Dünyadaki kıyasıya rekabette, kendine pazar arayan çok uluslu şirketlerin Türkiye’deki agresif yayılmacılığına kimse dur bakalım diyemezken, bu hengâmede küçük esnaf, çiftçi ve köylünün karınca gibi ezildiğinin farkına bile varılmıyor. Sosyal devlet olarak bireyi koruyucu herhangi bir önlem alınamadığı gibi, bu konuyu gündeme getirenler de siyaseten dışlanıyorlar. Halkın seçip meclise gönderdiği vekiller -ki halk kimi vekil seçtiğini bile bilmiyor o da ayrı bir konu- liderin gölgesinde varlık gösteremiyor. |
Liderler de kendilerine bende olan kimseleri, akıl verenlere tercih ediyor.
Dolayısıyla ülkenin menfaati her geçen gün siyasal ve ekonomik yönden kıskaca alınmış oluyor.
Eski Tarım Bakanlarından Prof. Dr. Hüsnü Yusuf Gökalp bir dönem yaşadığı siyasi tecrübelerden de yola çıkarak elli sene öncesine kadar uzanan bir siyasi ve ekonomik kıskaçtan söz ediyor.
Türk siyasetinin de, çeşitli sivil örgütlerinin de, genelde devletin resmi kurum ve kuruluşlarının da, bir tarafta AB (AET), bir tarafta İMF, bir tarafta Dünya Ticaret Örgütü, bir tarafta ABD idaresini ve bu sayılan kurumları ele geçirmiş uluslararası kapitalist şirketlerin çemberinde kaldığını iddia ediyor.
Hüsnü Yusuf Gökalp diyor ki:
“Türkiye’yi ekonomik olarak kırk elli senedir zayıf bırakmışız. Ülke ekonomisine yönelik temel yatırımları yapmaktan vazgeçmişiz veya vazgeçirmişler. Tarıma, Milli Eğitime, Sağlığa, Uluslar arası ticari ilişkilere yönelik ciddi anlamda herhangi bir milli (özgün) çalışma içersinde olunamamış. Özellikle de 1989 yılında IMF’nin ve Dünya Ticaret Örgütünün isteğiyle veya baskısıyla her ne derseniz deyin, Türk parasını koruma kanunu da değiştirilerek, borsanın kurulması sıcak para girişinin serbestleştirilmesi, kâğıttan para kazanmanın önünü açmış oluyor.
Böylece zaten yıllardan beridir üretim konusunda ciddi bir alt yapıya sahip olmayan ekonomi borsanın kıskacına girmiş oluyor.
Bugün, maalesef büyük sanayicilerimizin dahi üretime yönelik çalışmalarına teşekkür etmekle birlikte, kazançlarının % 70’i üretimden değil de borsadan geliyor ise, Türkiye ekonomik olarak bağımsızlığını kaybetmiş demektir.
Onun içindir ki rahatlıkla gelip senin hükümetine de Başbakanına da çeşitli siyasal dayatmalarda bulunuyorlar.
Ülkesinin menfaatini düşünen herkes bir noktadan sonra yeter artık diyor. Biz bu söylenenleri değil de aksini yapmalıyız.
Türkiye’nin çıkarı için üretmeliyiz. İstihdama yönelmeliyiz. Sürekli yatırım yapmalıyız. Bu çarkı borçla çevirmekten kurtulmalıyız.
Türkiye gibi bir ülke, etini sütünü, süt ürünlerini ve tavuğunu dışardan alır ise, dışarıya ne satacak ne pazarlayacak da bu cari açığını kapatacaktır?
İşte bu noktada kendisine soruyoruz?
“Görevde bulunduğunuz dönemde bu tür baskılara niçin karşı durmadınız?”
Cevap gerçekten düşündürücü:
Siz bu dayatmalara hayır deyince maalesef göze batıyorsunuz.
Bu arada bir durum tespitinde daha bulunuyor Sayın Gökalp:
“Türkiye’de asıl engel siyasette demokrasinin olmayışıdır.”
Ve bir öz eleştiri yapıyor. Diyor ki : “57. hükümet olarak bizim 15 günde 15 kanun çıkardığımız günler oldu. Hemen her türlü kanunu çıkardık. Bir kısmı iyiydi. Bir kısmının eksiklikleri vardı. Bir kısmının zamanı değildi. Peki, niye bu siyasi partiler kanununu çıkarmadık?”
Tekrar ediyor kanaatini. “Türkiye’deki asıl engel siyasette demokrasinin olmamasıdır.” Bugün Türkiye’yi 550 kişi mi idare ediyor? Yoksa meclisteki iki üç lider mi?
Türkiye’nin aktif siyasetinde, bir şekilde partinin genel başkanı olmuş kimselerin, “Bak imzala ha!” Mecliste de “Geçir bu kanunu ha!” türü emirlerine göre hareket eden milletvekili, gerçekten vekil midir? Türkiye asıl bu sorguyu yapabilmeli, siyasetteki bu tıkanıklığı bu engeli kaldırabilmelidir.”
Şaşırmamak elde değil. Bir dönem mecliste bulunmuş Bedrettin Dalan da, editörlüğünü yaptığım “Türkiye’de Siyasal Kilitlenme ve Çıkış Yolları” isimli kitabında aynı vurguyu yapıyordu.
Erol Manisalı Hoca da, AB’ye şu soruyu soruyordu:
“Türkiye’de tam demokratikleşme sloganıyla hemen her konuda düzenlemeler ve yasalar istiyor iken, niçin parti içi demokrasilerdeki bu kilitlenmeyi ortadan kaldırıcı bir yasa önermiyorsunuz? O kadar insanla uğraşacağına, iki üç parti liderinin sırtını sıvazlayıp söz dinletmek daha kolay geldiği için mi?”
Gerçekten Türkiye’de siyasi partilerde hemen her karar liderin iki dudağı arasındadır.
O bakımdan liderlik kavgaları kıyasıya geçer. O bakımdan liderler parti içinde sürekli tüzük değiştirerek kendi koltuklarını korumayı veya istediği kimsenin selef olmasını temin eder.
Bu tür değişimi yapmayan veya kendini koruma zırhına almayan lider partideki ağırlığını koruyamaz. Çünkü herkesin gözü esasında liderin koltuğundadır.
E o zaman kendi içinde demokrasisi olmayan bir siyasal kuruluş, ülkede özlenen demokrasiyi nasıl tesis edebilir ki?
|