“İnce belli üç attır Tih sahrasında;
Güzelliğim, sabrım ve yalnızlığım.”
Dilaver Cebeci
Binlerce bakışın arasından süzüp, çıkardı riyasız, kirlenmemiş olanı. Nutku tutulmuş, göğüs kafesi daralmış, kısık kısık soluyordu. Boş değil belki, fakat ele verilmemiş nazarı kalabalığın üzerinde dolaşıyordu. Kimi zaman parıl parıl ayakkabılar üzerinde, kimi zaman yakalara kondurulmuş rozetlerde geziniyordu bakışları. Bir mumyanın dile gelmez gizemi, bir lahitin soğukluğu… Ateşin gözlerini süzmese, çelimsiz bedeninde hayat belirtisi görmek nerdeyse imkansızdı.
Bir eliyle sıkı sıkı tuttuğu elektrik direği olmasa, ayakları yerden kesilecek; kalabalığın seline kapılacaktı. Sloganlar, ayak sesleri, polis sirenleri dakikalarca kulağında uğuldadı. Sonra, ortalığı bir sessizlik kapladı. Rüzgar yol boyunca savrulmuş bildiri, sigara izmariti ve kağıt mendilleri kuytulara sürüklerken, o sanayi sitesinin yolunu tuttu. Bu kez dükkanlardan çekiç, motor ve kompresör sesleri yükseliyordu. Kimi dükkanlarda sesi alabildiğine açılmış cd çalarlar bangır bangır bağırıyordu. Kapısında büyük harflerle ‘crazy design’ yazan modifiye dükkanından içeri girdi. Demir merdiveni tırmanıp, asmakatvari oluşturulan büroya çıktı. Her zamanki gibi iki simit ve birkaç karper peynirini masanın önündeki sehpanın üzerine bıraktı. ‘Bonkör Amca’ yanındaki adamla birlikte, duvara monte edilmiş plazma ekrana bakıyordu. Daha o söylemeden simit tepsisini bırakıp, köşedeki çay makinesinden iki çay doldurdu ve titreyen elleriyle uzattı. Kenardaki koltuğa ilişti. Gözlerini televizyona dikti. İçi insan dolu koca bir salon, yine rozetler, parıldayan elbiseler, bir kalıptan çıkmış gibi suretler. Onlar da bağırıyordu. Alkışlar, sloganlar… Yukarıdan konfetiler yağıyordu, dışarıda hafif bir yağmur. Bir cama, bir televizyona dönüyordu simitçi çocuk.
Bonkör Amca homurdanıyordu. Yanındaki cık cık ederek kafasını sağa sola sallıyor, gözlerini kısıyordu. O söylenenlere kulak asmıyor, sürekli suretleri ve kıyafetleri süzüyordu. Meydandakiler de, salondakiler de neredeyse birbirinin aynıydı. Gözlerinde bir hınç, yüz çizgileri gergin, çehreler kıpkırmızı… Kimi zaman bulanık bir sarılık aksediyordu yüzlerine.
Öbür adam, “Bu işin cılkı çıktı” dedi, Bonkör Amca’ya bakmadan… “Biz çalıp biz oynuyoruz… Onlar da öyle… Bir yerde bir yanlışlık var…”
“Niye?” diye sordu Bonkör Amca…
“Niyesi var mı, tamam her oyunun kendine özgü oyuncu sayısı vardır. İyi hoş da, biz seyirciye hasret kaldık. N’olur tribünlerden biri pet şişe fırlatsa, küfür etse… Yok abi yok… Milletin üstüne ölü toprağı serpilmiş. Onlarca televizyon kanalı, gazete, internet sitesi, fısıltı gazetesi… El elde baş başta… İş ya elimizde patlıyor, ya yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz. Birinin karşısına kimse çıkaramadık, öbürünün listesini delemedik. Meydanlar zaten bir alem.
Bonkör Amca aniden simitçi çocuğa döndü:
“Hasan sen ne diyorsun?” Sonra onun cevap vermesini beklemeden biraz alaylı, biraz da bezgin ifadeyle konuşmaya başladı:
“Bizim malzememiz insan. İnsan da kolay işlenmiyor. Hele günümüzde. Kahretmesin, biz bile yaptığımıza inanamaz olduk. Geçen akşam hırpalayalım diye bir başkanı ekrana çıkardık. Adam bizimkilerin defterini dürüp koltuk altlarına verdi…”
Cebinden beş lira çıkarıp Hasan’a uzattı, “Hadi kaybol…”
Simitçi çocuk sitenin arka sokaklarından sahile indi. Çay bahçesine vardığında, ‘daimi müşteri’lerinden Sabri Dede kollarını sıvamış, abdest için hazırlık yapıyordu. Bir yandan da ağız dolusu sövüyordu, “Yavşak, elin hırsızını kolluyor. Sen önce işini yap. O kürsüde oturmak, ekmek büfesi kapatmaya benzemez. Ulan orası cami, duruşma salonu değil ki… Hem sen imam mısın, avukat mı… Yok komploymuş da, iktidarı hedef almışmışlar da…Tövbe estağfurullah…” Simitçi çocuğu görünce kafasıyla işaret etti, “Masanın üstüne dört tane bırak. Kasadan iki lira al…”
Topu topu 10 simit satmıştı. Son daimi müşteri ‘Kırmızı kravat’a gitmek üzere banliyö treninin rayları üzerinden yürüdü. Çoktan kapısına kilit vurulması gereken kamu kuruluşunun ikinci katına çıktı. Kırmızı kravat, telefonla konuşuyordu. Şehir dışına çıkıyorum. Çekinizi kestim. …. Bankası …. Şubesi… Çocuğa simit bırakmasını işaret ederken, ceketinin cebindeki mendili düzeltiyordu. “Tabi canım… Aman dikkat edelim… Baloya mı, elbette geleceğim, hay hay…” Çocuk oradan da ayrıldı… Daha gidecek birkaç müşterisi vardı…
Turgay elindeki kağıdı masanın üzerine fırlatıp bir kahkaha patlattı:
“Git işine kardeşim… Bunlarla boşa vakit kaybetme. İyi yazmak istiyorsan önce çok okuyacaksın. Özgün bir konu bulacaksın. İşin raconunu bileceksin…” Elini kadehe uzattı, bir yudum aldı, “Bak görüyor musun, alt tarafı bir keyif aracı ama bunun bile incelikleri var. Hani eskiler diyor ya, adab-ı işret diye, işte öyle… Sen şimdi herkesin bildiği ve kimsenin artık yadsımadığı bir dizi olayı peşpeşe takıp öykü diye yutturmaya çalışıyorsun. Allah bilir, zıt gibi gösterdiğin bu grupları sırf hayat düzeylerine bakıp, akraba bile çıkarırsın…”
Selim bozulmuştu, sesini çıkarmadı. Kağıdı masanın üzerinden aldı buruşturdu ve çöpe attı.
Özür: Ekim 2006 sayısında “Kırmızı çizgide son tango” başlıklı yazımızın dipnotları teknik bir hata sonucu gazetede yer almamıştır. Yazıdaki alıntıların sahiplerinden ve okuyuculardan özür dileriz
|