-

 

Dr. Orhan Gedikli  

İran’da Türk izleri-1


Türk mimari sanatının temelleri Karahanlılar döneminde atılmış ve onlardan sonra gelen Türk devletleri tarafından devam ettirilmiştir. Bu sanat bir taraftan Selçuklu ve Osmanlı Türkleri ile batıya doğru giderken, diğer taraftan Babür Türkleri ile doğuya ve güneye doğru ilerlemiştir. Her Türk devleti bu sanata farklı kazanımlar getirmiştir. Örneğin; Medrese yapı tipi İslam mimarisine Selçuklular tarafından kazandırılmıştır.

İran her zaman ilgi alanımda oldu. Bunun birinci nedeni bu ülkenin nüfusunun yüzde 35’e yakınının Türk olması, ikincisi ise tarih boyunca İran’da uzun süreli bir Türk hâkimiyetinin bulunması idi. Humeyni’nin gerçekleştirdiği devrimden sonra ülkenin yapısı nasıl şekillenmişti? İran nereye gidiyordu? Bizdeki bir takım batıcı kalemlerin iddia ettiği gibi geriye mi gidiyordu, yoksa İslam ile birlikte çağdaş bir düzen mi oluşturmaya çalışıyorlardı? Türkiye’ye bakışları nasıldı? İran Türklerinin konumu ve sosyal - ekonomik durumları ne düzeyde idi? Bunları yerinde görmek ve sınır komşumuz hakkında bilgimi artırmak istiyordum. Bir uluslar arası konferansta görüştüğüm öğretim üyesi arkadaşlarımın hemen hepsi İran hakkında menfi düşüncelere sahipti. Ama hiçbirisi orayı görmemişti. Bu da benim İran’ı görme isteğimi daha da artırıyordu. İran gerçekten görülmeye değmez bir ülke mi idi, yoksa Batı ve ABD bizi diğer sınır komşularımız gibi İran’dan da uzak tutmaya mı çalışıyordu?
İran’ın tarihi sürecine baktığımızda Abbasi’lerden sonra 1926’ya kadar, kısa süreli Moğol egemenliği dışında, Türk Devletleri ile yüz yüze geliriz. Bu nedenle günümüzde İran’nın övündüğü tarihi eserlerin hemen tamamı Türk yapımıdır. Türkler bugünkü İran topraklarına 11. yy. başlarından itibaren gelmeye başladılar. Bölge genel olarak Arap egemenliğinde idi ve Abbasiler yıkılana kadar da öyle gitti. Abbasilerden sonra bölgeye sırası ile Büyük Selçuklu (1038-1157), Salgurlu (1148-1286), İlhanlı ( 1256- 1336), Timurlu (1370-1507), Karakoyunlu (1380- 1469), Akkoyunlu (1403-1514) ve Safevi Türkleri (1501-1722) egemen olmuşlardır.
Aslında Türkler Müslüman olmadan önce 674 yılında köle ya da paralı asker olarak Basra’ya getirilmişlerdir. Türklerin gelmesi ile birlikte sanatta etkileşim başlamıştır. Bu Türkler Araplarda olmayan bezeme sanatını (Yaş sıva üzerine yapılan güzel süsler) Basra’ya getirmişler ve ilk uygulamalarını da Samarra ve Ebudülef camilerinde vermişlerdir. Yine Türkler gelene kadar bu bölgedeki camilerin dış duvarlarında pencere yoktu. Camilerin dış duvarlarına pencere açan Türkler böylece İslamiyet’i, insanı korurken tutsak eden bir kale olarak değil, aydınlığa ulaştıran bir din olarak algıladıklarını gösterdiler.
Ancak İslam sanatının Türk sanatından yoğun olarak etkilenmesi 944 yılında Karahanlıların İslam dinini toplu olarak kabullenmeleri ve devlet dini olarak ilanından sonra olur. Böylece TÜRK İSLAM SANATI doğmaya başlar. Aslında daha önce 921 yılında İdil Bulgar Türk devleti hakanı Almas Silgi ve halkı İslam dinini kabul etmişlerdi ancak devlet dini olarak ilan etmemişlerdi. Türklerin mimaride Araplardan daha üstün olmalarının bir diğer sebebi de mezar yapımına önem vermeleridir. Araplarda mezar yapımı inanışları gereği yasaklanmıştır. Oysaki Türkler Tevbe Süresi 84. ayeti uygun bir şekilde yorumlamaları nedeni ile atalarının mezarlarına ciddi önem vermişlerdir. Bu nedenle Türklerde Kurgan olarak adlandırılan mezar sanatı İslamiyet’ten sonra da devam etmiş ve Müslüman-Türk Mimari dehası şekillenmiş oldu.
Türk mimari sanatının temelleri Karahanlılar döneminde atılmış ve onlardan sonra gelen Türk devletleri tarafından devam ettirilmiştir. Bu sanat bir taraftan Selçuklu ve Osmanlı Türkleri ile batıya doğru giderken, diğer taraftan Babür Türkleri ile doğuya ve güneye doğru ilerlemiştir. Her Türk devleti bu sanata farklı kazanımlar getirmiştir. Örneğin; Medrese yapı tipi İslam mimarisine Selçuklular tarafından kazandırılmıştır. Yine Babür Türkleri Seydi Seyyid camisinde mermerden dantelâ gibi oyarak pencere şebekeleri yaparlar ve İslam sanatına mermer işçiliğinde önemli yenilikler getirirler.
Atalarımızın İran’daki mimari eserlerini görmek ve oradaki kardeşlerimizle kucaklaşmak için 18-5-2004 tarihinde İran havayolları ile Tebriz’e hareket ettik. İlk şaşırdığım şey uçaktaki hanım hosteslerin giysileri idi. İran hava yolları kendilerine uygun bir sitil geliştirmişti. Böylece İran ilk bakışta batı ülkelerinden ayrılıyordu. Tebriz hava limanından taksilerle otele doğru hareket ettik. Yazar Mehmet Şefket Eygi’nın uçakta söylediklerinde haklı çıkacağı hemen belli oluyordu. Eygi İran’ın her yerinde Türkçe konuşarak gezebilirsiniz diyordu. Bindiğimiz taksi şoförü bize Türkçe hoş geldiniz dedi ve arkasından Türk olduğunu söyledi. Teybe kaseti sürdü ve sen âşıksın arkadaş parçasını çalmaya başladı. Yol boyunca sohbet ettik. Gidişimizden çok memnun olduğunu söyledi. Otele kadar meydanlarda, evlerin duvarlarında Humeyni ve şehitlerin posterleri asılı idi.
Kalacağımız Tebriz Pars oteline geldik. Bu otel yeni yapılmış ve İran’ın en lüks otellerinden biri idi. Resepsiyonda giriş işlemleri yapılırken ben de otel lobisini inceliyordum. Tüm doğu toplumlarında olduğu gibi burada da ilk göze çarpan etrafın Humeyni ve Cumhurbaşkanının resimleri ile donatılmış olması idi. Maalesef bu bir geri kalmışlık göstergesi idi. Suriye’ye gidiyorsunuz her taraf Esat’ın resimleri ile dolu. Oysaki ileri batı ülkelerinde böyle bir durum ile karşılaşmanız mümkün değil. Tabiî ki ülkenin önemli şahsiyetlerinin resimleri asılacak. Ancak bunun abartılması faydadan çok zarar getirmektedir. Otelde hoşuma giden en önemli şeylerden biri ise her odada bir seccade ve kapı üstünde kıblenin yönünü gösteren işaretlerin bulunması oldu.
Ertesi gün erken kalktım ve sabah namazını kıldıktan sonra güneşin doğuşunu bekledim. Her yerde olduğu gibi Tebriz’de de gün doğumu gerçekten güzelmiş. Otelin altıncı katından Tebriz’i seyrediyorum. Erzurum’a benziyor. Etrafı dağlarla çevrili, oldukça geniş bir ovaya kurulmuş bir milyonun üstünde nüfusa sahip şehir.
Güzel bir sabah kahvaltısından sonra şehri gezmeye başlıyoruz. Yol boyunca Tebriz Kütüphanesi ve Üniversitesi, Üniversite camisi, Humeyni caddesi ve İntercontinental oteli. Bunlardan sonra Gök Mescid’e (Kabood camisi) geliyoruz. Cami Sultan Cihan Şah Kara Koyunlu tarafından 1400 yıllarında yaptırılmış. 1970’de tekrar düzeltilmiş. Daha sonra depremde hasar görmüş. Burası sadece cami değil büyük bir külliye. Çinileri tama yakın dökülmüş. Restorasyon çalışmaları var. Etraf düzenlenmesi tamamlanmış. Muhtemel bugün diğer restorasyonu da tamamlanmıştır.
Oradan büyük milli şair Şehriyar’ın (Haydar Baba) (1909-1991) mezarını ziyarete gittik. Şehriyar Tahran’da üniversite öğrencisi iken bir kıza aşık oluyor ve bu aşk onu şiire başlatıyor. Aşkı uğruna üniversiteyi ve Tahran’ı terk ederek Tebriz’e yerleşiyor. Bu aşk onu İran’ın en büyük şairi yapıyor. 1991 yılında Tebriz’de ölen büyük şair şu andaki türbesinde diğer şair arkadaşları ile birlikte yatıyor.
Buradan kapalı çarşıya gidiyoruz. İstanbul’daki kapalı çarşının bir benzeri ama çok büyük. Aklınıza gelebilecek her şey var. Çarşının tam karşısında modern bir çarşı yapılmış ancak kapalı çarşının ihtişamı onu gölgelemiş. Oradan Cuma mescidine geçiyoruz. Burada da restorasyon çalışmaları var. Tebriz gündüz çok kalabalık bir şehir. Trafik sorunu her yerde olduğu gibi burada da var. Şehirde döner kavşaklar çok geniş olarak düşünülmüş. Bir kavşaktaki çim daireyi ancak 15 işçi sulayabiliyordu. İlk günkü izlenimlerime göre anlatılandan çok daha iyi bir İran gördüm. Hanımlar yoğun olarak iş hayatında var. Herkes eve kapatılmış değil. Çarşaf giyme oranı yüzde 10-15’i geçmiyor. İş yerlerinde satış elemanlarının çoğu kadın. Kısacası basının anti propagandasına inanmak doğru değil. Hanımlar çarşafa kapatılmamış, eve hapsedilmemiş, hakları ellerinden alınmamış. Dünyada kadın hakları ne ise burada da hemen ona yakın.
Tebriz gezimizi El gölünde güzel bir Türkmen sofrası ile noktalıyoruz. Bu gölün eski adı Şah gölü imiş. Etrafı ağaçlarla çevrili olan gölün ortasında çok güzel bir köşk yapılmış. Yemekte Tebriz çorbası, köftesi, kebabı, pilavı, salatası, meyvesi ve tatlısından oluşan harika bir yemekten sonra otelimize dönüyoruz. Dönüş yolunda tarihi kız köprüsünü görüyoruz. Saat 17’de Tahran’a gitmek için Tebriz havalimanına geliyoruz. Arkadaşlara ikram etmek için kuru incir alıyorum. En kaliteli incirin Tariş işletmesinin malı olduğunu görüyorum ve çok hoşuma gidiyor. İran’da çok fazla Türk malı yok. Kapı komşumuz ve nüfusunun 1/3’ü Türk olmasına rağmen bu ülke ile doğru dürüst ticaretimiz yok. Önemli malların çoğu Fransa ve diğer batı ülkelerinden alınıyor. Bu durum yıllardır ülkemizi batıcı politikalarla yönetenlere ithaf olunur. Burada yeri geldi tekrar söylüyorum. Bizi komşularımızla kötü yapan ve düşman eden batılı devletler ve batıcı politikalardır. Derhal bu batıcı politikalardan vazgeçmeliyiz. Komşularımızla ticareti en üst düzeye çıkarmalıyız. Bizim menfaatimiz bunda. Batıda değil.
1,5 saatlik bir yolculuktan sonra Tahran havalimanına iniyoruz. Havalimanı beklenilen güzellikte değil. Bana göre İran’ın daha çok yol alması gerekiyor. Havalimanındaki bir ibare dikkatimi çekiyor. İbarede bu ülkede İslami kurallar geçerlidir diyor. Daha önce de bahsettiğim gibi İran her halükarda ben bir İslam devletiyim diyor, bundan korkmuyor ve utanmıyor. Oysaki bana göre ülkemizin son yıllardaki en önemli hastalıklarından biri Türk ve Müslüman olduğumuzu deklare etmekten utanmamız ya da çekinmemizdir. Bir diğeri ise geri kalmışlığımızın nedenini İslam dinine bağlamamız. Bu ülkenin geri kalmasının tek nedeni BATICI POLİTİKALARDIR.
2000 yılında bir kış akşamı İstanbul – Zeytinburnu yüzme havuzunda bir gencin boynunda haçlı kolye gördüm. Ona Hıristiyan olup olmadığını sordum. Genç Türk Hıristiyan olduğunu söyledi. Cesareti ve kendine güveni hoşuma gitti. Ben de ona Türk ve Müslüman olduğumu söyledim. Kendimize güvenmeliyiz. Geçmişimizden ve bu günümüzden şeref duymalıyız ve utanmamalıyız. Çünkü tarihimizde utanılacak hiçbir şey yoktur.
Tahran’dan hemen Şiraz’a uçacaktık, ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Uçağımız 4 saat rötar yaptı. Bunun üzerine Tahran özgürlük meydanına gittik. Bu meydanın eski adı Şah meydanı imiş. Etraf düzenlemesi çok güzel. Ortada bir özgürlük anıtı yükseliyor. İhtişamlı bir anıt ancak sanatsal değeri ihtişamı kadar yüksek değil. Tahran’da da Tebriz’de olduğu gibi yollar, meydanlar, kavşaklar geniş ve genelde trafik tek yönlü. Evler iki katlı. İran oldukça dağlık bir ülke ve su sorunu pek yok. Şehirler geniş ovalara kurulmuş. Belediye hizmetleri bizden çok ucuz.
Devam edecek....


www.ufukotesi.com - 06 / 2007  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.