“Babam çok sertti” diye başladı.
“Ben bu sebeple en çok annemle konuşabilir, isteklerimi de ona söylerdim. Bayramın yaklaştığı günlerde çocuk gönlümüzce yeni şeyler bekliyorduk anne babamızdan: Bir pantolon, bir çift ayakkabı veya bizim için herhangi bir yeni eşya. Ancak günler geçmiş ve benim beklediğim yeni bir kat elbiseye dair evde hiçbir hazırlık görmemiştim. Oysa pantolonum eskimiş, yer yer yırtılmış ve annem tarafından yamanmıştı. Bayrama bu elbiseyle girmek istemiyordum, fakat babama da söyleyemiyordum bir türlü. Arefe günü gelip çattığında artık iyice ümidi kesmiştim elbiseden ve arkadaşlarımın arasına bu eski elbiseyle çıkmak istemiyordum. Anneme bunu söylemiş, onun cevabını beklemeden de çekip gitmiştim ve daha on, on iki yaşında ancak vardım.”
Bayramların en güzel taraflarını çocuklar yaşıyordu galiba ve sanırım hâlâ da öyle. En çok onlar sevindirilir, en çok onlara ihtimam gösterilir. Şimdi masal gibi anlatılan, “çocukluğumuzda bize alınan ayakkabı ile uyur, yeni pantolonu, eteği veya kazağı giymek için sabahın olmasını iple çeker ve farkında olmadan uykuya dalardık” gibi sözler o heyecanın ve biraz da o günlere duyulan özlemin ifadesi değil mi? Bizatihi sevinç demek olan bayramların artık, insanlara hüznü hatırlatması, yaşatması da modern çağın bir tezahürü olsa gerek.
Şimdilerde yaşı yetmişe yaklaşan ve birkaç torunuyla dedeliğin tadını da çıkaran Ahmet amca da çocukluğundaki bir bayramı anlatmaya böyle başlamıştı. 1960 yılında Diyarbakır Öğretmen Okulunu bitirerek Bingöl’ün bir köyünde öğretmenliğe başlayan Ahmet amca, on yıla yakın doğudaki vilayetlerimizde görev yaptıktan sonra Sivas’a tayin edilmiş, burada gezici öğretmenlik, sınıf öğretmenliği yapmış, bir süre sonra da Sivas Yetiştirme Yurdu müdürlüğüne atanmış. 1982 yılında 12 Eylül yönetimi tarafından emekliye ayrılmak zorunda bırakılmış. Millî Eğitim Bakanlığı aleyhine açtığı ve üç buçuk yıl süren davayı kazanarak on bir yıl sonra 1993’te tekrar öğretmenliğe dönmüş. 1998 yılında ise emekli olmuş. Şimdi Türk Edebiyatı Vakfı’nda çalışıyor. Ahmet amcayı ziyaretlerim sırasında kendisiyle uzun uzun sohbet eder, onun hatıralarını dinlerim. Bunlardan da kendime paylar çıkarmayı severim. Ahmet amca her ne kadar eksikleri olduğunu belirtse de şimdiki eğitim sisteminde çocuğa söz hakkı tanınmasının faydalarını da saymakla bitiremiyor. İşte yukarıda anlatmaya başladığı hatırası da böyle bir sohbette dile gelmişti. Peki sonra ne mi olmuştu? Sonrasını da anlattı Ahmet amca: “Akşam olunca eve geldim ve babama görünmeden yatağıma yattım.”
Annesi çocuğun bayramlık beklediğini, şimdiye kadar bir hazırlık görmediği için de üzüldüğünü lisân-ı münasiple babaya anlatır. İşten yorgun argın gelen baba akşam yemeğini bile yemeden, ceketini kaptığı gibi dışarı çıkar. Anne de bu duruma şaşırmıştır ancak bir şey de diyemez. Baba doğruca terzinin yolunu tutar. Kasabada tek terzi vardır, üstelik de yarın bayramdır. Terziye varır, durumu anlatır, ancak terzi “olmaz, yetiştiremem” der. Israr eder bizimki. Terzi “iş çok”, “daha ağzıma bir lokma sokmadım” der, “yarına hazırlık yapmam lâzım” der ve daha başka bahaneler bulur, en sonunda ise “kumaşım yok, neyden dikeyim senin oğlana pantolonu?” der. Yolumuz buraya kadar, daha önce niye akıl etmedin diye hayıflanacak zaman değildir. Yarın bayramdır ve o çocuğun gönlünü etmek lâzımdır. Son bir hamle daha yapar ve terziyi kaçtığı yere kovalar: “Kumaşı getirirsem yapar mısın?” der bizimki. Terzi başından savmak maksadıyla kabul eder, fakat kumaşı bulamayacağından da emindir; çünkü kasabada kumaş satan adam dükkânı çoktan kapatıp istirahate çekilmiştir bile. Bizimki fırlar hemen dışarı, bir faytoncu bulur, doğru kumaş satan adamın evine. Kapıyı vura vura açtırır, durumu anlatır, adamı don paça dükkâna getirir, ihtiyacı olan kumaşı alıp doğru terziye gelir. “İşte kumaş!” der, “işte de çocuğun eski elbisesi. Buna göre istiyorum.” Terzi şaşırmıştır, sabahtan beri dur durak bilmeden çalıştığından oldukça da yorgundur. Daha akşam yemeğini bile yememiştir. Ancak söz vermiştir, çârnâçar işe koyulur. Baba faytoncuyla eve gelir, hanımına yiyecek bir şeyler hazırlatır, bir demlik de çay yaptırarak doğru terzihaneye gider. Terziyle beraber hem atıştırıp hem sohbet ederler, bu arada sobanın üstünde demini iyice almış çaylar da yudumlanır. Gece yarısını epey geçtikten sonra terzi çocuğun elbisesi bitirir, dükkânı beraber kapatırlar. Baba, terziyi evine bırakır, kendisi de eve gelir.
Sabahın ilk ışıklarıyla beraber horozlar da ötmeye başlar. Çocuk da uykulu gözlerle bir sağına bir soluna döner, gözlerini ovalaya ovalaya uyanır. Sağına döndüğünde yepyeni elbisesinin kendisine gülümsediğini fark eder. Sevinçten şaşkın, gözlerinde yaşlarla koşarak gider babasının boynuna sarılır, ilk defa… Abdestlerini aldıktan sonra bayram namazını kılmak üzere babasının elinden tutarak camiye doğru yola çıkarlar. Bugün bayramdır, hem de çifte bayram…
Hâmiş: Ahmet Derindere, Darende doğumlu. Bu hatırasını anlattıktan sonra hem kendisi ağladı, hem de beni ağlattı. Geçen Kurban Bayramı öncesi torunuyla bayram alışverişine çıkan Ahmet amca, torunlarına hediyeler aldıktan sonra torununa, komşularının küçük kızları için de “Bir hediye alalım.” der. Sık sık kendisini ziyaret eden komşunun küçük kızı için de kırmızı bir kazak beğenirler ve paket yaptırırlar. Eve varınca hediyeyi torunu ile gönderir. Küçük kız bayram sabahı bayram ziyareti için Ahmet amcalara gelir, gözlerindeki pırıltı, yüzündeki sevinçle Ahmet amcanın elini öper. Bir süre sonra kızın annesi de Ahmet amcanın elini öpmeye gelir, teşekkür eder ve der ki “Allah sizden razı olsun, kızım o kazağın aynısını amcasının kızı üzerinde görmüş, çok beğenmiş, ancak imkânımız olmadığı için alamadıydık. Kızım o kadar sevindi, Ahmet dedem beni de unutmamış diyerek dolanıp durdu.” Peki bunları nerden mi biliyorum, olayı yaşayanlardan dinledim.
hayriatas@gmail.com
|