Ne taaccüp ediyorsun buna dünya derler
Onda yenilen herzelere nihayet yoktur.
Yerin altında öküz var mı dedi bir meczûp,
Onu bilmem dedim, fakat üstünde pek çoktur.
Ömer Ferid Kam
“Kısacık ömrü bir destan adam: Ömer Seyfettin… Askerî öğretmen, subay, muharip gazi, tahammülsüz, daima maddî sıkıntı çekmiş bir genç… Genç olmadan yaşlanmış bir ömür, boşanmayla biten bir evlilik… Şair bir mizaç, ince bir zekâ…” (1)
Zayıfça, fakat sağlam bir bünye… Taş gibi pazular… Adaleli ve atletik bir yapı… Ortadan uzun bir boy… Hafifçe çiçek bozuğu bir yüz… Uçları az kıvrık sarı bıyıklar… Bir noktada duramayan iki damla mavi ışık: Gözler… Çiçek hastalığından dökülen kirpiklerden kalan birkaç zayıf sarışın tel… Uzun kırmızı, hafifçe gaga bir burun… Bitmez bir hayretle kalkık, seyrek ve altın kumralı kaşlar… Saçlar da öyle… Zarif eller… Zekâdan taç giymiş çıkıntılı bir alın…
Zaman zaman yazamayan, çok zaman da önemsiz bir olaydan bir hikâye, bir roman çıkaran kalem… Çok kıskanılan, lâkin kıskançlık nedir bilmeyen, yetenekli gördüklerini koruyup kollayan, teşvik eden bir yazar… Açık seçik, net ve kısa ifadeler. Berrak ve temiz bir söyleyiş. Yer yer şairane, pırıl pırıl bir üslûp…
Dünya nimetlerine değer vermeyen bir şahsiyet, arkadaş canlısı bir insan. Bir başka güzelliği de inanılamaz boyutlara varan vefasıdır. Yakınlarının kara gün dostudur; hikâyelerindeki Muhsin Çelebi’dir…
Düşüncelerini yumuşak ve tatlı bir edayla savunmasını, ustaca telkin etmesini, sevdirmesini bilen bir öğretmen… Öğrencilerine karşı gönülden sevgi gösteren bir hoca…
Çok keskin bir mizahçı ve hicivci.
Sözünü dudaktan, gözünü budaktan esirgemeyen bir karakter. “Şehirde dost elleriyle kırılan bir kalp”. Sert davranışları asker olan atadan gelir; “sanata ve rûhen sivil oluşa” yatkınlığı da anadan.
Keder ile neşe arasında raks eden bir ruhî yapı.
Hikâyeyi hayatla birlikte yaşayarak götürüş, bütün olaylara mizah açısından bakış.
Felsefeden, tarihten, Batı edebiyatından Şeyh Galib’e, Naîmâ’ya, Peçevî’ye, Hammer’e, Evliya Çelebi’ye uzanan bir merak. Çağdaşlarını gölgede bırakan bir edebî kültür sahibi.
Başkaları sözde alçak gönüllüdür; o ise gerçekte.
Onca eser 36 yıla, daha doğrusu: 10 yıla nasıl sığdırılabilir!.. Akıl havsala alacak iş değildir: Ne zaman okudu, ne zaman ve nasıl yazdı?.. Sırasında, kullandığı bir cümlenin ardında sıradağlar gibi fikir, engin denizler gibi bir bilgi birikimi olduğu göze çarpar…
Yalnız zekâsı değil, kalemi de, kılıcı da, dili de keskindir… Yeri gelir kalemi konuşur, yeri gelir kılıcı… Ateş saçan dilinin oklarından kurtulan görülmez.
“Mademki Türk’üz, o hâlde bir Türk gibi görür, bir Türk gibi düşünür, bir Türk gibi duyarız ve bir Türk gibi yazarız” diyen Ömer Seyfettin’in “Memlekete Mektup” hikâyesinde yeni bir kurtuluş umuduna, Anadolu’dan doğacak bir umut ışığına bağlandığı görülür: “…bizim bir ruhumuz var ki, ölüm ona kanat geremez. Bizim bir ruhumuz var ki, ‘Öldü!.. Öldü!..’ sanılır da yine ölmez. En umulmadık zamanda birdenbire dirilir. Bugünün İstanbulluları bizim bu ölmez ruhumuzu bilmiyorlar. Türkleri komşu milletler gibi sanıyorlar. Anadolu’yu, Âzerbaycan’ı, Buhara’yı dolduran fertlerin dîni bir, dili bir kardeş olduklarını İstanbullular anlamıyorlar…”
Birinci Dünya Savaşı, özellikle Çanakkale ile ilgili hikâyelerini “Yeni Kahramanlar” başlığı altında yayımlar. “Boykotaj Düşmanı” Yunan hayranlığını kınar. Ferman, Kültür, Vire, Teselli, Pembe İncili Kaftan, Başını Vermeyen Şehit, Kızılelma Neresi?, Büyücü, Topuz, Kaç Yerinden, Teke Tek vb. konularını Türk tarihinin şan ve şerefle dolu sayfalarından alan hikâyeleridir. Hâtiften Bir Sada, Perili Köşk, Sanduka, Kurbağa Duası, Nasıl Kurtarmış?, Eleğimsağma vb. yanlış inanışların temelsizliğini gösterir. Prima Türk Çocuğu, Fon Sadriştaynın Karısı, Forsa, Aleko, Müjde, Hürriyet Bayrakları, Çanakkale’den Sonra’da yurt sevgisi, Türkçülük ve milliyetçilik ülküsü aşılanır. Yalnız Efe, Kurumuş Ağaçlar, Yüz, Çakmak, Düşünce Zamanı vb. konularını halk edebiyatı verimlerinden alanlardır. Ashab-ı Kehfimiz’de aydınların garip düşünceleri eleştirilir; Efruz Bey’de de taklitçilik kınanır.
Türklük konusunda son derece hassastır; Türklüğünden şüphe edilmesinden son derece rahatsızdır; üzgündür… Can evinden vurulmuşçasına feveran eder. Yaralı bir arslan gibi inler: “Babam Kafkasyalı bir Türk’tür…” Kabataş Lisesinden öğretmen arkadaşı Süreyya Saltuk anlatır: “Ömer Seyfettin bu konudaki yayınlara pek üzülür ve bana gelir: ‘Cancağızım, o adama söyle, benim babam Türk’tür!..’ der, bu sözleri söylerken gözleri yaşarırdı…” (2)
Arkadaşlarının “Akbeğ” veya “Yüzbaşıoğlu” dedikleri Ömer Seyfettin Gönen’de dünyaya gelir. Tarih: 11 Mart 1884. Hayata gözleri yine aynı ayda yumacaktır: 6 Mart 1920.
Gerek öğrenim, gerekse askerlik dolayısıyla Ayancık, İnebolu, Balkanların çeşitli yerleri, İzmir, Edirne, İstanbul bulunduğu şehirlerdendir. 1903 yılında Harp Okulundan mezun olur.
16 yaşlarındayken (1900’ler) edebiyat dergilerine manzumeler gönderir. Yayımlanan ilk yazısı “Yâd” adını taşır. 1910 yılında istifa ederek askerlikten ayrılır; Selânik’te “Genç Kalemler” dergisine ve “Yeni Lisan” hareketine katılır. 1928’de “Diken” adlı mizah dergisinde mizahî küçük fıkralar yazıp türünün ilk örneklerini verir…
1914 yılında İstanbul’un tanınmış kadın terzilerinden Calibe hanımla evlenir. 20 Aralık 1916’da tek çocuğu olan kızı Güner dünyaya gelir. 3 Eylül 1918’de ayrılırlar.
Ali Canip (Yöntem)’e gönderdiği mektupta, dilin sadeleşmesi konusunda şunları yazar: “Bu lisanı, hükümet kuvveti, meselâ Maarif Nezareti (MEB), yahut cahillerden teşekkül edecek (oluşacak) bir encümen tasfiye edemez. Zaman ve vakıfane bir sa’y (çalışma) tasfiye eder (…) Sa’yimizin esasını teşkil edecek noktalar pek basit: Arapça, Farsça terkiplerin (tamlamalar) hiç lüzumu yoktur. Bunlar ancak süs içindir. Kimin gösterecek, teşhir edecek fikri yoksa, onları çok kullanır. Eğer terkipler terk olunursa, tasfiyede büyük adım atılmış olmaz mı?”
Üstün İnanç’ın yazdığı “Cancağızım” adlı tek kişilik piyes şu sözlerle sona erer: “Kim demiş Ömer öldü diye?.. Ben aranızda yaşıyorum… Eserlerimle aranızdayım… Öyle de kalacağım… Tabiî siz Türk kaldığınız ve Türkçe konuştuğunuz müddetçe!..”
Bu güçlü kuvvetli adam, savaşlardan kurtarabildiği o sağlam bedenini şeker hastalığının krizlerinin pençesinden kurtaramaz. 6 Mart 1920 Cumartesi saat 13.30’da, Haydarpaşa Tıp Fakültesi Hastahanesinde Akil Muhtar’ın yönetimindeki klinikte son nefesini verir. 8 Mart günü Kadıköy Kuşdilindeki Mahmut Baba türbesinin bahçesinde toprağa verilir. 25 Ağustos 1939’da Zincirlikuyu Mezarlığı A adasına nakledilir. Mezar taşı yazısı şöyledir:
“Ömer Seyfettin burada yatıyor” -6 Mart 1920-
***
* Ömer Seyfettin’den Hikâyeler, yayınlayan Kerkük Vakfı, tel. 0212/584.00.75.
1) Sadık Tural, Zamanın Elinden Tutmak, Ecdat yayınları, Ankara 1991.
2) Tahir Alangu, ÖMER SEYFETTİN Ülkücü Bir Yazarın Romanı, İstanbul 1968, 417-418 .s.
|