sözde daha geniş bir çevreye hitap edecekler, daha geniş bir kitleyi temsil edecekler. Geniş kanat, geniş cephe hareketi… Yelpaze daha geniş açılırsa daha kolay havalanacaklarını (!) sanıyorlar. Sağdan sola, soldan sağa savrulmaları doğal göstermeye çalışanlar bir yandan da prensip sahibi ama hoşgörülü olmak, öyle görünmek çabası içindeler.
Bazı TV kanalları çeşitli illerimizde siyasî partilerin adaylarını bir araya getirerek onların kendi ağızlarından düşüncelerini, görüşlerini yansıtıyorlar. Böyle programlardan birinde, sorgu yargıcı rolündeki basın temsilcilerinin, birçok konuda hafife almaya çalıştıkları milletvekili adaylarından çok daha basit düşündükleri apaçık ortaya çıktı. Hemen açıklamalıyız ki elbette aralarında düzeyli yazarlar ve gazeteciler bulunuyordu. Bir ön yargı ile başkalarını küçümsemek ve onlardan sağlam fikirler çıkacağını düşünmemek hiç de hoş bir davranış değil. Bu gibi toplantılarda doğru görüşleri ortaya çıkarabilmenin ilk şartı adayları sorguya çekmek değil onları anlamaya çalışmaktır. Kendi görüşlerimiz doğrultusunda insanları yönlendirme gayreti habercilik anlayışına ters düşer. Gazeteci tarafsız ve demokrat davranmazsa, kendi görüşlerini telkin etmeye kalkarsa gerçeği yansıtamaz. Kendi isteklerinin gerçekleşmesi yolunda demokrasinin pek de önemi olmadığını zımnen (davranışlarıyla, dolaylı olarak) ifade eden, bir yandan da halkçı geçinen parti yöneticilerinden farkı kalmaz.
O parti yöneticileri ki yıllar yılı halkın tepesinden inmemiş, halka neyi düşüneceğini hem de hangi kalıplar içinde nasıl düşüneceğini öğreten, bunun için de elinden sopayı hiç eksik etmeyen mubassırlar gibi davranmışlardır.
Aslında, salonlardan meydanlara aktarılan gösterilerin altında yatan, elit denilen bir zümrenin gerçek dışı saygınlığını ve gerçek olan maddî imkânlarını başka bir sosyal gruba kaptırma endişesinden başka bir şey değildir. Birikim, kazanım dedikleri konularda da duyarlı olduklarına inanmak isteriz ama bizler kendi yol haritamızı kendimiz çizmek zorundayız. Başkalarının rehberliğine hiç ihtiyacımız yoktur.
Açıkça görülmektedir ki bir ferahlama aracı olarak halka sunulan şu önümüzdeki seçimlerin hangi sosyal, hangi ekonomik problemin çözümüne hizmet edeceğini kestirebilen yoktur. Başkalarının yanlışını bırakıp kendi doğrularını anlatabilenlerin ortaya çıktığını henüz görmedik.
Halkımızı, her zaman ortaya konulan aynı “fiks menüye” buyur etmekteler. Ne sunulmuşsa onu yemek zorundasınız.
Onlar da buyursunlar! Buyursunlar da her şey yine buyurdukları gibi olsun.


www.ufukotesi.com - 07 / 2007  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.