Jabotinsky, İngiltere-Fransa-Çarlık Rusya’sı-İtalya bağlaşıklığından yana bir yaklaşımla kaleme almış yazılarını. Yazarın, Almanya-Avusturya-Macaristan- Osmanlı ittifakının savaşı yitireceği öngörüsü gerçekleşti. Yazar savaşın çıkış nedeninin İtilaf devletlerinin iddialarının aksine Alman militarizmi değil, “Doğu Sorunu” olduğunda ısrarlıdır. Savaşın Osmanlı Asyası’nı paylaşmaktaki uzlaşı yoksunluğundan çıktığına işaret eden Jabotinsky’ye göre Fransızlar Suriye’ye, İngilizler Mezopotamya’ya, Rusya Doğu Anadolu ve Boğazlara, Yunanlılar ve İtalyanlar İzmir’e göz dikmişken, Almanya Osmanlı’yı tümüyle himaye altına alma gerekçesiyle Doğu’nun tüm zenginliklerine talipti. Ona göre Osmanlının parçalanması artık kaçınılmazdı.
Jabotinsky’ye göre Osmanlı’nın, Doğu’nun, Afrika’nın, tüm denizlerin, karaların, geri kalmış tüm halkların Avrupa tarafından sömürgeleştirilmesi, paylaşılması son derece doğaldır, meşrudur ve Batı’nın hakkıdır. Osmanlının paylaşımındaki anlaşmazlıktan çıktığını söylediği 1.Dünya Savaşı’nı yazar bu açılardan ahlaki bulmaktadır. Jabotinsky ; “Halihazırda başımızdaki belanın kökleri küçük Asya’dadır ve savaşın ilk ve nihai hedefi Doğu Sorunu’nun çözümlenmesidir” sözleriyle, Batı sermayesinin, yani emperyalizmin sonuçta bir ortak noktada buluşacağını düşünmektedir. Yazarın şu satırları bu gün de özünde değişmeyen emperyalist mantığı ve makyavelist yaklaşımı çarpıcı biçimde yansıtmaktadır:
“Bir komşunun ağzını tekrar tekrar sulandıran şey, bomboş kaynaklar ve şu andaki sahibinin bunları yapmaktan aciz olduğunun farkına varmasıdır. Doğanın boşluktan nefret etmesiyle ilgili eski bir inanış vardır. Bu nedenle Türk mirasına olan susuzluk giderilmedikçe bu boşluk asla yok olmayacaktır. Ve bu susuzluk ancak savaş yoluyla giderilebilir. Hali hazırdaki çatışmalar zaten bu susuzluğu gidermek için ortaya çıktı. Bu nedenden, eğer savaş Türkiye’nin bölünmesini sağlamazsa er ya da geç aynı büyüklükteki bir başka savaşın gelmesi kaçınılmazdır.”
Yazar Türkleri yetenek, algılama ve düşünce derinliği açısından Avrupalıların dışında, ikinci sınıf insanlar olarak değerlendirmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasını, paylaşılmasını isterken, bu zenginliklerin, bakir toprakların, doğal kaynakların Batılıların hakkı olduğunu düşünmektedir. Osmanlının dağılmasının tetikleyicisi olarak da, imparatorluk uyruğu değişik etnisitelerin ayrışmasını ve kalkışmasını kışkırtıcı öneriler ileri sürmektedir.
Yazar, Türklerin ticari, endüstriyel veya entelektüel bir orta sınıfının olmayışının, ekonomik gelişme adına atılacak her bir adımın kaçınılmaz olarak Türk olmayanların zenginleşmesi, bunun karşılığında Türk unsurunun zayıflaması sonucunu doğuracağını söylemektedir:
“Yalnızca Türk mahkemelerinde ve devlet dairelerinde acil ve sürekli işi olanların Türkçe öğrenmeleri gerekiyordu, yoksa Türkiye’de Türkçe bilmeye gerek yoktu. Ekonomik yaşamda ise Türk unsurun yeri ve önemi yoktur. Tabi yaklaşık 6 milyon Türk köylüsü bulunan ülkede, küçük esnaf ve zanaatkarlar arasında hatırı sayılır oranda Türk bulunur. Ancak ekonomik faaliyetlerin biraz daha üst düzeylerine baktığımızda hiç Türk bulmuyoruz. Türkiye’nin zenginlik ve toplumsal nüfuzunun başlıca kaynağını oluşturan deniz ticaretinde, Türk sermayesinin veya zekasının izine bile rastlanmaz. Sermaye çoğunlukla yabancı, çalışanları ise kısmen yabancı, kısmen Rum, Ermeni, Musevi, Suriyeli ve Arap idi. Sıklıkla personel, Levanten denilen, bütün Avrupa milletlerinin karışımından bir araya gelmiş insanlardan oluşuyordu. Bir Türk katip bulmak gerçekten çok nadirdi. Osmanlı endüstrisinin henüz gelişmemiş pek az varlığının –madenler, tütün- sermayesi yabancı, çalışanlar ise bütünüyle Türk olmayanlardır.”
Günümüzde Atlantik ötesinde çerçevesi çizilen, kendilerinin tanımıyla projelendirilen, görevlendirilen hoca efendilerce dillendirilen Ilımlı İslam Projesiyle (!) henüz Osmanlıdan ayrılmamış geçen yüzyıl başlarının Arap coğrafyasına ilişkin projeye bir göz atalım ve benzerliklerin değerlendirilmesini okurlarımıza bırakalım:
“Hicaz, coğrafi olarak çöllerle ve denizle yalıtılmış durumdadır ve Mısır veya Suriye ile doğrudan doğruya bağlantısı da yoktur. Dolayısıyla Hicaz’ın bağımsızlığı siyasi olarak- emperyalist sisteme, yani Batıya! ( yazarın notu)- zarar vermeyecektir. Bu aynı zamanda Avrupalıların İslam’ın kutsal yerlerine müdahale etmesi yönünde herhangi bir düşünceden irkilip geri çekilen Müslüman dünyasına da çok uygun bir bağış olacaktır. Şu ana kadar birçok yetkilinin yayınlanmış ifadelerinden anladığımız kadarıyla bütün müttefik kuvvetleri Hicaz’ın bağımsızlığı konusunda anlaşmış durumdadır.”
Birinci paylaşım savaşının kan ve barut kokularından, Avrupa parlamentolarına, oradan savaş bakanlıklarının, dışişleri bakanlıklarının duvarlarına sinmiş yüzyılı aşkın diplomasi fısıltılarından, günümüzün Büyük Ortadoğu Projesine uzanan bir ufuk turu yaptırıyor insana ister istemez Jabotinsky’nin 1916’da kaleme alınıp 1917’de kitaplaşan yazıları…
1.Dünya Savaşının cephe muhabiri Rus Musevisi Jabotinsky, muhabirliğinin yanında
Muhariplik de yaptı.1917 Ağustosunda İngiltere’de kurulan İlk Yahudi Lejyonunda teğmen olarak görev yaptı. Osmanlıya karşı Filistin cephesinde çarpıştı. Lejyonun başında İngilizlerle birlikte Türk Ordusuna karşı Ürdün saldırısında bulundu. Jabotinsky bizzat bulunmasa da kurulan gönüllü Katırcı Birliği-Siyon Alayı- Çanakkale’de İngilizler safında çarpıştı. Yazar anılarında; “Savaşmak için Gelibolu’ya gidiş, Siyonizm için yepyeni ufuklar açmıştır. Eğer biz 2 Kasım 1917’de Balfour Deklerasyonu ile Filistin’de yurt edinmek konusunda söz aldıksa, buna ulaşan yol Gelibolu’dan geçmiştir” demektedir.
Jabotinsky’nin Türkiye ve Türklere bakışının çarpıcı cümlelerine dönelim yeniden:
“Canlı bir vücudu parçalamak konusunda ısrar etmek üzücü bir görevdir. Özellikle ölüme mahkum olan bu insanı tanıyan yazar için üzücü bir durumdur. Eğer insanları iyi ya da kötü olmak üzere iki gruba ayırmak gerekirse, Türkler kesinlikle ilk gruba girer. Türkler genellikle dürüst, alçakgönüllü, konuksever ve cömert insanlardır. Her şeye karşın eski askeri zaferleri de ortadadır. Türkler yetenekli devlet adamları yetiştirmişlerdir -Kuşkusuz artık o dönemler mevcut değil - Onları bir kez tanıdıktan sonra sevmemek olası değildir. Eğer siyaset sempati üzerine oluşturulabilseydi, hiç kimse bu sevimli insanlar tarafından kurulmuş ve sürekliliği sağlanmış olan bir imparatorluğu yıkmak düşüncesine katlanamazdı. Ne yazık ki siyaset başka etkenleri temel almıştır.”
Siyasetin başka etkenleri temel alma özelliği günümüzde, geçen yüzyılların emperyal birikimleriyle zenginleşerek devam ediyor. Jabotinsky’inin yazdıklarıyla, ABD Silahlı Kuvvetler Dergisinde –Armed Forces Journal- emekli Albay Ralph Peters’in Ortadoğu’da istikrarın (!) sağlanabilmesi için sınırların yeniden çizilmesi gerektiğine ilişkin Temmuz 2006’da kaleme aldığı makale arasındaki ilginç benzerlikler, aradan geçen bir yüzyılın sömürgenlerin yaklaşımında herhangi bir değişikliğin olmadığını gösteriyor.
Türklerin Kurtuluş Savaşıyla parçaladıkları Sevr’in öngördüğü haritanın emperyalizmin gündeminden hiç düşmediğini Ralph Peters’in makalesi fazlasıyla açıklıyor: “Ortadoğu’daki istikrarsızlığın temelini oluşturan gelişigüzel çizilen sınırların, bölgedeki azınlıkların durumu göz önüne alınarak yeniden çizilmedikleri takdirde istikrarsızlıkların sonunun gelmeyeceği…”
ABD Silahlı Kuvvetlerinin, kısacası ABD’nin görüşünü yansıtan yazıya göre Türkiye, Irak, Suriye ve İran’da yaşayan, nüfusları 27-36 milyon arasında olduğu tahmin edilen Kürtlerin bağımsız bir devlet sahibi olması gerektiği vurgulandıktan sonra; “Bu, Bulgaristan’dan Japonya’ ya kadar uzanan bölgede en Batı yanlısı ülke olacaktır” denilmektedir.
Geçen yüzyılın emperyalistlerinin heveslerini kursağında bırakan, ulusumuzca yırtılan haritaların yüzyıl sonra yine ortalara saçılması, ulusumuzun izleyeceği yol haritasının da Kurtuluş Savaşı ve Lozan’da çizilen olduğunu da göstermiyor mu?
TÜRKİYE VE SAVAŞ
Turkey And The War
Gerekli Kitap Yayın
0212-5506199
|