Kurmaca bir dünyayı, yermişçesine sürdünüz önümüze… Biliyorum, zaaflarınız, ezik yanlarınız, gizli gizli ağlayışlarınız var! Yine biliyorum, tükenmişliğinizi itiraf edemeyecek kadar zavallı ve merhamete muhtaç olduğunuzu… Tunç benziniz bir riyanın ışıldaması, çakmak gözleriniz de… Özlemeyi, üzmemeyi, küsmeyi, tükürmeyi, haykırmayı, yani nasıl söylesem; insan olmaktan uzaklaşmayı mıhladınız bir yontunun umarsız gözlerine… |
Bir baş yeşil soğanı… Martı çığlıklarına boğulmuş sahili… Kimsesizler mezarlığında duayı… Hıçkırıkları… Ağız dolusu gülmeyi… Masal ezberlemeyi, ninni söylemeyi… Sövmeyi, ‘hata ettim’ demeyi… Pişmanlığı, öfkeyi, kahrolmayı, umut etmeyi…
Ben size ne diyeyim, unutturdunuz hayatı…
Kurmaca bir dünyayı, yermişçesine sürdünüz önümüze… Biliyorum, zaaflarınız, ezik yanlarınız, gizli gizli ağlayışlarınız var! Yine biliyorum, tükenmişliğinizi itiraf edemeyecek kadar zavallı ve merhamete muhtaç olduğunuzu… Tunç benziniz bir riyanın ışıldaması, çakmak gözleriniz de…
Özlemeyi, üzmemeyi, küsmeyi, tükürmeyi, haykırmayı, yani nasıl söylesem; insan olmaktan uzaklaşmayı mıhladınız bir yontunun umarsız gözlerine… Zeus’un gözbebeklerini aradık çocukça bir saflıkla, arkeoloji derslerinde.
Yokoluşa yaklaştıkça kabardı kibriniz. Kibirlendikçe eridiniz!
Tahta kereveti, bakır somyayı, kuzine sobayı, kaçak tütünü yok bildiniz. Yoktu sizin gözünüzde akşam eve dönen bir babanın omzundaki hüzün… Bir siz vardınız, bir de kurmaca hayatlarınız.
Belki anlarız diye sokulduk kuytu meyhanelerinize. Ayın şavkı yitirmedi sahte gülüşlerinizi. Kristal kadehler gizlemedi ruhunuza raptedilmiş defoları. Bir trikotaj atölyesinin naylon faturaları üzerine düştü aksiniz: Biz hallederiz…
Karanlığa boğulmuş bakışlarınızı, artık sıfıra kazıttığınız pos bıyıklarınızı, feminen renkleri seçişinizi iflasın noter onayı bildik.
Lakin yine direndiniz…
Biz de öyle. Bir işporta hengâmesinde; kim kimi kandırıyor, kim kime ne diyor farkında mısınız? Talan üzerine destanlar dökülüyor, badem bıyıklı dudaklar büzüşüyor.
Hayat sürüyor…
Ve işte o anda, gözlerimi kaybettiğim bir meydanda çığırtkanların haykırışı ile uyanıyorum. Ne kadar yanılmışız meğer… Ve yanılmaya müsait ne kadar ruh çoğalmış böyle…
Duvarları, afişleri, freehand ustalığını, photoshop cambazlığını, indesign kuralsızlığını yığıyorum maharetle. Merdiven altlarında bir yığın ‘yayın’… Hepsi aynı kalemden çıkma, hepsi üslub-u beyan: Yılmayın…
Oysa, yılgınlık da insanlıktır…
Asırlar var, doyasıya bir yağmur yememişiz. Kırkikindiler’i geçtik, ahmakıslatana bile razıyız. Betsiz, bereketsiz insanların ortasında, “Yahu, yanlış yaptım işte” diyecek bir babayiğide muhtaç, bocalayıp durmuşuz…
Nereden, nereye…
Gülhane’nin orta yerinde, Aşık Veysel’e saz çaldırıp fotoğraf çektiren bu çocuklara denk gelinceye kadar her şey normaldi. Büyüyü o çocuklar bozdu. Nereden akıllarına gelmiş, niye öyle bir şey hissetmişler bilmiyorum. Üç kişiydiler. İkisi oynar gibi yapıyor, üçüncüleri fotoğraf çekiyordu. Dayanamadım bir kare de ben asıldım…
Evet, beyler dünya buraya gidiyor… Dilim varmıyor söylemeye ya, gelecek nesil bize kıçıyla gülüyor… Artık kurmaca, yutturmaca dünyalar sadece birkaç ‘fosil’ için ekmek kapısı…
Gülhane, rahmetli Veysel ve o üç delikanlı, bize yeşil soğanı, martı çığlıklarını geri getirecek ruhun halen yaşadığını gösteriyor…
Yırtınan yırtınacakmış, ne gam!
Hayat, ezberi bozacak kadar kutsal, ciddiye alınmayacak kadar da kuraldışı… Bırakın isteyen istediğini yutturmaya çalışsın…
“Uzun ince bir yoldayım…”
|