Bir önceki yazımızda İpek Yolu ticaretinde kervansaraylardan bahsetmiştik. Kervansaraylar İpek Yolu’nun körelmesiyle eski önemini kaybetse de menzil hanları olarak işlevini sürdürmüş, hatta edebiyatımızda da yerini almıştır. F. Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” adlı uzun, destansı şiirini ve o şiirde anlatılan halk şairi Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın acıklı hikayesini okuyucularımız biliyordur. Bilmeyen gençler de bir an önce öğrenmelidir. Yazarın konakladığı han Ulukışla civarında bir yerde olmalı ki Reşat Nuri Güntekin Anadolu Notları kitabında mototrenle önünden geçtiğini anlatmaktadır. Köylü bir yolcu yazara hanı göstererek “işte Faruk Nafiz’in hanı beyim” der. Düzgün kıyafetli, kıravatlı bir başka yolcu ise “hayır, o falancanın hanı” diyerek aklınca yanlışı düzeltir. Halkımız sürprizdir, insanı şaşırtır. Benzer olaylara hepimiz tanık olmuşuzdur.
İPEK İPLİKLE YAPILAN OYALAR VE DOKUMALAR
Türkiye bir İpek Yolu ülkesi olduğundan ipekle yapılan çeşitli üretim çağlar boyu gündelik hayatta kullanılmıştır. En mütevazı köy evinden bey konaklarına kadar herkesin ihtiyacını karşılamak üzere. Yakın zamanlara kadar el tezgahlarında üretilen dokumalardan yapılan çarşaf, peşkir, peştemal, yağlık, mendil, çevre başörtüsü, kadın ve erkek giyim eşyası özellikle taşrada kız çeyizlerinin başlıca eşyaları arasındaydı. Bugün bile Anadolu’nun geleneklerini koruyan birçok yerinde ipek böceği kozasından iplik üretimi artık ticari amaçla yapılmasa bile çeyiz sandıkları için özel olarak gerçekleştirilmektedir. Azalarak da olsa kız ve oğlan taraflarının düğünlerde karşılıklı gönderdikleri bohçalarla (dürü) ipek iplikle yapılmış süslü yazma ve kırepler hediye edilmektedir. Yazları bağa göçme geleneğinin sürdüğü birçok yerleşmede ve eski İpek Yolu’ndan birer anı olan küçük müze kasabalarda ipek böceği beslenmekte ve aile ihtiyaçları için numunelik de olsa ipek üretilmektedir. Hünerli halk kadınları ipeği kozadan çekip bükmekte ve de boyayarak iğne, mekik, tığ, firkete gibi gereçlerle benzersiz güzellikte oyalar yaratarak nenelerinin mirasını yaşatmaktadır (acaba ne zamana kadar?). Bu oyalar ilhamını doğadan, sebze ve meyvelerden almakta ve bölgelere göre farklılıklar göstererek taşıdıkları adlarla bir kat daha sevimlileşmektedir. Mekik oyaları batılılar tarafından bilinse de üç buutlu çiçek örnekleri bize mahsustur. İğne ve firkete oyalarıysa hiç tanınmamaktadır. Oyaların süslediği kadın başları hakkında elimizde bulunan en eski örnek 13.yüzyıla ait bir Selçuklu kadın heykelindedir ve İstanbul’da Türk-İslam Eserleri Müzesi’ndedir.
Evet, Selçuklu’da heykel de var. Sebebi Selçukluların Hanefi-Maturudi itikatta oldukları için sanatkarları özgür bırakmaları imiş
Tanzimatla başlayan kültürümüze yabancılaşma Cumhuriyet’le devam etmiş, açılan kız meslek okullarında halk kaynaklarına eğilmek bir yana batı özentisiyle şapka yapımı, filtre işi, Paris puanı, vs. öğretilmiştir. Pek az aile ellerindeki hazinenin kıymetini bilebilmiş, yüzüne bile bakılmayan sandık eşyası eskicilerin eline geçmiştir. Görmedikse de Atina’daki ünlü Benaki müzesinin İstanbul’da bohçacılardan toplanan eşyalarla kurulduğunu duymuşluğumuz var. Sonradan sonraya misafir gelen yabancı devlet büyüklerine hediye vermek ihtiyacı doğduğunda okullarda Türk nakışları öğretimi ve üretimine geçilmişse de oyalar ve tezgah dokumaları bir türlü ele alınamamıştır. Ancak Olgunlaşma Enstitüsü bugün Milli Eğitim’in yüz akı bir kurumudur ve zamanla ihtiyaçlara göre de kendini yenilemiştir.
Bizim dokumacı bir millet olduğumuzu bizden başka herkes bilir. Bursa ipeklileri evladiyeliktir, Antakya imalatı da öyle (ne yazık ki ipekçiliğimiz son nefesini vermek üzeredir, üretim acınacak miktarlara düşmüştür). Yolu düşüp Lizbon’da Gülbenkyan müzesinin Şark eserleri salonundaki 16.yy. Bursa ipeklilerini görenler ne demek istediğimi anlar. Kumaşlar özel aydınlatılmıştır. Batı eserleri salonunda sergilenen Bursa kumaşlarının kötü İtalyan taklitleri ise esas dokumacıların kim olduğunun ispatıdır. İtalyanlardan sonra ihtilal öncesinde Fıransız tüccar Ankara’ya musallat olmuş ve önce sof sonra tiftik kaçakçılığına başlamıştır. Bizim devrimperestlere buradan duyurulur. Fransız burjuvasını pek takdir ederler de. En kurnazı İngiltere de Baltalimanı antlaşmasıyla Osmanlı kumaşını bitirmiştir. 19.yy.da binlerce tezgahımızı susturan İngiltere’ye halen gönderilen terzilerin kullandığı tela kumaşı her nasılsa Boyabat çevresinde kalabilmiş birkaç tezgahın üretimi imiş. Şaşılası iş.
Yabancıların el sanatlarımıza ilgisinin artması ve aydınların geç de olsa konuya eğilmeleri üreticilerin para kazanmasını sağlamıştır. İfade, renk ve çeşitlilik bakımından şaheser olan oyalarımız kültür varlığımızın önemli bir yönüdür. Oyalarımızla hiçbir bakımdan yarışamayacak durumda olan Belçika dantelleri için Belçika’nın Buruj (Brugges) şehrinde müze olduğunu bilmekteyiz. Birçok sanayileşmiş ülke halk sanatlarını kaybolmadan derlemek için gerekeni yapmaktadır. Biz de ise ne Kültür Bakanlığı ne de Milli Eğitim Bakanlığı bu konuda herhangi bir temelli çalışma içindedir. Yiğidi öldür ama hakkını yeme hesabı Ankara Belediye Başkanı M. Gökçek BELMEK kurslarıyla el sanatlarına sahip çıkmıştır. Kaynaklar kurumadan bu örneğin çoğalmasını dileriz. Halk zevki hızla soysuzlaşmaktadır. Dinci puropaganda etkisiyle başörtüsü ebatları değişmiş, “kağıt içi” olarak bilinen yazmalar imalattan kalkmıştır. “Çemberimde gül oya”nın yerini fabrikasyon polyester gipür danteli almıştır. Çingene pembesi, narçiçeği, gülkurusu, mor ve arkadaşları kaybolmuş, gam, kasavet renkleri içi karartır olmuştur. Evlerden oyalar, nakışlar, dantel kırlentler de kaybolmakta, yerini Salı pazarında satılan ithal malı, basmakalıp ve çürük Çin, Hint, Nepal malları almaktadır. Daha kötüsü birçok yeni evlinin evi dekorasyon dergilerindeki büro evlerden özenti ve çıplaktır. Tercüme dekorasyon dergileri kötü Türkçeleriyle küresel zevksizliği dayatmaktadır. Amerikan hantallığı Kayserili mobilya fabrikaları aracılığıyla evlerimize lök gibi oturmuştur, yabancı ve manasız marka adlarıyla. Edmondo De Amicis’in 1870’de İstanbul adlı kitabında tarif ettiği “sedirler, seccadeler, kanepeler, yastıklar, sırmalı ipekten şilteli, otur, uzan, sev, uyu, hülya kur diyen Türk evi” artık ancak uzak dağ köylerinde belki vardır. Ben yıllar önce görevli gittiğim Bayburt’ta bu tarife uyan bir köy evi görmüştüm. Olduğu gibi kaldırılıp etnografya müzesine getirilecek güzellikte idi. İleride en zevksiz Türkler yirminci yüzyılda yaşamış denecek, sanatsız kaldık, hayat damarımız koptu. Bu yazı Ufuk Ötesi’nin hanım okuyucuları için yazılmıştır. Belki okuduktan sonra sandıkları karıştırıp ne var ne yok diye bakarlar, bulduklarını evlerinde layık olduğu yere koyarlar. Belki büyükannelerinin ipek çarşafı da vardır o sandıkta. Hepsinin büyükannesi dünyanın en hünerli kadınıydı, berberde vakit ve para harcamazdı. Beyler de bu yazıyı okuduysa ancak seviniriz. İğne oyalarıyla ilgili en güzel yazıları koleksiyoncu beyefendiler kaleme almıştır. En güzel iğne oyaları da Ege’nin kahraman haydutlarının fesine sarılmıştı. Milli kültür hepimizin mirasıydı. Selçuklu Tac Kapısı, vakıf kabristanı, iğne oyası, Bektaşi tekkesindeki insan suretinde aynalı hat milli kültürün bir parçasıydı. Ve biz onu sokakta bulmamıştık. O kıymetli hazine Holzmayster’e, Zukmayer’e, Malşe’ye, Leman’a, özetle Orta Avrupalı hans(!)lara teslim edilmemeliydi. Bugün mimarimiz bitmiş, müziğimiz soysuzlaşmıştır.
|