Gezi

 

Banu Erkmen  

Göcek


Bu ay bir başka saklı cennetimiz olan Göcek’teyiz. Bizler tatilimizi kaldığımız otelin havuz kenarından ayrılmadan, akşamları da lokantasında saatleri öldürerek geçirenlerden değiliz. On beş metre ötedeki sıcak kumlara çıplak ayakla basmadan, dağ yollarında ören yerleri aramadan, yüzyıllardır doğanın ve insan elinin olumsuz etkilerine direnerek kendini koruyan eserleri görmeden, onlara dokunmadan gittiğimiz yerlerden dönmeyenlerdeniz.

1980’li yılların ilk yarısına kadar sakin, kendi halinde bir balıkçı köyü idi Göcek. Ne arayanı ne soranı ne de şimdiki gibi yat limanları vardı. Doğal koyları bacasız sanayi turizm sayesinde keşfedilince bugün sahil şeridi oteller, dinlenme tesisleri, bir tanesi belediyeye ait olmak üzere yat limanları ile doldu. Bu kadar olgu kalabalığı da beraberinde getirdi. Artık tekne turları ile koylarda tur atılıyor, akşam olunca otelin restoranında yemek yeniyor ve çoğu insanımız Göcek’in arkasına bakmadan, “tatil yaptım” diye geri dönüyor.
Oysa Kelebekler vadisinde biraz zaman geçirmek, vadinin içinde biraz yürüyüş yapmak günü öldürmek değil. Öldürülen doğa ve bizlere sunduğu güzellikler. Hızla betonlaşan dünyamızda Göcek de payını alanlardan. Yok edilen nice güzellikler gibi zamanında Kelebekler vadisinin de doğal yapısı yok edilmiş.
Vadinin tepesindeki köylülerin anlattığı gibi imiş bir zamanlar Göcek’in Kelebekler vadisi. 1960’lara kadar vadide görülmemiş büyüklükte narenciye meyveleri, incir ve sakız ağaçları ile devasa büyüklükte karpuzlar yetişirmiş. Bütün bunların bahçıvanlığını yapan da Despina adında bir kadınmış. Bizlerin inip çıkmakta zorlandığımız vadinin üstündeki köye yetiştirdiği meyveleri çuvallar dolusu taşıyarak takas usulü satarmış. Bahçede çalışmadığı zamanlar halen varlığını koruyan taş evinde ya da bir kayanın üstünde oturur, gözleri ile denizin ufkunu devamlı tararmış. Derler ki gençliğinde âşık olduğu balıkçı sevgilisi “döneceğim” diye çıktığı bir seferden dönmemiş ve Despina onu hep o kayanın üstünde ya da bir göz taş evinde ölene dek beklemiş. O öldükten sonra burada çok güzel bahçecilik yapılır diyen bir takım aklıevveller o güzelim ağaçları kesmiş, bostanları yok etmiş, yerine de yenisini yapmamışlar. Ömrünü yirmi dört saat içinde tamamlayan kelebekler insanın yaptığı bu ayıptan utanmışlar ve boşluğu doldurmaya çalışmışlar. Kanyonun içine girdikten sonra özellikle Ağustos-Eylül aylarında iki üç kilometre yapılan bir yürüyüş sonucu kelebeklerin dünyasında bulursunuz kendinizi. Ya da Despina’nın oturduğu kayanın sahilinde denize girer güneşlenir ve gidiş dönüş tekne ile üç saat olan zamana israf demez ve yolculuğun keyfini çıkarırsınız…
Taşyaka koyu diğer adı ile Likya koyu ise ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir mavi yolculuğu sırasında burada bir kaya üzerine büyük emeklerle yaptığı balık resmi nedeniyle Bedri Rahmi Koyu olarak da anılıyor. Zeytin ve çam ağaçları ile kaplı koyun tepe noktasına biraz gayret edip de çıktığımız zaman kaya mezarlarla karşılaşıyoruz. Kuş yuvaları gibi üst üste dizili bu kaya mezarları bildiğimiz krallara özgü kaya mezarlardan değil. Buralara halk ya da köleler gömülürmüş. Hatta fazla mezar yapmazlar ölenleri üst üste bu mezarlara yerleştirirlermiş.
Mübadeleye kadar bölgede ikamet eden Rumlar balıkçılık ve tekne yaparlarmış. Batı Trakya’da yaşayan Türkler ise çiftçilik ve hayvancılık yaparken, topraklarını bırakıp onlar buraya Rumlar ise batı Trakya’ya yerleşmişler. Giden Rumlar büyük çiftlik ve toprakların sahibi olurken gelen Türkler arkasını dağlara dayamış küçük yerleşim birimleri ve ufacık adalar bulurlar. Balıkçılığı güç bela öğrenirler de tekne yapımcılığını öğrenemezler. Göcek’e en yakın mesafede bulunan Göcek koyunun da en büyük adası olan Tersane adasına yerleşen de olmaz. Günü birlik turların düzenlendiği bu ada bugün mübadele sırasında terk edilmiş birkaç bina ile bir kilise kalıntısı ve Osmanlı döneminden kalma tarihi Tersane binasıyla denizin kucağında gidip de görülmeden dönülmemesi gereken bir ada. Balıkçıların yaz ve kış diye adlandırdığı koylarında yüzmenin, kumsalında yürümenin keyfi bir başka güzeldir.
Saklıkent ise ne bir cafe-bar adı ne bir site adı ne de Antalya’da kayak merkezi. Muğla-Antalya il sınırında, 18 kilometre uzunlukta yer yer yüksekliği 600 metreyi bulan benzersiz bir kanyonun içinde muhteşem bir doğa harikası. On sekiz yıl öncesine kadar ne adını ne de yerini bilen vardı. Bir çobanın tesadüfen insan eli değmemiş bu doğa parçasını bulması ile kanyonun kaderi de değişti. Kanyonun 100 metre içinde patlayarak yeryüzüne çıkan Esen çayı üzerine çardaklar, kanyon duvarına tutturulmuş tahta iskeleler kurulmuş. İskeleden tek sıra ilerleyerek çayın patladığı yere geliyor ve buz gibi suyun içinde yürüyerek kanyonun derinliklerine yol alabiliyorsunuz. Bugüne kadar çok az kişi kanyonun sonuna kadar gidebilmiş. Ama Göcek’e gidip de Saklıkent kanyonunu görmemek de olmaz.
Kayaköy de mübadele sırasında boşalan Rum köylerinden. Kuruluşu kesin olarak bilinmeyen ve depremler sonucu birkaç ev tipi mezarı dışında tümüyle yok olan antik Karmillassos şehri üzerine 14. yy. dan başlayarak kurulmuş bu yerleşim birimi açık hava müzesi olarak hizmet vermekte. Son on yıldır bölgeye tur götüren rehberlerin en fazla yerel haberle döndüğü Kayaköy ve civarının yüzde 90’nını tarıma ve imara açmak için yapılan günümüzdeki çalışmalar sonunda bölge kısa zaman sonra 1922 öncesi sahiplerine rucû edecektir.
Göcek’i bu kadar yazdık saklı cennetleri ile halen bitmedi. Önümüzde ki ay Göcek’in başka saklı köşelerinde koylarında buluşmak üzere…


www.ufukotesi.com - 03 / 2007  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.