Sonra kitaplarımızı alırdık. Zira “kitap en iyi dosttu.” Ayrıca bilgi de veriyordu. Üstelik dırdır da etmiyor, istediğimiz zaman istediğimiz kadar okuyor, canımız istemeyince kaldırıp bir kenara atıyorduk, bize karıştığı da yoktu, yani gönlümüzce kullanabiliyorduk. Hem bizim gibi çağdaş insanlar kitapsız nasıl idare ederdi! Köpek veya kedimiz varsa onlar da yanımıza almak istediğimiz üç şey arasına girebilirdi. Öyle ya bizler aynı zamanda birer hayvanseverdik. Üstelik o ıssız adada kendimize bir hayvan dost bulabilecek miydik acaba? Kızlar bebeklerini alırdı, erkekler tabancalarını, arabalarını. Hatırlıyorum arkadaşlarımdan bazıları mayolarını almayı ihmal etmemişlerdi. Tabii ki alacaklardı, zira alabildiğine deniz, güneş, kum vardı ve bunun tadını çıkarmamak olmazdı. Daha tedarikli olmak isteyen bazı arkadaşlarımız çok amaçlı kullanılan şu meşhur çakıyı muhakkak almamız gerektiğini söylerlerdi. Çünkü, o bizi vahşi hayvanlara karşı koruyabilir, ağaçları ve türlü meyveleri kesmemize yarayabilir ve daha neler neler… Yanımıza alacağımız üç şey listesi kişiden kişiye göre değişiklik göstererek, gerekçeleriyle birlikte böyle uzayıp giderdi. Bunda okuduğumuz Robenson Crusoe isimli kitabın da etkisi vardı. Zira o ıssız adada bir süre sonra bir Cuma bulacağımızı da hayal ederdik.
Bazen lâf olsun diye öğrencilerime ben de soruyorum bu ıssız ada sorusunu. Onlardan aldığım cevaplar bazen beni ürkütüyor. Çünkü birçoğu yanına cep telefonunu, bilgisayarını, MP3 dedikleri müzik çalarlarını almayı istiyorlar. Öyle ya bu adada baz istasyonları var telefonları çekebilecek, elektrik şebekesi var bilgisayarları çalışacak, internete girecekler vs. Haklılar da çünkü sürekli olarak ellerinin altında bunlar var ve bu aletler onlar için vazgeçilmez şeyler. Geçen yıl üniversitede öğrencilerimle konuşurken, “Dünyadaki en büyük icat nedir?” diye sordular. Ben de “Yazının icadı olsa gerek.” dedim. Bir tanesi atıldı; “Olur mu hocam, en büyük icat cep telefonudur, o olmasa ben ne yaparım…” falan dedi. Önce şaka yapıyor dedim fakat baktım ki gayet ciddi. Sustum, zira bunu tartışmanın hiçbir faydası yoktu.
Eğitimin maksadı, her şeyden önce insanı kendine yeter hale getirmek olmalıdır. Eğer bir kişi sürekli olarak başkalarına muhtaç halde yaşıyorsa o kişi yeterince eğitilememiş demektir.
Yukarıda bahsettiğim çocukların birçoğu değil ıssız bir adada evde tek başlarına kalsalar perişan olurlar. Çünkü bu çocuklara kendi başlarına yetecek eğitim, sorumluluk alma, inisiyatif kullanma, akıl yürütme, evin dışındaki dünyayı tanıma gibi eğitim maalesef verilmemiştir. Fakat bu çocuklar birçok şeyi de bilirler, mesela ağaçların nasıl yetiştiklerini, nasıl fotosentez yaptıklarını, kayaların oluşumunu, ayın ve diğer yıldızların dünyaya uzaklığını, kek ve pasta tariflerini, bilgisayarın birçok inceliklerini ve daha neleri. Fakat bu çocukların yine birçoğu evlerinde bir yumurtayı kırıp pişiremez, kopan bir düğmelerini dikemez, hazır çorbaları kaynatmanın dışında kendi başlarına bir yemek yapamazlar. Çünkü bu çocuklara bu bilgiler verilmiştir ancak bunları uygulama imkânları verilmemiştir. Özellikle şehirlerde yaşayan çocuklar, hayatı tanıma ve öğrendiklerini uygulama konusunda oldukça sıkıntı yaşamaktadırlar. Zira birçok şeyi hazır bulan ve buna alışan, apartman dairelerinde ayakları toprağa basmadan yetişen bu nesil maalesef şehrin dışına çıktıkları zaman sudan çıkmış balığa dönüyorlar.
Eğitim, bilginin pratiğe dökülmesidir aynı zamanda. Bu sebeple de eğitimde sadece öğretime önem verir ve diğerini görmezden gelirseniz kişiyi bir bilgi deposu haline getirirsiniz. Haliyle de sonuçta istenen hedefe ulaşılamaz. Bunun bariz örneklerini hemen her gün öğrencilerimde görmekteyim. Birçok öğrencim sadece ev-okul-dersane üçgeninde gidip geldikleri ve evde ebeveynleri tarafından her istedikleri yerine getirildiği için, kendi gömleklerini ütüleyemiyorlar, ayakkabılarını boyayamıyorlar, sabah kahvaltılarını kendileri hazırlayamıyorlar, yatak odalarını, çalışma odalarını toplayamıyorlar; kısaca her şeyi yine ebeveynlerinden bekliyorlar. Oysa bu çocukların bir çoğu 16-17 yaşlarında; onsekizinde, yirmisinde olanlar bile var. Oysa pek de iyi gözle bakmadığımız eski terbiye sistemimizde bu yaşlara gelen kişiye yüklenen sorumluluklar, verilen vazifeler onları ayakları yere daha sağlam basan kişiler haline getirebiliyordu. Günümüzde ise hemen her yıl değişen, biri oturmadan öbürü getirilen sistemler dolayısıyla eğitim-öğretim Arap saçına dönmüş bulunmaktadır. Oysa bazı şeylerde, yanlış da olsa, uzun tecrübeler yapmakta fayda vardır kanaatindeyim. Biz ise rüzgârın esişine göre hareket edip, kendi bünyemizi, geleneklerimizi göz ardı ederek bir şeyler yapmaya çalışırken birçok şeyi de harap ediyoruz ve maalesef sürekli deneme tahtası haline getirdiğimiz bu çocuklar bizim geleceğimiz. 0-18 yaş arası bireyler hukuken çocuk kabul edilmektedir. Ancak sürekli çocuk muamelesi gören bu bireylere şahsiyet kazandıramadığınız zaman, daha sonra da çocuk kalıyorlar. Böylece de onlara hiçbir zaman güvenemiyoruz, çünkü sürekli hata yapacaklarından korkuyoruz. Acaba asıl hatayı bizler mi yapıyoruz, yoksa onlar mı yapıyor?
Biz çocuklarımızı “eğitmek” isterken, onları sistemsiz, plansız bir şekilde iyice “eğip” bükerek eciş bücüş bir hale mi getiriyoruz diye düşünmeden edemiyorum. Ne dersiniz?
hayriatas@gmail.com
|