“Bolbolcu geldiii! Haydi bolbolcuuu! Çorap eskileriynen, bakır eskileriynen, naylon eskileriynen ha! ’ ünlemesini duyunca köyün bütün uşakları sevinç çığlıkları atardı. Ardından herkes oyunu bırakır, evlerine koşardı. Evin her yanı dervezeye vurulur, eski, birkaç kez çitenmiş, giyilecek hali kalmamış yün çoraplar için her yan altüst edilirdi. Sedirler, yanlıklar, yüklükler çabucak elden geçerdi.
El örgüsü yünden, tiftikten çorap bulunamamışsa, kap kacak konulan ocaklığın yanındaki küçük dolaplara girilir, yıllardır ocakta odun ateşinin isine, kurumuna belenen cabaların, bakır tencerelerin karasından, kurumundan islik sıçanına dönmüş halde çıkılırdı. Yünden, bakırdan ele gelen bir şey bulunamamışsa son umut avluya inilir, ayakkabılıktan, eşik altlarından miadı dolmuş naylon ayakkabılar aranırdı. Arayıp da bulamama endişesiyle, bulup da götürünceye kadar bolbolcunun komşu köye doğru yola revan olup ayrılması endişesi yarışırdı.
Bolbolcular İnebolu’dan gelirlerdi. Atlarına, katırlarına yükledikleri kırık leblebiyi, kuru üzümü, inciri, geçit vermez dağları, kasabaları, köyleri aşarak satarlardı. Bu ticarette asla para kullanılmazdı. Terazinin bir yanına çorap eskisi, naylon veya bakır, diğer yanına ise ne istenmişse o konurdu. Terazi dengeye geldiğinde bolbolcu alıcının cebine boşaltıverirdi. Rızaya dayalı bu ticaretin iki tarafı da sonuçtan memnundu. Çocuklar ceplerine doldurdukları üzümü, leblebiyi kütürdetirken bolbolcu bakırı, naylonu, tiftiği, yünü ayrı ayrı çuvallara doldururdu. Çoğu kez bu yükler için yanında yedek hayvan bulundururdu.
Çocuklar birbiriyle yarışır gibi takasla aldıklarını atıştırırken, torbası başına takılı katırlar da arpa kestirir, yemlerini yerlerdi. Uşakların leblebi kütürdetmesine katırların, beygirlerin arpa kütürtüsü karışır, ortaya ilgi çekici bir ahenk çıkardı.
Bolbolcu köyün en az iki yerinde mola verir, atını katırını bağlar, terazisini çıkarır, üzüm leblebi torbalarının ağzını çözerdi. Aşağı sokakta, oda yerinde işi bitince yukarı sokağa yönelirdi. Köyün usluları da bolbolcunun yanına uğrarlardı ama bu alışveriş için olmazdı. Selamdan, hal hatır sormadan sonra bolbolcunun önüne sini gelirdi. Misafir umduğunu değil bulduğunu yerdi ama, komşu köye asla kuru ağız gönderilmezdi. Ekmeğin yanında ayrandan, yoğurttan, kiren ekşisinden ele ne gelmişse yavan yaşık Tanrı konuğuna sunulurdu. Bu ikramdan bolbolcunun hayvanları da nasiplenirdi. Onların torbasına da saman, arpa konurdu.
Yükünü yükleyip köyünden çıkan, dağlar ovalar, kasabalar, köyler aşan bolbolcunun köyüne, çoluk çocuğuna kavuşması birkaç haftayı, yerine göre ayı bulurdu. Bu sürede yükünde üzüm leblebiden gayrı ekmek aş bulunmayan bolbolcuyu köylüler doyururdu. O da çoluk çocuk nafakası için diyar diyar gezen bir garip Tanrı konuğu değil miydi? Köy odasında, meclislerde uslular, “Aman kimin ne olduğu belli olmaz, abdal kim, şemani kim bilinmez. Köyümüze yolu düşen kim olursa olsun aç kalmasın, kuru ağız gönderilmesin! Çok şükür gâvur köyü değiliz ya!” diye konuşurlardı. Bolbolcu da, yük hayvanları da bir öğün bile aç kalmadan tundan tuna, köyden köye bolbolları bitinceye kadar dolanırlardı.
O gün de bolbolcunun sesiyle oyunu yarım bıraktık. Herkes evlere koştu. Bolbolcu evimizin önündeki karadut ağacının dibine konakladı, yüklerini, dengini indirdi. Yukarı Yazı Köyü’nün uşakları ele ne geçirmişlerse bolbolcunun önüne dizildiler. Üzümünü, leblebisini, incirini alan ayrılmıyor, iştahla atıştırıyordu. Evin altını üstüne getirdim ama ne fayda!.. Ne eski bakır, ne eski çorap ne de yırtık naylon... Hiçbir şey yoktu... Bir kez daha aradım, önceden bakmadığım yerlere baktım yine yok!
Kol kanat kırık aşağı indim. Bolbolcu belli ki iyice acıkmış, ikiye büktüğü gözlemesini birkaç lokmada yutuveriyor. Ardından ayran tasını kafaya dikiyor. Katırları arpa kesiyor. Yazı köyünün bütün uşakları dolu ceplerinden avuç avuç üzümü, leblebiyi ağızlarına atıp atıp kütürdetmede. Can arkadaşlarım değilmişler. Bana hiç ikram eden olmadı. Herkesin keyfi yerinde. Gözlerim bolbolcunun gözlemeleri yutan ağzından yoldaşlarımın, omuzdaşlarımın ağzına, oradan katırların iştahla arpa kesen ağzına yöneliyor. Bir köşeye çömeldim. Alan aldı, satan sattı. Bolbolcu tepsiyi alkışla, duayla hane sahibine teslim etti. Çorapları, naylonları, bakırları torbaladı, katırların kolanını berkitti,yükünü yükledi. Ceplerinin şişkinliği daha inmemiş arkadaşlarım harmana dokuz kiremit, taktak oynamaya gittiler. Bolbolcu Kara Recep köyü tarafına yöneldi. Ben hâlâ büzüldüğüm yerdeyim. Bolbolcu uzaklaşan her adımda benden neler götürdüğünün farkında değil! “Bolbolcu gidiyor ha!“ ünlemesi her seferinde daha uzaktan geliyordu.
Birden eve yöneldim. Anamın günlerce emekle eğirip ördüğü, çardakta merdiven başında asılı dizlerine kadar gelen yepizyeni çoraplarından birini aldım, koynuma soktum. Koşmaya başladım. Öte sokağı geçtim yok, mezarlığı geçtim yok! Dibektaş’ın başına varınca uzakta tin tin giden bolbolcuyu gördüm. Ardından seyirtirken bir yandan da “Dayı eğlen! Oh dayım eylen!” diye bağırıyorum. Bolbolcu geri döndü, beni görünce yavaşladı. Soluk soluğa yetiştim. Hemen çorabı uzattım, üzüm leblebi istedim. Hiç çitenmemiş cedit yeni çorabı görünce bir an durakladı.
- Oğlum, ananın haberi var mı?
- Olmaz mı dayı, elbette var!
Çorabı evirdi çevirdi, aslında pek de inanmadı ama terazinin bir kefesine koydu.
Alacağımı aldım, bolbolcu teraziden cebime boşaltıverdi. Bütün yorgunluğum geçmişti. Eve dönünce birazını da kardeşim Mustafa’ya verdim. “ Sakın anama söyleme! Şart olsun seni öldürürüm!” diye sıkı sıkıya tembih ettim.
Havalar soğuyup anam yün çorapları giymek isteyince bizim iş ortaya çıktı. Çorabın birini giymiş, ötekisi yok... Mustafa’yı biraz sıkıştırınca işin doğrusunu anlatmış. Nefsimize yenilip anamın çorabına kıydığımız bolbolcu macerasını, acıtıncaya kadar kulak çekme, ardından da kıçımıza birkaç maşa ile atlattık. Ama yeni kuşaklara da geçerek aile tarihine mal oldu... Aslı, Şirin “Babaanne, babam senin çorapları bolbolcuya nasıl satmış!” deyince anam hikâyeyi anlatır, mavi gözlerinin içi gülerek sahte bir kızgınlıkla bana bakar, “Sen bu az mıydı bu!” derdi.
Köye her gidişimde çardaktaki eyseri çivisinde anamın çoraplarını bir an görür gibi olurum. Bu göz aldanması birkaç saniye sürer. Anamın bin bir emekle dokuduğu kendir kilimler, içine senelerdir tahıl girmeyen çuvallar bir köşede asılı dururlar. Direkteki eyseri çivisi ise artık hep boş kalacak Nakışlı çoraplar artık hiçbir zaman orada olmayacak...
|