13 Mart 1923 günü başlayan gezinin yedinci gününde, yani; 20 Mart 1923 Salı günü, Atatürk ve Eşi Konya’ya gelir. Gazi Paşa, buradaki Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmada gençlere şunları söyler:
“Arkadaşlar! Bir milletin namuskâr bir mevcudiyet, şayanı hürmet bir mevki sahibi olması için, o milletin yalnız âlim ve mütefennin bulunması kâfı değildir. Her ilmin, her şeyin fevkinde bir hassaya sahip olması lâzımdır ki, o da o milletin muayyen ve müspet bir seciyeye malik bulunmasıdır. Böyle bir seciyeye malik olmayan fertler ve böyle fertlerden mürekkep milletler birer fesat ocağı olurlar. Benim bildiğime göre memleketimizde çok senelerden beri açılmış ve elân mukaddes ateşlerle yanan, ve alevi her mensup olanın kalb ve vicdanını münevver kılan Türk Ocakları'nın esas gayesi millete böyle müspet bir seciye vermektir. Türk Ocakları milletin harsı üzerinde mühim tesirler yapmalıdır. Zaten bunu yapıyorlar ve daha ziyade yapacaklardır. Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tekâsül göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle, telâfiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet nazariyesini, millet mefkûresini inhilâle sâi olan nazariyatın dünya üzerinde kabiliyeti tatbikiyesi bulunamamıştır. Çünkü, tarih, vukuat, hâdisat ve müşahedat hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir. Bahusus bizim milletimiz, milliyetinden tegafül edişinin çok acı eczalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki akvamı muhtelife hep millî akidelere sarılarak, milliyet, mefkûresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden, kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir, tezlîl ettiler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün efal ve harekâtımızla gösterelim: bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır. Mevcudiyeti milliyemize düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairin dediği gibi, (Karşı duvardaki levhayı işaret ederek)“Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi”diyelim. Düşmanlarımıza bu hakikatı ifade ettiğimiz gün, kanaatimize, mefkûremize, istikbalimize yan bakan her ferdi düşman telâkki ettiğimiz gün, millî benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her haili derhal devirdiğimiz gün, halâs-ı hakikiye vasıl olacağız. Ve sizler gibi münevver, azimli, imanlı gençler sayesinde bu halâsa vasıl olacağımıza emin olabilirsiniz.”
Bunlardan başka; “20.Mart 1923 tarihinde Konya Türk ocağında verilen çayda da:Atatürk'ün söylevleri sırasında Türk Ocağı azasından Operatör Eyüp Sabri'nin:’Milletimizin inkılabına muhalefet eden ve kendini din iradiyle mükellef telakki eyleyen bir sınıf var, bu sınıfa karşı ne gibi tedbirler alınmıştır?’Sorusu üzerine Mustafa Kemal ayağa kalkarak sözüne tekrar başlamış ve sonunu şöyle bitirmiştir:‘Benim ve benimle hem fikir arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir.Sizlere bununda ötesinde bir söz söyleyeyim. Mesela bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adımlar atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.”
Görüyorsunuz değil mi, Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün görüşlerini? Bu görüşler, bu ülkede kimlere, yağlı kazık olarak girebilir? İşte böylesine düşünceleri kendileri adına kazık olarak görenler, bundan kaçmak isteyenler, milliyetçilik kavramından da kaçanlar ve bunu topluma öcü olarak gösterenlerdir. Atatürk yine 20 Mart 1923 günü Konya’da “Konya Esnaf ve Tüccarlarına da bir konuşma yapmıştır. Atatürk ayrıca şunları da söylemiştir: “Hakimiyetine doğrudan doğruya sahip olmanın değerini pek iyi anlayan millet, bu kutsal egemenliğine karşı baş gösterecek her tehlikeyi boğacaktır.”
Evet hayinler bu ülkede, bu konuşmanın üzerinden geçen seksen üç yıl sonra azmışlardır. Fakat bu azgınlık, eninde sonunda, Atatürk’ün dediği gibi onları boğacaktır.
Atatürk, 20 Mart 1923 gecesini Konya’da eşiyle birlikte geçirir. 21 Mart 1923 Çarşamba günü de Konya’daki Kızılay’ın Kadınlar şubesinde bir konuşma yapar:“...yürüyeceğimiz yol vardır. Büyük Türk kadının çalışmamızda ortak.yapmak, hayatımızı onunla birlikte yürümek, Türk kadınını ilmi, ahlak, sosyal, ekonomik hayatta erkeğin ortağı arkadaşı, yardımcısı ve koruyucusu yapmak yoludur.”
Ayrıca bu konuşmada şunları da söyler: “Hiçbir ulus, tıpkı başka bir ulusun taklitçisi olmamalıdır. Şundan ki, öyle bir ulus, ne taklit ettiği ulusun tıpkısı olabilir, ne de kendi milliyeti içinde kalabilir. Bunun sonucu, kuşkusuz başarısızlıktır.”
Bu geceyi de yine Konya’da geçiren Atatürk, 22 Mart 1923 Perşembe günü, Mevlana’nın türbesini de ziyaret eder. Burada yemek yiyen Atatürk, yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:
“İslamiyet’in ilk parlak devirlerinde geçmişin mahsulü olan sağlıksız adetler bir zaman için kendini göstermemiş ve yüze çıkmamışsa da, biraz sonra İslamiyet’in gerçeklerine sarılmaktan İslam esaslarına göre hareket etmekten çok, geçmişin mirası olan adet ve inançları dine karıştırmaya başlamışlardır.Bu yüzden İslamiyet’e dahil bir akım kavimler, İslam oldukları halde düşmeye, sefalete, geriliğe maruz kaldılar. Geçmişlerin kötü ve batıl alışkanlıkları ve bu suretle gerçek İslamiyetten uzaklaştıkları için kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar.Bu İslam kavimleri içinde Türkler, milli gelenek ve görenekleri itibariyle bir taraftan İran, diğer taraftan Arap ve Bizans milletleri ile temas halindeydiler. Şüphe yok ki temasların milletler üzerinde etkileri görülür. Türklerin temas ettiği milletlerin o zamanki medeniyetleri ise çökmeye başlamıştı. Türkler bu milletlerin kötü adetlerinden, fena yönlerinden etkilenmekten nefislerini men edememişlerdir. Bu hal, kendilerinde bozukluk, cehalet ve insanlıktan öte zihniyetler doğurmasından uzak kalmamıştır. İşte gerileyişimizin belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor. Milletimizin gerçek din bilginleri, din bilginlerimiz arasında da milletimizin hakkıyla iftihar edebileceği bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil ilim kisvesi altında hakikatten ilimden uzak, gereğince ilim tahsil edememiş, ilim yolunda layığı kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.
Efendiler, gerçek din bilginleri ile dine zararlı ulemanın birbirine karıştırılması Emeviler zamanında başlamıştır. Bilindiği üzere Sıffın vakasında Hz.Ali’nin ordusuna karşı mızrak uçlarına Kur’an-ı Kerim sayfalarını takarak saldırdılar. İşte o zaman dine fesatlık, İslam arasına nefretlik girdi ve o zaman hak olan Kuran, haksızlığa kabule vasıta yapıldı. Halifelik hile ile el değiştirdi. Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar dini hep alet edindiler. İhtiras ve istibdatlarını kabul ettirmek için hep ulema sınıfına başvurdular. Gerçek ulema, dini bütün bilginler, hiçbir zaman bu müstebit taç sahiplerine uymadılar. Onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların keyfini dine alet etmediler. Fakat gerçek durumda bilgin olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için bilgin sanılan, menfaatine düşkün, haris ve imansız bir takım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, dine uygundur diye fetva verdiler. İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, sarayda yaşayan kendilerine halife namı veren baskıcı hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli cahillere iltifat edip, onları himaye ettiler. Hakiki ve imanlı ulema her vakit ve her devirde onların kinini çekti.
Böyle yapan halifelerinin ve din bilginlerinin arzularına muvaffak olmadıklarını tarih bize misallerle izah ve ispat etmektedir. Artık bu milletin ne böyle hükümdarlar, ne böyle alimler görmeye tahammülü ve imkanı yoktur. Artık kimse böyle hoca kıyafetli sahte alimlere önem verecek değildir. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz; derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, o adım benim milletimin kalbine havale edilmiş kanlı bir hançerdir. Benim ve benimle hem fikir arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adamı tepelemektir.”
22 Mart 2006 gecesini de Konya’da geçiren Atatürk, 23 Mart 1923 Cuma günü, sabahleyin erkenden Afyon istikametine hareket etmiştir. Aynı gün içinde Afyon’a ulaşan Atatürk ve beraberindekiler, burada da gereken purotokolle karşılanır. Atatürk; “Felaketlerden ancak milli benliğimize hakim olduğunuz için kurtuldunuz.”der:
"-Muhterem Ahali! Evvelce müteaddid defalar şehrinize gelmiştim. Lakin o zamanlar sizi meyus, düşünceli elemli gördüm. Çünkü düşman yakınınızda idi ve içinize girmek ihtimali vardı. Nitekim düşman içinize girdi, burada aylarca icrayı zulüm, icrayı gadr, icrayı şenaat eyledi. Çok elemler, ıstıraplar, matemler çektiniz, lakin emin olunuz, ben bütün bütün çektiğiniz elemleri, duyduğunuz ıstırapları biliyordum, ben de sizin elemlerinize iştirak ediyor, ben de sizin hıçkırıklarınızla beraber hıçkırıyor, ben de sizinle beraber ağlıyordum. Elhamdülillah bu gün cümlenizi çok şen çok şatır, çok sevinçli görüyorum. Sizi böyle görmekle bende sizinle beraber bahtiyarım, mesudum. Bütün o elemli karanlık günlerden sonra Elhamdülillah işte size şataret, saadet bahşeden güneşli günlere erdiniz. Bizi bu günlere mazhar eden Cenabı Hakkın sizlerden bundan sonra beklediği noktayı da pek iyi biliyorsunuz. Cenabı Hakk artık ciğerden bir daha öyle kara günlere düşmemenizi bekliyor.
Ey Ahali! Gördüğünüz bütün o felaketlerden sonra sizleri o felakete sürükleyen esbabı elbette pek salim fikirlerle anlamışsınızdır ve felaketlerden nasıl kurtulduğunuzu elbette ve vuzuhla takdir etmişsinizdir. Sizler ve bütün millet o felaketlere kendi benliğine hakim olmadığı, mukadderatını şunun bunun eline verdiği, şunun bunun esiri olduğu için giriftar olmuş idi. O felaketlerde ancak milli benliğinize hakim olduğunuz için kurtuldunuz. Gayeye doğru yekpare bir millet halinde yürüdünüz. Üzerinize çöken felaketlere tahammül gösterdiniz, sebat gösterdiniz ve ancak bu sayede muvaffak oldunuz. Bundan sonra hakimiyetinizi hazırcan edinerek hakimiyeti milliyenize, namusunuza mukaddesatınız gibi dört elle sarılarak hem ahenk mesayi ile, yekpare bir halde istikbale doğru yürüyecek, bu günden daha sadetli daha şerefli müreffeh ve mesut günlere kavuşacağız.
Ey Ahali! Cenabı Hak müttehid, mütesanid çalışan şeref, namusunu muhafaza eden kavimleri mesut eder. Bizde bundan evvel olduğu gibi, bundan sonra da bu ittihad, bu tesanüdle çalışırsak Allah’tan böyle bir saadete haklı olarak inzitar edebiliriz. Şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da ben ve arkadaşlarım sizler için, milletin saadet ve selameti için, milletin kendi hakimiyetine sahip olacak bir daha şunun bunun esiri olmaması ve laik olduğu ikbale mazhar olması için gücümüzün yettiği kadar hasrı mesayi edeceğiz. Bu mesaimizde bize kuvvet verecek, bize isnat olacak sizlerdiniz. Sizlerde bu emniyet ve itimadı gördükçe, bütün arkadaşlarımla emin ve kuvvetli olarak çalışacağız. İlerde daha müsait zamana, daha etraflı görüşmek üzere şimdilik Allah’a ısmarladık, ey muhterem ahali! ”
Atatürk ayrıca, Afyon Türk Ocağı’ndaki Çay ziyafetinde de bir konuşma yapar:
“Muhterem Genç Arkadaşlarım! Afyonkarahisar’ın Türk Ocağının geçen kıymetli zamanlar pek çok inşirahımı ve bahtiyarlığıma mucip oldu. Genç arkadaşlarımızın memleketin ehemmiyeti ve ahalisinin kabiliyet ve faaliyeti hakkındaki izahatından fevkalade memnun kaldım. Hakîkaten Karahisâr üç şimendifer hattının noktayı telakkisinde bulunmakla beraber mevkiinin bu ehemmiyetle mütenasip bir manzarayı ümran gösteremiyorsa kabahat halkta, kabiliyet ve faaliyeti pek bariz olan halkta değil, bütün kabahat, bütün Anadolu’yu baştan başa harabe halinde bırakan idare-i sabıkadadır. O idare yüzündendir ki Anadolu bu halde kaldı. Sarayların tertibi içindir ki Anadolu böyle bakımsız bırakıldı. O idareyi kökünden atıp koparan milletin intibah ve teyakkuzu artık bundan sonra Anadolu’nun az zamanda bu harabzâr halden kurtaracağına beratı istilâldır. Ocağımızın henüz bir buçuk aylık ömrü olmasına rağmen ibraz ettiği ve iktâf eylediği semeratı cidden şayan-ı taktir görürüm. Memleketin alimleri, muallimleri, münevverleri tarafından kıymetli mesai neticesinde iktaf edilen bu semarat daha ilk hatvede el ile his edilecek bir şekilde tecelli etmektedir. Bize serbesti hareketimizi, serbesti tefekkürâtımızı, serbesti faaliyetimizi bahşeden milli irademizin sayesinde kusurlarımızı, noksanlarımızı, zararlarımızı, mahrumiyetlerimizi az zamanda telafiye muvaffak olacağımıza eminim.Arkadaşımızın şahsım hakkında gerek Ocak namına gerek halkın hissiyatı namına okuduğu destandan ayrıca mütehassisim. Milletin her vesile ve her vasıta ile böyle emniyet ve itimadını gördükçe kuvvetim artıyor. Vaktim olmadığı için görülen zarurete binaen kıymetli beldenizden bu gece harekete mecbur olduğum için sizlerle uzun müddet hasbihalde bulunamayacağıma müteessirim. Yalnız bu teessürümü şununla tadil etmekteyim ki, memleketiniz güzergah üstündedir. Buraya suhuletle gelinmek her vakit mümkündür. İnşallah ileride daha etraflı ve mufassal görüşmek mümkün olur. Arkadaşlarım! Ben zannediyorum ki efradı umumiye-i milletin hiç birinden fazla yükseğe malik değilim. Bende fazla teşebbüs görüldüyse bu bende değil, milletin muhassalasından çıkan bir teşebbüstür, sizler olmasaydınız, sizlerin vicdan-ı temayülatınız bana nokta-i istinat teşkil etmemiş olsaydı bendeki teşebbüsatın hiç biri olamazdı. Millete ait meziyetleri yalnız şahıslarda temerküz ve tekalif ettiren milletin zaferlerini ve büyüklüklerini yalnız eşhasa atfeden zihniyet eski idarelerin sistem ve usul meselesinden neşet ediyordu. Vaktiyle mevcut devlet ve devletlerin mahiyet-i teşekkülü sırf bir şahsın menafiini ve arzularını tatmine matuf idi. Eşhasın bu arzu ve emellerine hadim olan millet gösterilen büyüklüklerin şerefinden katiyyen nasipdar olamaz, ancak hata ve beceriksizlik olursa onlar millete atfolunurdu. Bu gün bu hal mevcut değilse; millet kendi büyüklüğünü olduğu gibi cihana göstermişse fazlalık bende değil şekli hazırun mahiyetindedir. Bu şekil mevcut oldukça bu mevkiye çıkacak herkesin yapacağı şey bundan başka türlü olamaz. Arkadaşlarımızın hakkımdaki sözleri beni mütehassis etti. Fakat bana karşı söylediğiniz sözlerin asıl samimiyeti bana karşı gösterdiğiniz harekatın asıl ciddiyeti ancak bu günkü şekl-i idarenin muhafazasında göstereceğiniz celadetle sabit olacaktır.”
Atatürk, Afyon’daki Türk Ocağı’ndaki hatıra defterine şunları yazar:
"Afyonkarahisar Türk Ocağı azası ile bugün müşerref oldum. Ocakta geçen dakikalar birbirimizi anlamak ve dinlemek için güzel vesileler bahşetti. Çok memnunum; bilhassa Karahisar halkının, gençliğinin, münevverânının kıymetli tehassüslerini, Hakimiyet-i Milliye'nin muhafazasındaki katî azimlerini kendi heyecanlı lisanlarından işitmek benim için pek çok inşirah ve itminânı mucip olmuştur. Karahisar halkı cidden memleketlerine ve milli mefkureye sahiptirler. Karahisar mevkiyi mühimminin icap ettirdiği bütün inkişaflara mazhar olacaktır. Çünkü burada yanan ocak Türk'ün en temiz kalbinden feyz alıyor.”23 Mart 339 (1923)Gazi M. Kemal
Ayrıca; “Atatürk'ün 23 Mart 1923 tarihinde Afyonkarahisar'ı ziyareti sırasında Afyonkarahisar Belediyesi'nde verilen yemek ziyafeti sırasında, belediye üyelerinden Hafız Bekir Efendi(Gümüşzade)'nin konuşmasına cevabi konuşma yapar. Bu konuşmadan bir süre sonrada, Atatürk ve eşi özel tirenle Kütahya yönüne hareket eder. Atatürk ve eşi yoldayken yani 23 Mart 1923 Cumartesi günü, Gazi Yarbay Topal Osman Ağa Ankara’dadır. Kısa bir süre önce Giresun’dan tekrar gelmiştir. Acaba Gazi Yarbay Topal Osman Ağa’nın Türk Kurtuluş Savaşına askerleriyle yaptığı katkılar niçin tartışılmıyor? O zaman bu katkıların altında ezileceğini görenler, özellikle mi topu taca atıyorlar? Bilindiği üzere, Atatürk’ün Ankara’daki istasyon’dan Çankaya’ya yerleşmesi ile emniyet sorunu hasıl olmuştur. İşte bu aşamada, bu sorunu çözen insan, Gazi Topal Osman Ağa’dır. Atatürk, niçin canını, güvenliğini ve bu anlamdaki emniyetini Osman Ağa ve Giresun uşaklarına teslim etmiştir? Atatürk’ü iki yıla yakın korumuş olan Osman Ağa’dan ve Giresun uşaklarından başka bu ülkede güvenilebilecek insanlar yok muydu? Onlar, yani Osman Ağa ve adamları, Atatürk’e hangi güvenceleri verdiler ki, böyle bir görev kendilerine verildi? Arkadaşlar, onların Atatürk’e verdiği intibanın kaynağı dürüstlük ve bu bağlamda ülkelerini canları pahasına sevmeleri ve Atatürk’e inanmış olmaları gerçeğidir. Fakat, Atatürk’ü en olumsuz dönemlerde korumuş olan Giresun uşakları, bu ülkede bunun nemasını ekonomik açılardan hiçbir zaman alamadılar. Düşününüz bir tane dahi Giresun’dan Cumhurbaşkanı, Başbakan ya da parti başkanı olarak birisi çıkabildi mi? Giresunluların kaç tanesi bu ülkede ekonomik ve sosyolojik anlamda en üstlere gelebildi? Ama organize olmayı bilen bölgeler, bu ülkede çok mesafe aldılar. Osman Ağa ve adamlarının yüzde birini yapmayanların nesilleri, her an her yerde mekanizmayı ellerinde bulundurdular. Halen de bulunduruyorlar. Osman Ağa gerçeğinde ve Osman Ağa’nın mücadelesinde kendi gerçek kahramanlığını göremeyen bazı Giresunlular, son elli yıldır sahte kahramanlarının peşlerinde kuyruk olmaktan öte gidememişlerdir. Şurası muhakkak ki, kendilerinin çaplarını bilmeyenlerin hiçbir zaman kuyruk olmaktan öte vazife beklemeleri de hayal olur. Osman Ağa ve adamlarının mutluluğu ülkenin düşman çizmesinden kurtulması ile söz konusu olmuştu. Bilindiği gibi Atatürk yanında, kendisine çok bağlı olan insanları bulundururdu. Bunlardan Salih Bozok ve Kılıç Ali akla ilk gelenlerdendir. Salih Bozok’un Atatürk öldüğünde intihar girişiminin var olduğu bilinir. Kılıç Ali’nin de, Atatürk’ün nasıl güvenini kazandığı hususunu da Atatürk belirtir. Ya Gazi Topal Osman ve adamları, bu güveni nasıl sağladı? Bunları ayrıca değerlendirebiliriz. Fakat onların, Atatürk’ün Çankaya’ya çıkmasından kısa bir süre sonra, Çankaya’ya gelip yerleştikleri bilinmektedir. Osman Ağa’nın Giresun’dan kendi gayretiyle topladığı bu insanlar, Çankaya’da iki bölük halinde görev yapmışlardır. Bu bölüklerden birisi; Piyade bölüğü, diğeri ise Süvari bölüğüydü. Bu insanlar seçme kişilerden oluşmaktaydı. Giysileri de yöresel olarak kendilerine has diyebileceğimiz şekildeydi. Çankaya’daki Giresun Uşaklarından Piyade bölüğünün komutanı. Mustafa Kaptan’dı. Süvari Bölüğünün komutanı ise Fahrettin Bey’di. Bu iki bölük komutanı, Atatürk’ün baş yaveri Salih Bozok’a idari anlamda bağlıydılar. Gazi Topal Osman Ağa ise, bölüklerin üzerinde gölgesini hep hissettirmekte ve de diğer Giresun uşaklarıyla da cephelere koşmaktaydı. Bunlardan Polatlı civarındaki, Sakarya Meydan muharebesindeki mücadeleler ve verilen şehitler de, bu anlamdaki mücadelenin somut kanıtlarıdır.
Gazi Topal Osman Ağa’nın Giresun’dan topladığı askerler içersinde birisi vardır ki; çok ilginçtir ve onun yaptıkları, kahramanlıkları aklın dahi alması zor gibi görünür. Fakat 1921’lerin Ankarasında bu durum iyi bilinmektedir. Kimdir bu asker? Ve ne yapmıştır? Bu asker bir kadındır. Özellikle Sakarya Meydan muharebesinde büyük kahramanlıklar yapmıştır. Bu Giresunlu kadının adı:Gül Pembe Hanım’dır. Osman Ağa’nın Giresun’dan gönüllü asker topladığı günlerde, o da her şeyini geride bırakarak cepheye koşmuştur. Cephede canını dişine takarak, büyük kahramanlıklar vermiştir. Günümüzde yalan yanlış haberler veren, yazılar yazan bazı kadın kılığındaki malum kişilere de örnek olmasını dileriz.Gül Pembe Hanımın kahramanlıkları, o dönemde dillerdedir. Bu durumdan Gazi Topal Osman Ağa’da büyük mutluluk duymuştur. Gül Pembe hanım cephede ne yapmıştır? O Gazi Topal Osman Ağa’nın birlikleri içersinde düşmana karşı savaşmış, özellikle Polatlı yakınlarında, Beylik köprüde, Sakarya muharebeleri sırasında, büyük yararlılıklar göstermiştir. Bölgedeki Yunan askeriyle karşılaştığında onları teslim almak için cesurca mücadeleye girmiştir. Düşmanın yedi askerini göğüs göğüse muharebelerde beraberinde bulundurduğu kamasıyla öldürmüştür. O işte böyle bir kahraman Türk’tü... O Giresun’un çıkarmış olduğu yiğit bir kadındı. Bir de ülkesini düşmana peşkeş çeken, satan kadınları düşündüğümüzde, Giresunlu Gül Pembe Hanımı aklınıza getiriniz. Özellikle Sakarya Meydan muharebesinden sonra, Ankara’da insanlar çok büyük mutluluğa ulaşmıştı. Bu sırada Gazi Topal Osman Ağa’da emrinde şehit olan Giresun uşaklarına nasıl üzülmüşse, kazanılan zaferden de o kadar büyük mutluluk duymuştur. Bir keresinde, birlikler Türkiye Büyük Millet Meclisinin önünden törenle geçerken, birlikler arasında Gazi Topal Osman Ağa’nın askerleri de yer aldığında,n onların arasında bulunan Gül Pembe Hanım’da gözlerindeki mutluluk ve gururla elinde taşıdığı kamasıyla, geçit töreninde yer almıştı. Gül Pembe Hanım’ın kahramanlığını duyan milletvekilleri, önlerinden geçen Gül Pembe Hanım’a: “Yaşasın... yaşa Gül Pembe Hanım!” diye tezahürat yapmadılar mı? İsteyen gitsin derinlemesine araştırsın. Bize inanmayanlar varsa, bunu kendileri de araştırsınlar, o zaman bu gerçeği de çok iyi göreceklerdir. Evet Gül Pembe Hanım Giresunluydu. Hemşehrimizdi... Savaştan sonra köyüne döndü. Sonra, İstanbul’lara akrabalarına gidip geldi Bu kahraman kadın, yıllar içersinde unutuldu. Onu ileri yaşında otobüslerde gören tek tük Kurtuluş Savaşı gazilerinden başka hatırlayan da kalmamıştı. O şekilde, vefasızlığın kahrını çekerek bu dünyadan göçüp gitti..Gelecek ay, yazıya devam edeceğiz...
|