Salim bey Hindistan tarihinin Türkiye’de çok bilinmediğini, binlerce yıl orayı Türklerin idare ettiğini ve bugüne ulaşabilen tarihi eserlerin büyük çoğunluğunun Türkler tarafından yapıldığını, Türklerle Hinduların binlerce yıl kardeşçe barış içinde yaşadıklarını söylüyordu. Bana mutlaka gitmemi, izlenimlerimi kendileri ve Türkiye kamuoyu ile paylaşmamın çok yararlı olacağını söyledi. Bu tavsiye beni çok daha istekli kıldı ve 09.12.2006’da Delhi’ye uçtuk.
Yaklaşık 5,5 saatlik bir yolculuktan sonra uçağımız Delhi’ye indiğinde ekibimizde heyecan dorukta idi. Havaalanı nükleer teknolojiyi yakalamış bir ülkenin havaalanı görünümünde değildi. Pasaport kontrolü için beklediğimiz salonda, değişik başkentlerindeki saat farklılıklarını gösteren tabloda İstanbul’un olmayışı bizi üzdü. Buradan Türkiye’nin Hindistan Büyükelçisine sesleniyorum; “Önce havaalanına İstanbul ismini yazdırın. Bunu başaramazsanız hiçbir şey başaramazsınız.”
Pasaport kontrolünden sonra bizi bekleyen otobüse binerek Agra’ya doğru yola çıktık. Havaalanı görüntüleri soğuk olsa da karşılama oldukça sıcaktı. Hintli rehberimiz hepimizin boynuna taze çiçeklerden yapılmış birer gerdanlık takarak bize “hoş geldin” dedi. Artık trafik bize göre ters ve kalabalık olsa da güzel bir düzenin olduğu mutlu insanların ülkesindeyiz. Delhi’de gece yarısı olmasına rağmen sokaklar insanlarla dolu idi. Delhi’den 2 -2,5 saatte çıkabildik. 5 saatlik bir kara yolculuğundan sonra Agra’ya vardık.
Otele yerleştikten sonra gezimizin ilk durağı olan Agra kalesine gittik. Agra; Babür Türk İmparatorluğunun ilk başkenti ve Agra kalesi de yönetim merkezi idi. Kalenin uzaktan görünüşü ve giriş kapısının heybeti insanı etkiliyor. Yaklaşık 15 dakikalık yürüyüşten sonra Babür Şah’larının halkın dertlerini dinlediği divanın önüne geliyoruz. Kalenin iç kısmı oldukça geniş. Zaman kısıtlılığı nedeniyle ancak divanı ve saray içini gezebiliyoruz. Beyaz mermerden yapılmış saray içi camisi hepimizi hayrete düşürüyor. Kalenin Yamuna nehrine bakan kısmında son Babür Şahı Evrengzib’in babası Şah Cihan’ı hapsettiği kısım, saray içi Hindu tapınağı, harem kısmı ve haremin bahçesi gibi kısımları ziyaret ediyoruz. Harem önü bahçesi altıgen biçimde şekillendirilmiş ve çok hoş bir görünüm arz ediyor.
Agra kalesi içinde Müslümanlar için cami, Hindular için de tapınak mevcut. Türklerin hakim olduğu her yerde olduğu gibi burada da farklı inançlara ait kutsal mekanları birlikte görebiliyorsunuz. Tam bir Türk ve Müslüman hoşgörü örneğidir bu. Bunu özellikle okuyucuların dikkatine sunuyorum. Tarih boyunca Türkler nereye hükmetmişse oradaki insanların dinlerine, dillerine, yaşam biçimlerine müdahale etmemişler ve zorlama yapmamışlardır. Bunun yüzlerce örneklerini Adriyatik’ten Çin Seddi’ne tüm Türk coğrafyasında bulabilirsiniz.
Havanın sisli olması nedeni ile kaleden şehri doya doya izleyemedik ve Şah Cihan’ın hapsedildiği kısımdan Taç Mahal’in o güzel görüntülerini göremedik. Bunu çekmeyi çok arzuluyordum. Çünkü rivayete göre Evrengzib babası Şah Cihan’ı buraya hapsettiğinde söylediği “Sen eşin Mümtaz Banu’yu çok seviyordun. Onun için yaptırdığın Taç Mahal’i buradan izleyebilirsin. Böylece Mümtaz Banu’ya hasretliğini giderirsin” sözünün doğruluğunu tespit edemedik.
Şah Cihan ömrünün kalan sekiz yılını bu kalede geçirmiş ve ölümünden sonra Mümtaz Banu’nun yanına Taç Mahal’e defnedilmiştir. Şah Cihan Taç Mahal’in tam karşısına, Yamuna nehrinin öteki kıyısına Taç Mahal’in aynısını siyah mermerden yaptırmayı pilanlamış ve oraya gömülmeyi istemiştir. Ancak oğulları arasındaki taht kavgası sonucu 1658’de devrilerek yerine geçen oğlu Evrengzib babasının bu isteğini kabul etmemiştir.
Agra’da ikinci durağımız Taç Mahal, Babürlerin 5. hükümdarı Şah Cihan (1593 -1666) tarafından yaptırılmış bir anıt mezardır. Dünyada aşk için dikilmiş en büyük ve en güzel anıt olarak kabul edilen bu türbe, Şah Cihan’ın büyük bir aşkla sevdiği eşi İran Safevi Türk Devleti Prensesi Arcümend Banu’nun (Mümtaz Banu) hatırasına yapılmıştır. Dünya’nın yedi harikasından biri olan Taç Mahal’in 1632’de başlayan inşaatı 1652’de tamamlanmıştır. Moğol İmparatoru Akbar’ın torunu Kumar tarafından yapılmıştır. Yapının mimarları, Mimar Sinan’ın talebelerinden Mehmet İsa Efendi ve Mehmet İsmail Efendi ile yapıdaki yazıları yazan Hattat Serdar Efendi’dir.
Bir isyanı bastırmak için Burhapur’a giden Şah Cihan’a dokuz aylık hamile eşi Mümtaz Banu’da her zaman olduğu gibi eşlik etmiştir. Mümtaz Banu 14. çocuğunu doğururken ölmüştür. Rivayete göre ölmeden önce eşinden kendi anısına eşi benzeri görülmemiş güzellikte bir anıt yaptırmasını istemiştir. Şah Cihan eşinin ölümünden sonra 2 yıl yas tutmuş. Vefatından 6 ay sonra ise Taç Mahal’in temeli atılmıştır. Eser tamamen beyaz mermerden yapılmış olup tüm figürler oyma sistemi kullanılarak mermerlere işlenmiştir.
Taç Mahal’i görebilmek için 2 saat sıra bekledik. Çok yoğun bir ziyaretçi akını vardı. Hızlı bir şekilde orta kapıdan girerek Taç Mahal’in o muhteşem görüntüsü ile karşı karşıya geldik. Daha önce resimlerinden tanıdığımız bu eseri yakından görmek ve bir eşe duyulabilecek en büyük sevginin yansımalarını hissetmek gerçekten çok büyük bir mutluluk. Taç Mahal’in sol tarafında bir mescit, sağ tarafında ise bir misafirhane yapılmış, arkasında ise Yamuna nehri bulunuyor. Agra kalesindeki altıgen bahçe düzenini burada da görüyoruz. Su, yeşil ve ağaç çok güzel harmanlanmış. Mümtaz Banu ve Şah Cihan’ın kabirlerinde tüm Müslümanlar için dualar edip, Taç Mahal’i esrarengiz güzelliği ile baş başa bırakarak ayrılıyoruz.
Otelde Hindistan’daki binlerce yıllık Türk tarihini kritik ediyor ve İngiliz sömürüsünün başladığı 1858’e kadar geliyoruz. İngiltere Güney Afrika’da olduğu gibi Güney Asya’da da aynı sömürgeci zihniyetle kendisine güneşin batmadığı imparatorluk sıfatını kazandırmıştır. İngiltere önemli bir merkez haline gelmesini sağlayan zenginliğini Hindistan’ı sömürmesine borçludur. Cengiz Çandar’ın ifadesiyle “İngilizler sömürgelerinin merkezini Delhi’ye naklettikleri andan itibaren gerçek anlamda imparatorluk gücüne ve bilincine erişmişlerdir”. İngilizler Hindistan’daki sömürge yönetimi döneminde büyük bir soykırım uygulamışlar ve tahminen 25 milyonun üstünde Hindistan vatandaşını katletmişlerdir. İngiltere ve Avrupa Ülkeleri Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra aç kurtlar gibi Balkanları, Afrika ve Arap yarımadasının büyük kısmını işgal ederek uzun süre sömürmüşlerdir. Bu topraklarda çok büyük soykırımlar ve katliamlar yapmışlardır. Soykırımlar dünyaya batı ülkelerinin hediyesidir. Halen de dünyada yoğun bir İngiliz sömürüsü vardır. Bunun en son örneği ise Amerika ile ortaklaşa yaptıkları Irak işgalidir. Batının tek düşüncesi özellikle Müslümanları sömürmektir. Müslüman dünyanın bu sömürüye artık dur demesinin zamanı gelmiş ve geçmektedir.
Sabah Delhi’ye doğru yola çıktık. Yolumuz üzerinde Babürlerin III. Şahı Ekber’in kabrini ziyaret ettik ve türbenin oldukça bakımsız ve ciddi bir tamire ihtiyacı olduğunu gördük. Hindistan yetkililerinden ricamız bu türbenin de şanına yakışır bir şekilde restore edilmesidir.
Yaklaşık 5,5 saatlik bir yolculuktan sonra Delhi’ye vardık. Delhi Eski ve Yeni Delhi diye iki kısımdan oluşmaktadır. Eski Delhi Babür Türklerinin oluşturduğu kısımdır. Türk eserlerinin büyük çoğunluğu buradadır. Yeni Delhi ise İngilizlerin sömürge yönetimini oluşturduğu kısımdır. İngilizlerin ilk başkenti Hindistan’ın doğusunda Kalkuta’dır. 1911’de başkent Kalkuta’dan Delhi’ye taşınır ve İngiliz Kıralı Delhi’de taç giyerek kendisini Hindistan’ın kralı ilan eder. Kıralın Hindistan’a gelişi şerefine başkent Kalkuta’dan Delhi’ye taşınır.
Yeni Delhi İngiliz, Hint ve Roma mimarisi karışımı bir tarzda oluşturulmuştur. İngiltere’nin Hindistan sömürge valisinin sarayı Backhengam Sarayına benzetilmiştir. Bugün de başkanlık sarayı olarak kullanılmaktadır. Tüm yatırımlar Yeni Delhi bölgesine yapılmış. Bu nedenle bugün Yeni Delhi gayet güzel ve bakımlı iken, Eski Delhi harap durumdadır. Yeni Delhi’de en önemli anıt Hindistan kapısıdır. Bu anıt I. Dünya harbinde ölen 85 bin Hintli için dikilmiştir.
Hindistan’ın nüfusu 1 milyar civarındadır. Bunun yüzde 83’ü Hindu, yüzde 13’ü Müslüman, yüzde 2 -4’ü Sihler ve diğer unsurlardan oluşmaktadır. Müslüman dünyanın ikinci büyük nüfusa sahip ülkesidir. Birinci Endonezya’dır. Hindistan Cumhurbaşkanı Müslüman, Başbakan Sih ve yardımcıları Hindu’dur. Böyle bir harmoni oluşturularak ayrımcılığın önüne geçilmiştir. Hindistan 31 eyaletten oluşmakta ve her eyaletin parlamentosu ayrıdır. Savunma, dış ticaret ve ekonomik işler merkezi hükümet tarafından yürütülür. Eyaletlerin genel valisini parlamento atamaktadır.
Delhi’de ilk durağımız Babür Türk İmparatorluğu II. Şahı Hümayun’un türbesi oldu. Türbenin sağında Lödi asıllı İsa Han’ın anıt mezarı ve camisini ziyaret ettik. Camide ve anıt mezarda tamir çalışması mevcuttu. Oradan Hümayun Şah’ın anıt mezarına geçtik. Burada da çok güzel bir çevre düzenlemesi var. Anıtın görkemi ve mimarisinin çekiciliği ile ters orantıda sade bir mezar taşı olduğunu görüyoruz.
Eski Delhi’nin iç kısımlarına doğru yol alıyor ve Kızıl kaleye geliyoruz. Şah Cihan tarafından 1646 -1656 yıllarında yaptırılmış olan bu kale, başkent Delhi’ye taşındığında hem kale ve hem de saray olarak kullanılmıştır. Kızıl kalenin Hindistan tarihinde önemi çok büyüktür. Eski yönetim merkezi olmasının dışında M. Gandi İngilizlerden bağımsızlığı bu kalede 1947’de ilan etmesi ile de ayrı bir önem kazanmıştır. Kalede halkın kabul edildiği Divan-ı Aam ve devlet işlerinin konuşulduğu Divan-ı Has ve Harem kısımları mevcuttur. Cuma camisinin avlusundan baktığınızda kalenin sınırlarını görmeniz mümkün değildir. Kale çok geniş olduğundan içini tamamen gezmek uzun zaman gerektirmektedir. Bu açıdan geziyi sınırlı tutarak hemen karşıdaki Cuma mescidine gidiyoruz.
Cuma mescidi Kızıl kalenin tam karşısına kurulmuş oldukça heybetli ve etkileyici bir cami. Mimarisinin biraz farklı olduğunu görüyoruz. Geniş bir avlu, avlunun ortasında ve kenarlarda abdest alma bölümleri mevcut. Caminin kapıları yok. Bunun nedeni iklimin sıcak olmasından kaynaklanıyor. Semerkant’ta Cuma namazı kıldığımız bir caminin de kapı yoktu. Bu açıdan bir benzerlik kurabiliyoruz. Öğle namazını cemaatle avluda kıldıktan sonra bir süre Kızıl Kale’yi seyrederken bu güzel ve muhteşem eserleri yapıp bırakan Türk Şahlarının ruhlarına fatihalar okuyoruz.
Cuma camisinin arkasında ise Sultan Raziye türbesi bulunmaktadır. Delhi’ye gidenlerin burayı da ziyaret etmeleri tavsiyemizdir. Sultan Raziye Hindistan tarihinde Müslüman Türk kadın hükümdarlardan biridir. Bu gelenekten olsa gerek daha sonralarda da Güney Asya’da kadın idareciler devlet yönetimlerinde görev almışlardır.
Namazdan sonra Cuma mescidinin etrafındaki çarşıyı dolaşıyoruz. İnsanın adeta beyni duruyor. Korkunç kalabalıklar caddelerde sel gibi akıyor. Satıcıları, sokak doktorlarını, sokak berberlerini, kasapları adeta bir renk ve insan cümbüşü şeklinde seyrediyoruz. Dünyada ilk kez 1 milyar nüfuslu bir ülkeyi ziyaret ediyor ve bu kadar kalabalık bir caddede dolaşıyorum. Biraz korku ve şaşkınlıkla etrafı gözetliyorum. İnsanlar kalabalığa ve fakirliğe rağmen mutlu gözüküyorlar. Fakirliğin en kötüsünü ve zenginliğin de en ilerisini burada görebiliyorsunuz. Adeta “Hint fakiri” tabirini canlı olarak yaşıyorsunuz. Çok yoğun kalabalığa rağmen kimse sizin cüzdanınızı çekmiyor ve kötü bir muamele yapmıyor. Bizi oldukça şaşırtan bu görüntülerden sonra gezimizin diğer bir durağı olan M. Gandi’nin yakıldığı yere gidiyoruz.
M. Gandi zengin bir aileye mensuptur. Ailesi onu Güney Afrika’ya eğitime gönderir. Bu sırada sözüm ona uygar ve medeni batının Afrika’da uyguladığı ırk ayırımı onu derinden yaralar ve 1915 yılında ülkesine dönerek bağımsızlık mücadelesini başlatır. M. Gandi; “Hindistan bir anadır. Onun iki evladı vardır. Bunlar Hindular ve Türklerdir” diyerek Hindistan’da birliği sağlar. Soykırımcı İngilizlere karşı sivil direniş hareketini başlatır. Dünyada İngiliz sömürgeci zihniyetine karşı en büyük sivil direniştir bu. Direniş süresince İngilizler 25 milyonun üstünde Hintli ve Türkü katlederler. Bu, dünya tarihinin en acı soykırımlarından biridir. Sonunda 1947’de M. Gandi Kızıl Kale’de bağımsızlığını ilan eder ve sömürgeci İngilizleri Hindistan’dan kovar. Ancak 1948’de fanatik Hintliler tarafından öldürülür. Delhi’de yakılarak külleri Ganj nehrine atılır.
|